‘Erzurum’un uzun kış geceleri insanı kendi içine çevirir.’ Belkıs Hanımın bu sözü ile başlattık konuşmayı…
O coğrafyada gördüğünüz neydi, yazmaya dair ilk sancı ne zaman düştü içinize?
Tabii coğrafyanın insan üzerindeki etkisi tartışılamaz. Erzurum hem tarihî hem coğrafî olarak insana zaten bir takım -senin gayretin olmadan- sorumluluklar yükleyen, kültürel anlamda merkezî bir şehir. Büyüklerimizden hatırlıyorum da, bizim insan profilimiz gitgide kayboluyor. Aslında ben hafızaya inanırım; bir gün bunların yeşereceğine inanıyorum da şu anki ortam için. Erzurumlu insan aslında az konuşur, biz çıkmışız Erzurumluluktan da çok konuşuyoruz. Düşünün Erzurum’da 6 ay kış, 6 ay kocaman ağaçların fidan gibi gözüktüğü sonsuz bir kar. Çöl ve kar bende çok bellidir. İkisi de sonsuzluk hissi verir. Dayıyorsunuz sırtınızı Palandöken’e, bakıyorsunuz ki objeler silinmiş; sonsuz bir beyazlık görüyorsunuz.
![]() |
(+) |
Çaresizlik hissi de var mıydı içinde?
Yok, çaresizlik şöyle, alışılmış bir şey. Hatırlıyorum da Erzurum’un yerlisinde depremlerde falan yakınma yoktu. “Cenab-ı Haktan geldi, Allah bizim sahibimizdir” derlerdi. Bizim insanımızın psikolojisinde umutsuzluk yoktur. Şimdi televizyonlar insanımızın ahlakını bozdu. İbrahim Hakkı Hazretlerinin de dediği gibi, “Hak şerleri hayreyler/ zannetme ki gayreyler/ arif anı seyreyler.” İşte bizim insanımız arif insandı. Hani Ahmet Hamdi Tanpınar diyor ya: “Şark beklemenin yeridir.”
Şark beklemenin yeri midir?
Evet, bunu tembellik olarak nitelendirdiler, o kadar çok iftira ettiler ki… Neden? Çünkü siz anlamadığınız bir ruhun karşısında elbette suçlayıcı ve cahilce konuşursunuz. En insaflı tarifiniz ‘gariban’dır. Cahil mi demezler, ataletle mi suçlamazlar, her şey vardır. Çünkü anlamazlar, insan kendi dünyasında karşılığı olmayan şeyi nasıl anlasın. Böyle bir atmosferde doğunca… Bir de rahmetli babam âşık bir adamdı, özgür ruhlu sanatkar ruhlu biriydi. Hakikaten âşık biriydi, toprağın üstü kadar altıyla da ilişkiliydi. O dönemden içimize düşen bir şeyler var.
Memleket kadar babanız da etkiledi yani…
Evet, babam şiir okuduğunda hepimiz susar, onu dinlerdik. Dağ bayır demez gezerdik; babam imam olurdu, ben ardında cemaat… Erzurum’un sert kışlarında sabahın nurunda kalkar, ardına düşerdim babamın. Sabah sabah tüm mübarekleri ziyaret ederdik. Sesi de güzeldi, ezan okurdu, ben de ardında saf tutar, namazımı kılardım. Buradan bakılınca zormuş aslında…
Bir çocuk olarak isyan etmez miydiniz?
