Âriflerin, velîlerin yaşamlarındaki her nokta, okuyucu için birer şifa. Günümüzde tasavvufî romanlara olan yöneliş incelendiğinde, insanların şifaya olan ihtiyaçlarının sürekli arttığını görmek mümkün.
Osman Kemâlî Efendi, Erzurum’un Pasinler ilçesine bağlı Güllüköy’ünden, Muhammedî kokuyu, nefesi evvela içine çekmiş, sonra da sevenlerine, sevdiklerine o kokuyu ve nefesi hissettirmiş bir büyük zat. Henüz iki yaşına gelmeden geçirdiği çiçek hastalığı münasebetiyle gözleri bu dünyaya kapanmış lakin Allah sevgisine açılmış bir velî. Murâd-ı Münzevî Dergâhı’nda cezbeye kapılıp, son zamanların en ünlü ve hakiki sûfîlerinden biri olan Seyyid Abdülkâdir Belhî Hazretlerine intisab etmiş bir derviş. Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin temsil ettiği Bayramî Hamzavî Melâmiliği ile Seyyid Muhammed Nur'ül Arabî’nin temsil ettiği Nakşibendi Melamiliği’ni aşkında buluşturmuş, dönemin melamet ehli tarafından zamanın mürşid-i kâmili olarak görülmüştür. 8 Ocak 1954’te vefat eden Osman Kemâlî Efendi, Edirnekapı’daki Mısır Tarlası Kabristanı’nda, emekdarı Gelibolulu Mevlevî İbrahim Ethem Dede Efendi ile yan yana medfun bulunmaktadır.
Fatma Atıcı, H Yayınları’ndan çıkan “Ten Cehennemdir” adlı romanında, Osman Kemâlî Efendi’nin yaşamıyla bir aşk hikâyesini buluşturuyor. Bir araya gelen benzerlikler okuyucuyu hem düşündürüyor hem de büyüklerin hayatlarını yeniden okumaya, onların kabirlerini yeniden ziyaret edip dua etmeye yönlendiriyor. Akıcı ve yalın Türkçesini güçlü bir lirizmle birleştirmiş Fatma Atıcı Hanımefendi. Ten Cehennemdir, güçlü bir yönetmenin elinde şüphesiz çok güzel bir dizi yahut film de olabilir. İnşallah diyelim ve söyleşiye dönelim.
"Ten cehennemdir eğer rûh onda kaldıysa esîr / her taraf eyler hücûm insânı ifnâdır ölüm" diyor Osman Kemalî Efendi. Aslında büyüklerin sözlerini tekrar ederken "demiş" değil de "diyor" demeyi aklıma geldikçe tercih ediyorum. Çünkü Allah dostları ölmezler. Sözleri de ölmez şüphesiz. Efendim, kitabınızın adı da fakirin başlarken zikrettiği Osman Kemalî Efendi dizesinden iki kelime. Çok özel iki kelime. Evvela bu tercihinizin sebebini, niyetini sormak isterim. Neden "ten cehennemdir"?
Sizin de buyurduğunuz gibi kitabımız ismini Osman Kemâlî Efendi’den ödünç alıyor. Bu iki kelime beşeriyetten insan-ı hakikiye seyrin adeta şifresini veriyor. İnsana beşer de denilir biliyorsunuz. Beşeri, beş’er olarak da okumak mümkündür. Beden terkibimizi oluşturan hava, su, toprak, ateş ve “Ben ona ruhumdan üfledim” buyurulduğu üzere içimizde taşıdığımız rahmanî nefes, beş’ere tekabül eder. Ten, bedenin her türlü ihtiyaç ve arzularının temsilidir. Eğer bizi biz yapan o kutsî nefesi yani ruhu, kendi hakikatine yükseltip kuvveden fiile çıkartamaz, beden kafesinin içinde hapis bırakırsak işte o zaman ten bizim için cehennem olur. İsterse kafes altından olsun, bülbül içinde ah edip durur. Bu hakikatten kinaye ile “ten cehennemdir” buyurmuş Kemâlî Baba da.
Biraz mahrem bir soru olacak, dolayısıyla "bana kalsın" deme hakkına sahipsiniz. Eserinizi yazmaya vesile olan şeyler vardır muhakkak. Bir işaret, bir mana, bir lütuf, bir ikram... En azından birini paylaşmanızı rica etsem?