Hayır, o kadar tabii gelirdi ki hayatı öyle zannederdik. Şimdi çocuklara da bunları işkence gibi gösteriyorlar maalesef, oysaki ne lezzetler vardı içinde. Babamın kendisi de etkiliyordu bizi. Etrafında o kadar çok insan vardı ki. Garibanlar özellikle… Diğer kesimden de birçok insanla alakadardı. Paraya hiç kıymet vermezdi. Babamın mizacını anlatmak için söyleyeyim. Babam o dönem gümrük memuruydu. Gümrükte bir sorun yaşanmış. Onu da bilirkişi seçmişler. Annem rahatsızlanmış, babam da eczaneye gidip ilaç alacak. Parası yetmiyor. Diyor ki eczacıya, “bu ilaç kalsın, belki bizde vardır.” Eczacı, “al sonra ödersin” diyor. Ne dediyse almıyor babam. Oradan çıktıktan sonra gümrükte sorun yaşayan adam geliyor yanına. Diyor ki, “gel benim şu işimi hallet” ve rüşvet teklif ediyor.
Babam, “adam git işine, ben seni kimin yolladığını biliyorum” diyor. Adam yemin ediyor, “valla ben kendim geldim” diyor; anlaşılan rüşveti az buldu deyip daha da üsteliyor. Babam tekrar, “işine git, ben seni yollayanı biliyorum” diyor. Adam gidiyor tabii. Sonra babam da şunu söylüyor, “yaptığını beğeniyor musun?” “Hele” diyor, “yer değiştirelim, bakalım sen dayanabiliyor musun?” Buradan bakınca abes gözüken şey onların atmosferi itibariyle olağan.
Peki anneniz?
Mizaç olarak babamdan çok şey almışım ama annem de çok iyi bir kadındı. Bolca misafirimiz vardı, sokakta kimi görsek içeri buyur ederdik, annemize bolca emrivaki yapardık. O da bir gün demezdi “neden böyle.” Hizmetini sessizce yapardı, ağzı var dili yok bir kadındı, ne düşünürdü hiç bilmezdik. Yaptığı iyilikleri başkalarından duyardık.
Mübarek annemin tarlaları falan vardı; bir güne bir gün kalkıp da bunların lafını etmemiştir. Bu çocuklar benim varlığımla büyüdüler lafı asla olmamıştır. Tabiatla, çevreyle kalbî bağlılığı vardı. Mesela oturup saatlerce güneşin doğuşunu ve batışını sessizce izlerdi. Anlatamazdı neler hissettiğini…
Özellikle şunu hiç unutmam. İskenderun’dayız babamın memuriyeti dolayısıyla. Pencerelerimiz karşılıklıydı komşumuzla. Komşumuz da barda çalışan bir kadın. Annem geceleri uyumaz, pencerede, kadının çocuklarını sabaha kadar oyalardı. Merhameti çokça, ahlak sahibi bir kadındı annem.
Şimdi bu sessizce hizmet etme ahlakına “eziklik” adını verdiler.
İşte bunu şimdiki feminist düşünceyi benimseyenlere anlatamazsınız. Bu başka bir şey. Bu iç dünyanın zenginliğiyle alakalı. Bu dünyanın da faniliğinin bilincinde oldukları için hesap kitap kaygısına düşünmüyorlardı o zamanın kadınları. Günümüzde kadın-erkek diye bir kavga koydular ortaya. Vahşi hareketler doğdu. Oysa kadın ile erkek arasında sandığımız meseleler aslında insan meselesidir. Mesela benim için çocuğunu döven anne ile karısını döven erkek arasında hiçbir fark yoktur. Duygu olarak, davranış olarak, zihniyet olarak. İnsanlar moda akımlarla yön değiştiriyorlar, feminist akım da bunlardan biri. İnsanlar düştükleri çıkmazı ikinci bir çıkmazla telafi etmeye çalışıyor. Yani yanlışı yanlışla kapatmaya çalışıyor.
Okumayla aranız nasıldı o dönemler?
Çok okurdum, 4. sınıfta Anna Karanina’yı okumuştum. Aslında doğru bir şey değilmiş hani. O yaşta ne anlayacaksın. Ama dikkatimi çekmiştir, babam bir gün bile okuma seyrime müdahalede bulunmamıştır. İyi mi yaptı bilmiyorum.
Bu bilinçli bir tercih miydi yoksa vakit azlığından mı kaynaklanıyordu?
Hayır, vakit vardı. Yine de bu konuda beni serbest bıraktı. Babam kütüphane memurluğu da yapmıştır. Biz de istifade ederdik bolca. Gece olunca elimde fenerle kitap okurdum. İklimler diye bir kitap vardı, çocukluğumda okumuştum, kabus gibi bir hayattı. Aklımda öyle kalmış, hâlâ bile o kitaba dönmeye korkarım. Oysa şimdi okunsa ya da yaşınız biraz ilerlediğinde, eminim çocukluğumda bıraktığı etkiyi bırakmayacak. Bu durum ruhumu da erken geliştirdi galiba.
Tekke kültüründen bahseder misiniz biraz?
Bizim kültürümüz şifahî bir kültürdür. Televizyondan duyduğumuz bize bildiğimizi hatırlatır, ama kalbimize yeni bir şey vermez. Bilgi yenilenir ama kalp yeni bir şey öğrenmez. Sanal ortam dedikleri internet de öyle. Kendi kendime kıyamet teorisi geliştirdim. Genlerle oynanması, bitkinin özünü kaybetmesinden yola çıkarak. Dünyadaki her şey Allah’ı zikrediyor. Toprakla bağını kaybeden insan ziyandadır zaten. İşte bizler de bitkinin ve doğal olan her şeyin genleriyle oynaya oynaya bir süre sonra Allah’ı bir bir zikreden canlıların o irtibatlarını kesiyoruz. Zaman içerisinde bütün organlar yapaylaşacak, çünkü yedikleriniz de o birebir irtibatı gölgeleyecek ve her bir hücre Allah’la olan bağını kaybedecek ve kıyamet öyle kopacak.
Tekke diyorduk, işte tekkedeki rû be rû sohbet bu yapaylığa, sanallığa müsaade etmiyordu. Zaten konuşmak hadsizliktir, esas olan dinlemekti. Şimdi o da kalktı, herkes bilgisini dökmeye çalışıyor. Tamam, bilgi olarak çok yüklü olabilirsiniz ama hal olarak daha çok fırın ekmek yemek zorundasınız. Mesela Karababa Tekkesi kurucusu Ahmet Sadık Yivlik ile rahmetli babamın yani, o dünyanın ehli insanların birbirleriyle sohbetini dinlemeniz lazım. Çok kelama gerek duymazlardı ki o nasıl bir haldir. Biz de, “ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” hesabı çok idrak edemedik belki de. Ama bıraktıkları etki çok güzel.
Peki, bu ocakta yetişmek neleri getirdi beraberinde?
Biz hep kapı eşiklerinde oturur, eve gelenlerin sohbetlerini dinlerdik. Bizi büyüklerimiz herkese memur bir anlayışla yetiştirmişlerdi. Hizmet etmeye hazır bir şekilde. Mesela somut bir örnek vereyim, şehirlerarası yolculuklarda kendimi yanımdakinden mesul hissederim.
Oysaki yanınızdaki bunu hiç istemez.
Bu otomatik olarak gelişen bir şey. Şuuraltı bir şey. Bazen şikâyetlenirim de bu durumdan. Bir defasında yardım etmeye çalışırken kadının biri beni paylamıştı. Sonra dedim kadın haklı, benden yardım mı istemişti? Hayır, ama o orada aradığını bulamıyor ya ben kendimi mesul hissediyorum. Alışkanlık…
İnsana kayıtsız kalamamak diyebilir miyiz?
Evet, tabii ki insana kayıtsız kalamıyorum. Bu çocukluktan kaynaklanan bir şey. Düşünün, küçükken çok yanmış birini gördüm, acısı içime yerleşti. Elimden de bir şey gelmiyordu. Ne yapabilirim diye düşündüm; en azından onun acısına ortak olmalıyım diye düşündüm. Sobamız vardı, cayır cayır yanıyordu. Gittim bacağımı oraya değdirdim. O kadar acı çekiyorum ki ama ses de çıkaramıyorum. Ağlıyorum, herkes soruyor “ne oldu”; bir şey demiyorum. 4. sınıftayım o dönem. Böylece tahammülü öğrendik. Zaten okula gidiş gelişlerimiz de ayrı mesele. Ölümlerden dönmüşlüğümüz var.