Aşkını gizlemek, dile düşürmemek makbuldür belki... “Söylenmemiş aşkın güzelliği” diye bir şey var ama madem biz bunu beceremedik, o halde yine âşıkların söyleme hakkından aldığımız yetkiyle dillendirelim. Efendim bahsettiğiniz işaret, mana, lütuf ve ikram Osman Kemâlî Baba’nın gönlümüze köz olup düşen muhabbetidir. Allah dostlarından birisine bir dervişi, “Efendim bir keramet gösterseniz.” deyince o güzel sultan kalkıp dervişleriyle birlikte yürümüş. “Evladım bundan büyük keramet mi var?” demiş ya. Kalbin muhabbetten büyük kerameti mi vardır? Bütün giz de, mana da orada, ikramların en yücesi de... Aşkıdır âşıka devlet, diyor Kemâlî Babamız.
Erzurum'un Pasinler'inde, Güllüköy'den Muhammedî gülü koklatmış sevenlerine Kemalî Efendi. Hazretle hemşehri olduğunuzu ve şiirleriyle tanışıklığınızın başladığını biliyorum. Onun üzerindeki Seyyid Abdülkâdir Belhî Hazretleri'nin nazarından da haberdarız. Aralarındaki ilişkiye dair neler buyurmak istersiniz?
Aslında bu sualinizin cevabını Kemâlî Efendi veriyor. Belhî Hazretleri’nin yüce dergahına her kim sıdk ile gönlünü bağlarsa o kul geldiği bu kapıdan sultan olup gider, buyurmuş. Beşerden insana, kulluktan sultanlığa giden yolculukta Niyazî-i Mısrî için Ümmi Sinan, Yunus için Tapduk Emre hangi anlama tekabül ediyorsa Osman Kemâlî için de Abdülkâdir Belhî Hazretleri o değeri haizdir. Kemâlî’yi aşktan irfana, marifete ulaştırmış, hakikat şehrindeki bütün kemal sıfatlarla donatmış ve insanlığa armağan etmiştir Belhî Hazretleri. Onu bulana ve ona bende olana kadar hafız-ı Kur’an, mesnevihân, âlim, hatta tekke şeyhi olan Osman Kemâlî, Hazret’in seyr u sülûkunda kendi ayağının zinciri olmaktan kendini bilmeye giden seyri tamamlamış ve artık kendisi muhiblerine aşk ve irfan dağıtan bir muhabbet sakası olmuştur.
Seyyid Abdülkâdir Belhî Hazretleri, "Gölgeler senin gözünden kaybolduğunda / gölge sahibi gözüne görünür olur." buyuruyor. Osman Kemalî Efendi'nin çocuk yaşta gözlerinin kapanması, aklıma getirmişti bu dizeleri. Hazretin gözlerine gölge sahibi görünmeye ne zaman başlıyor, nasıl gönül yangınları yaşıyor, biraz bahseder misiniz?
Âşık Veysel’in “Kör olmasaydım çoban olurdum/ Kör oldum Veysel oldum” dediği gibi, Osman Kemâlî’nin de Kemâlî olmasında önemli bir yapı taşı olduğunu düşünüyorum a’mâ oluşunun. Yaklaşık bir yaşlarında iken baş gözü dünyaya kapandığı için, zahir âlemine ait şekilleri, renkleri göremeyen Kemâlî, bütün renkleri, şekilleri ve kesret âlemini gönlündeki vahdet küpünde birlemiştir. Gölge sahibi aslında hiçbir zaman gizli değildir. “Haktan ayan bir nesne yok gözsüzlere pinhan imiş” diyor Niyazî-i Mısrî. Hazret bu hakikate çok erken yaşlarda uyanmaya başlamış. Bunu kendi şiirlerinden anlıyoruz. Çocukluğunda bir pîr-i muhteremin kendisine ders verdiğini, onun aşk olduğunu, onun elinden bir badecik içirildiğini söylüyor. O aşkı beşeri, ilahi hepsi bir nur olarak ayrı gayrı olmaksızın yaşıyor ve yanıyor. Köyündeki kıza da sevdalı, köyüne de, gönlündeki hakikate de. O aşkın tesiri ile kendisi yandığı gibi bizleri de yakıyor. Cihanı baştan başa yanmış bir ateş olarak hayal ettim, diyor. Yanmadan pişmek, olmak mümkün değil. İnsanın kadim kaderi bir kez daha tekerrür ediyor.
Aslında bu soruyu daha evvel sormam gerekirdi ama neticede şu an yaptığımız bir röportajdan ziyade, sizden bilgi almak. Biz de o bilgiyi alıp başkalarına satacağız. Böylece kadim meşk kültürü küçük küçük devam edecek inşallah. Dolayısıyla, Kemalî Efendi'nin yaşamındaki köşe taşlarını bize anlatmak ister misiniz? "Ateş noktaları" da diyebiliriz bunlara şüphesiz.