Tabii hep Erzurum'da değildi hayatınız, İstanbul?
Evet, bakın orada yaşamak insana çok şey katıyor. Farklı bir dünyanın, bakışın kapısını açıyor. Bunları yaşamak bana zulüm gibi gelmiyor, hamd u senalar olsun ki bu sıkıntıları yaşamışım. Modern dünya her ne kadar çok dramatik gösterse de o atmosfer çok başka. Sıkıntıyı lütfa çeviriyorsunuz. Liseye kadar Erzurum’daydım. Sonra İstanbul’a geldik. İstanbul da apayrı bir dünya…
Ciddi anlamda ne zaman başladı yazarlık?
Küçüklüğümden beri denemeler yazıyordum ama kendi çapımda. Lisede Erzurum’dayım. Ve okullar çok katı o dönem. Karalamalarım vardı. Sonra bir gün okulda arama yapıldı ve benim şiirim yakalandı. Şiir yazıyorsun ve bu suç oluyor. Nasıl utandığımı anlatamam. Hani hocalar görünce, “aferin kızım, ne güzel yazmışsın” demiyorlardı. Aşka dair şiir olduğundan kınıyorlardı. Düşünün, kendi şiirimi utancımdan başkasının adıyla yayınladım mahalli gazetede. O hocanın bende bıraktığı korkuya ve utanca bakın. Sınıfta hırsızlık yapılırdı, benim yüzüm kızarırdı, çok utangaçmışım o dönem. Derken denemeler yazmaya başladım, arkadaşlarımla da mektuplaşırdım. Çok uzun ve iyi mektuplardı hani. Ama yazdıklarıma çok sahip çıkmadım açıkçası. Babam da yazardı ve yazdıklarına da sahip çıkmazdı. Bu yönümle de ona çekmişim.
Ahmet Kabaklı Hoca ile tanışmanız, Türk Edebiyatı Vakfı?
(Müsebbibi buradadır deyip Ayla Ağabegüm Hanımı gösteriyor. Ayla Hanım da bir anısını anlatıyor:
“Öğretmenlik yapıyordum, sağ-sol çatışması var ve solcular iftira atmaktan hiç geri durmuyorlar. Düşünün, kızlar yatakhanesine girip iftira atmışlıkları var. Bu olay üzerine ben de Ahmet Kabaklı Hocanın yanına gittim, durumu anlattım. Hoca da, ‘bu olayla ilgili bir belge yaz, yayınlayalım’ dedi. Sonra teşekkür etmek için yanına gittim. Memur maaşı az tabii, hiç olmazsa bir kek yapıp götüreyim dedim. Belkıs Hanımla beraber gittik. Hoca gayet memnun, yanındaki herkesle de paylaştı keki. Tabii biz de hizmet ettik, oradakilere ikramda bulunduk. Ben zaten Türk Edebiyatı Vakfı’na gidiyordum. Ahmet Kabaklı Hoca ‘elemana ihtiyaç var’ dedi. Belkıs Hanımı sordu, ‘çalışabilir mi’ diye. Nasip demek ki o dönem başladı.)
Evet, Ayla Abla ile gittik ve başladım. Zorunlu muhabirlik falan yaptım. Türk Edebiyatı dergisinde sinema eleştirileri yazıyordum. Müstear isimlerle yazdım. Zehra Gümüşsu, Gülsüm Ak, Zeynep Işıklar müstearıyla. Keşke sinema eleştirilerini kendi adımla yazsaymışım, çünkü bu çok severek yaptığım bir şeydi. Bazı röportajlara da adımı koymadım.