Az evvel değindik, ilki ve en önemli olanlarından biri gözlerinin dünyaya kapanması. Diğeri gönül gözünün aşk ile hakikate uyanması. Çocukluk aşkı, hakikat aşkı ve arayışı. İlim yolunda köy hocalarından bir şey alamayınca Erzurum’a gönderilmesi. Vahdet sohbetleriyle kulağına kar suyu kaçırılması ve gördüğü rüya. Hafız olduğu, şer’i ilimleri tamamladığı halde içindeki yangının artması ile sevdiği kız da ağyare yâr olunca yirmi sekiz yaşında memleketine sığamayıp Erzurum’dan ayrılması. On bir sene boyunca dağlarda, köylerde, yollarda üstadını araması ve nihayetinde İstanbul’a ezel-i nasibinin burada olduğunu bilmeksizin varışı. Eyüp - Nişanca’da onu nefsine yapışmış ayıdan kurtaracak Belhî Hazretleri’nin dizinin dibine düşmesi. Bütün bunlar aşk ve irfan ile vahdete erebilmek için. O’ndan geldik, O’na döneceğiz. İnsan neticeyi görünce çektiklerine değmiş diyor değil mi?
Romanınızda Hazretin yaşamı ile günümüzde yaşanmış bir öykü arasında bağ kurarak okuyucuya irfan geleneğimizden, kadim Anadolu'muzun yorgun ama sökülmez çivilerinden, türlü gönül yangınlarından ve elbette modern yaşamın insana yaşattıklarından bir kavanoz oluşturmuşsunuz. Okuyucu bu kavanozu açarken hepsinden bir anda değil, ağır ağır tadıyor. Sanki kurgu, kitap yazılmaya başlandıktan sonra oluşmuş, yani kendiliğinden oluşmuş gibi. Biraz da teknik konuşalım isterim. Yazım aşamasında neler yaptınız? Bu bir gezi olabilir, birkaç dinleme olabilir, başka okumalar olabilir...
Kurgunun kendiliğinden oluştuğu doğru, kitap kendisini yazdı derler ya, öyle oldu gerçekten de... Yazım aşamasında gezilerim, söyleşilerim, yoğun araştırma ve okumalarım oldu elbette ki. Ziyaretlerim de oldu. Birini paylaşayım. Abdülkadir Belhî Hazretleri’ni okur ve araştırırken Hazret’in medfun olduğu ve Kemâlî Efendi’nin de seyr u sülûk gördüğü Murad Buharî Tekkesi’ni ziyaret etmek istedim. Gittiğimde tekkenin restorasyon sebebiyle kapalı ve etrafının da çevrili olduğunu üzülerek gördüm. Boynumu büküp geri dönecekken derme çatma bir kapı buldum ve içeri sızdım. İçerideki görevlilere durumu izah ettim, sağolsunlar anlayış gösterdiler. Orada Belhî Hazretleri’nin manevi huzurunda bulunmak nasip oldu. Esasen kendisinden geriye bir iz, bir şahide bile kalmamış. Bendenizin de böyle kimilerine göre garip sayılabilecek bir niyazı vardır; kendisinden geriye bir mezar taşı dahi kalmaması. Tabii bu bizi ziyadesiyle hislendirdi. Ancak hepsinden önemlisi sanırım canlı, taptaze hayatımın merkezinde benimle birlikte yaşaması Kemâlî Baba’nın. En kıymetlisi bu idi.
Bir tarafta doğuştan hüzün sahibi, acıları ve yaraları olan, içli bir kız: Kevser. Diğer tarafta aşk'ı âşık olmaktan bile daha üstün tutan bir genç: Ali. Tam ortada ise yaralılara ve âşıklara merhem olmaya hazır Osman Kemalî Efendi. İnsan yarasını bilmeden merhemini arayınca yola çıktığını sansa da aslında yerinde duruyor, öyle değil mi? Önce yaralarımızı tanımalıyız, sevmeliyiz diye düşünür fakir. Siz ne dersiniz?
Bizim için takdir edilmiş olan yaralarımızı ve yolculuğumuzu buyurduğunuz gibi sevmek, tanımak ve anlam zeminine oturtmak önemlidir diye düşünürüm. İnsan ismini koyamayabilir halinin, hatta derdinin... Kelimelerin kifayetsizliği ile tam manasıyla dile de getiremeyebilir ama derinden hisseder, bu hissedişle birlikte çözümler ve bir mana gemisine yerleştirip hakikat deryasına salarsa yani teslim ederse hakiki sahibine, umulur ki huzur bulacaktır.