Yıllar önce bir Rus filmi izlemiştim. Sinema günleri kapsamında bir kitapçık ve orada şu yazıyordu: ‘Suya tapan bir Türkistanlı’… İşte insan kendi kültürünün cahili olunca böyle yazıyor. Oysa o Türkistanlı, müslüman ve suya çok değer veriyor. Bunu dergiye yazdım; çok da etkilendiğim bir filmdi.
Neydi filmin adı?
"Çeşme"… Rus ve Hıristiyandı filmin yapımcısı. Filmin kahramanı ise yaşlı bir Türkistanlı, bozkırlarda yaşayan bir adam. Tabiatla barışık, Müslüman, ibadetinde… Orada bir kaynak suyu var. Suyu ölçüsünde kullanan, emanet olduğunu bilen, ona kıymet veren biri. Bir grup genç gelip suyun kaynağını patlatıp zarar veriyorlar. Ve adam mecburen Moskova’da yaşayan ve bir Hıristiyanla evli olan kızının yanına gidiyor. Kızının eşi ve çocuklarıyla yaşıyor. Sonra adam kalkıyor, namaz kılıyor, önünde buzdolabı var. Çocuk babasına soruyor, “baba, ne yapıyor?”
Babası, “ibadet ediyor, namaz kılıyor” diyor. Çocuk, “Ee buzdolabına mı tapıyor?” “Hayır” diyor babası, “Kâbe’ye döndü.”
-Peki onun orada olduğunu nereden biliyor?
-Hisseder, kalbi hisseder.
Ve biraz duruyor kız:
-Ben de hissederim.
Bu söz karşısında tüylerim diken diken olmuştu. Şimdi o bir Hıristiyan olduğu için obje olmadan tapınmayı bilmiyor. Bakın yönetmen Hristiyan ama bir değer biçiyor İslamiyet’e ama bizim kendi kültüründen habersizlerimiz kalkıp ‘suya tapan Türkistanlı’ diyor. Biz eşyayı temaşa ederiz, Cenab-ı Hakk’ın tezahürlerini görmeye çalışırız. Eşyanın kıymeti o kadardır bizde.
Sembol amaç olamaz yani…
Kesinlikle amaç değildir, olamaz. Biz nesneleri, objeleri mutlak hakikati anlamak için vesileler kılar, onları temaşa ederiz.
Üniversiteyi nerede okumuştunuz?
İstanbul’da okudum üniversiteyi. Bir dönem Ankara Siyasal’daydım, sonra İstanbul İktisat… Almanya’da doktora yapıyordum, döndüm iş arıyorum. Bir akrabam bana çok iyi bir yerde iş buldu, tabii iktisatla ilgili bir iş. İşverenle konuşurken sordum: “Burası bana ne kazandıracak?” Adam dedi ki; “daha yeni mezunsun, ne kazandıracak.” Sonra akrabama demiş ki, “bu sizin kız biraz antika…”
İçime sinmedi, muhasebeyle ilgileneyim dedim olmadı. Aslında o dönem her şey olmak istiyordum. Bir yandan iktisat, bir yandan mülkiye… Merakım çok dağınıktı. Arap-Fars dillerini çok iyi öğrenmek istiyordum. Çünkü küçüklüğümden beri, evimizde şiirle oturulup şiirle kalkılırdı. Babam Fuzuli’yi, Divan’ını, Nedim’i, Nesimi’yi ezbere bilirdi, Çünkü tekke kültüründe öyleydi, dergâhlarda… Ee kendi şiirleri de vardı babamın. Dost sohbetlerinde şerhler yapılırdı. Şimdi hiç sanmam edebiyat fakültelerinde eski edebiyatın o kadar kuvvetli şerhleri bulunsun.
Peki, neredeler bu şiirler, şerhler? Kayda geçmediler mi?
Hayır, hiç kayıt altına alınmadı. Babamın şöyle bir tarafı vardı, yaptığı hiçbir şeye sahip çıkmamıştır. Çok sanatkâr adamdı. Resim kabiliyeti süperdi, 60 yaşında hat sanatına başlamıştı. Şairdi, nesirleri vardı gazetelerde yayınlanan. Ama yazdığı hiçbir şeye sahip çıkmamıştır, hiçbir şeye. Hayata bırakacağı bir şey olmamıştır. Babam dünyevî kaygılara hiç kapılmamıştır.
Bilineyim kaygısı gütmemiştir yani?
Hayır, kesinlikle bu kaygıdan eser yoktu onda. Parayı da çok bilmezdi. Öyle para pul sahibi insanlar da olmadık hiç. Öyle insanlar gelirdi ki o sohbetlere, düşünün; demirci, sahaf, bakırcı kısaca esnaf gelir, Fuzuli okur, şerhini yaparlardı. Tasavvuf, tarih, felsefe hakkında konuşurlardı. Sözlü kültür de oldukça gelişkindi. Bunları kendileri için yaparlardı. Bilinmek için değil. Aşk insanlarıydı hepsi…
Bugünki anlamından oldukça öte bir aşk… Şimdilerde aşk dedikleri şeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben şuna inanmıyorum, yeryüzünde tamamlanmış bir aşkın olduğuna... Muhabbet çok önemli. Sevginin baktığı yön. Dostluklarınızda, ilişkilerinizde ne olursa olsun, Exupéry'nin dediği gibi, “insanların birbirlerine bakmayıp aynı noktaya bakması”; işte bu gerçek sevgidir. Bundan sonra birbirinizin kusurunu da örtersiniz, kendi kusurunuzu açık etmekten de çekinmezsiniz, hiçbir şey batmaz. Ama dostlukların yüzü birbirine bakarsa o biter. İnsanların yüzü birbirine bakarsa, çok şey bekler ve çabuk koparlar. İnsan zayıf mahlûktur, mükemmel olamaz. Ancak Allah’la irtibatımız bizi sağlam ve güvenilir hale getirir. Bu bir dönem biz de bazı şeyler yaşadık elbet. İnsanın bir iklimi, meselesi var.
Yaşadığınız olumsuzluklar karşısında tavrınız nedir?
Yaşadığım her şeyi bir kazanç olarak değerlendiririm. Başkasına ızdırap gibi gelen şeye hamd ederim. Çünkü hakikaten yaşadığım her olumsuzluk bana bir şeyler katmış, kazandırmıştır. Dünyamı farklılaştırmış, düşüncelerimi değiştirmiş, kendi kusurumu göstermiştir. O sebepten ben, yaşanan her şeyi kazanç hanesine yazanlardanım. Allah’ın indinde de inşallah insanlığımızdan geçeriz; asıl önemli olan o.
Türk Edebiyatı Vakfı’ndasınız, yazmaya devam ediyorsunuz. Durumlar nasıl o dönem?
Rahmetli babam bir gün dedi ki; “hadi ben kızımdan vazgeçtim de korkarım bir sabah uyandığımda beni de vakfetmiş olsun.” Şimdi vakıf olması sebebiyle ticarî bir kazanç yok işin içinde. Ne gecemiz var ne gündüzümüz. O dönem Türkiye Gazetesi bünyesinde yayınlanıyor Türk Edebiyatı dergisi. Normalde her ay paralarını aksatmadan verirdik ama sıkıntılı bir an oldu. Neyse habire arayıp duruyorlar bizi gazeteden, paramızı verin diye. En sonunda bir gün dayanamadım, aradım gazeteyi, “Allah’a hamd u senalar olsun, bugünleri de gördük” dedim, “koskoca Türkiye Gazetesi, Türk Edebiyatı’nın parasıyla dönüyormuş.” Sonra getirdim babamın üç aylığını, paralarını ödedim. Tabii biz de bir ücret alıyorduk ama çok az; hiç büyük taleplerde bulunmadık. İşlerimizi evlere taşıdık, evlerimizi de hizmete sunduk.