Ali'nin ve Kevser'in yaşantısını, aşklarına yahut acılarına olan saygılarını görünce bugünün aşklarını ve âşıkları yadırgamamak elde değil. Artık mahrem bir yanı kalmadı sevdaların. Bir tık'la olup bitiyor her şey. Ne aşkın peşinden koşan kaldı, ne aşka âşık olan. Çok hızlı tüketiyoruz her şeyi, hiçbir şeyi sindirmiyoruz sanki. Ali ve Kevser, romanda çağın sıkıntılarından uzaklar. Bunun sebeplerini sizden dinlemek isteriz. Nedir onları diri tutan etkenler?
Günümüzde maalesef insanların çoğu haz ekseninde yaşanan; gösterme, görünme ve gözetleme şehvetiyle çeşnilenmiş hayatların içinde sıkışıp kalmış vaziyetteler. Kaybetmeyi göze alamayan, hakikatle yüzleşemeyen, insan olmanın sorumluluğunu alamamış ve acı çekme cesareti olmayan bireyler sıkça karşımıza çıkıyor. Düşünmeye, derinlere inmeye ya vakitleri yok ya da kaygı ve korkuları sebebiyle kaçıyorlar. Hâl böyle iken bu tablodan hakiki âşıklar çıkar mı? Çıkmaz elbette ama ben karamsar değilim. Çoğunluk böyle ise de her zaman hakikatli insanlar olmuştur ve olacaktır. Eskiler kırk haneli bir köyde bir arif-i billah olur, derler. Âşıklar, sadıklar, arifler vardır ve var olacaktır ilâ-âhir. Kevser ile Ali’yi farklı kılan, diri tutan yegane kudret aşktır. Bu dağı delerken çok Ferhat öldü, diyor Kemâlî Efendi. Bedeli göze alınmış ve ödenmiş bir aşk idi onlarınkisi. Belâ kitabının başında görünce kaçmadılar aşktan ve kendilerini bedel ettiler, nihayetinde aşk da onlar da kazandı.
Daha evvel "Beyaz" adlı romanınız yayımlanmıştı. Şimdi ise H Yayınları'ndan "Ten Cehennemdir"i okuduk. Gelecek dönem için roman türünde yeni düşünceleriniz var mı? Yahut şöyle sorayım, bize yine bir büyüğün üzerinden roman okutmayı düşünüyor musunuz?
Lutfedilirse yazarız inşallah. Niyet ve gayret bizden, takdir Allah’tan. Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler.
Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ediyorum ve sizden son olarak, Osman Kemalî Efendi'nin şiirlerinden tercihiniz doğrultusunda birini yazmanızı rica ediyorum. Muhabbetle efendim.
Mukabil muhabbet ve hürmetle sizi ve okuyucularımızı selamlarım. Ayrıca bu imkânı sağladığınız için de teşekkür ederim sizlere. Yanıtlaması en müşkil sorunuz bu oldu, daha doğrusu ricanız. Zira Hazret’in bütün şiirleri birbirinden güzel. Madem ki birini tercih edeceğiz öyleyse bu olsun isterim:
Bu vücûd iklîmine bir cân gelir bir cân gider
Gâhî cânân cân olur gâh cân bî-cânân gider
Emr-i nefse râm olup dâim mücâhid olmayan
Hâib u hâsir kalır nâdân gelir nâdân gider
Her hevâ mahvolmadan etmez tecellî fakr-ı kül
Giymeyen takvâ donun şâh olsa da hırmân gider
Bilmeyen asl-ı vücûdu bulmayan Mevlâsını
Sûretâ insân gelir de sîretâ hayvân gider
Cümle eşyâyı bizâtillâh kâim görmeyen
Görmez ol râhat yüzü nâlân gelir nâlân gider
“Men aref” sırrın duyup Mevlâsına varın veren
Hâdim-i insân olan insân gelir insân gider
Varlığındır mâni-i tevfîk olan etme cedel
Bu misâfir-hânede handân olan giryân gider
Nûr-ı tevhîdi karartır şehvet ü hırs u gazab
Hubb-i dünyâya dalan üryân gelir üryân gider
Dergeh-i pîr-i, Cenâb-ı Hazret-i Belhî’ye kim
Sıdk ile dil bağlasa ol kul gelir sultân gider
Nefsile kâim olup kim secde etmez âdeme
Ey Kemâlî bil anı şeytân gelir şeytân gider
Röportaj ve Osman Kemali Efendi’nin kabrinin fotoğrafları: Yağız Gönüler
Çok güzel bir yazı mübareği tanıttığınız için ALLAH razı olsun...İkram ettiğiniz mana kadehi ve muhteşem nutuk içinde ayrıca teşekkürler...İnşAllah okumak bize de nasip olur...Yüreğinize ve kaleminize sağlık kardeşlerim...