Türk Edebiyatı Vakfı çok önemli isimlere de ev sahipliği yapıyordu tabii?
Evet, çok önemli insanlar oradaydı, kültür adamları… Mehmet Kaplan, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Ayhan Songar, İbrahim Kafesoğlu…
(Hemen Ayla Hanımla bir anılarını anlatıyor Belkıs Hanım)
Allah gani gani rahmet eylesin Necip Fazıl’a. Bir gün Ahmet Hoca beni ve Ayla Ablayı Necip Fazıl Kısakürek’le röportaja yolladı. Bizde de teknik malzemeler eksik tabii. Ben Almanya’dan bir teyp getirmişim, onu aldık. Sonra bir yerden de pil aldık. Neyse gittik, biraz da geç kaldık tabii. Röportaja başladık, üstad uzun uzun konuştu. Röportaj bitti. Eve geldik, bir baktık ki meğer kaydetmemişiz konuşmayı. Eyvah, oturdum saatlerce ağladım. Ne yapalım ne edelim. Ahmet Hocaya durumu anlattık. O da, çok üzüldüğümüzü görünce, “aklınızda kaldığı kadarıyla yazın yayınlayalım” dedi. Yayınladık ama o kadar uyduruktu ki, düşünün Necip Fazıl o kadar konuşmuş, siz iki genç, aklınızda kalanları yazıyorsunuz. Neyse, Necip Fazıl aradı vakfı, telefonu kaldırdım. “Siz” dedi, “ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Zaten gelişiniz rezillikti, şimdi de yayınladığınız şeye bakın.” O kadar dolmuştum ki, “valla hocam siz bana ne kadar kızsanız da dün benim yaşadığım üzüntünün binde biri kadar üzemezsiniz beni” dedim. Necip Fazıl’ın sesi yumuşadı, “evladım” dedi, “niye bu kadar üzdün kendini, telafisi olmayan bir şey mi sanki.” İnanın şaşkınlıktan donup kaldım, ne diyeceğimi bilemedim o merhametli ses karşısında.. Zaten 1 hafta sonra da üstad vefat etti.
Ne kadar öfkeli gözükseler de riyasız, duru dupduru insanlardı onlar.
Üyeler arasında Süleyman Demirel ismine de rastladım, ne işi vardı orada, hayırdır?
Ahmet Hocanın iyi niyeti işte, yoksa bu isimlerin vakfa hiçbir faydaları yoktu. Hiçbir şey yaptıkları da… Yalnız, Süleyman Demirel ve Celal Bayar benim nikâh şahidimdi. Hiç haberim yoktu bundan. Ben İbrahim Hakkı Konyalı’yı istemiştim şahitliğe. Çok üzüldüm. Bana ne Süleyman Demirel’den. Nikâh masasındayım, baktım İbrahim Hakkı Konyalı ayakta, o kadar üzüldüm ki kalkıp ona yer veriyorum. Sonra babam uyardı, “kızım sen otur.” Kalktık ayağa, baktım Celal Bayar devrilecek, ondan da kendimi mesul hissettim, düşmesin diye koluna girdim.
Ahmet Kabaklı Hocanın oğluyla evlendiniz değil mi?
Evet, Allah rahmet eylesin kendisine, hocanın vesilesiyle evlenmiştik. Fazla evli kalamadık zaten, yürümedi, ayrıldık. Biraz rahatsızdı, sıkıntıları vardı ama iyi biriydi. Kendisini hep rahmetle anarım, çünkü yaşadığı sıkıntılar, benim farklı bir dünyayı da görmemi sağlamıştır. Allah gani gani rahmet eylesin ona. Şizofrenlerin dünyasını anladım ve onlara nasıl yardım edebileceğimi de…
Ayşe Şasa ile de tanıştınız mı?
Ayşe Hanımla tanışıklığımız kültürel meselelerle ilgili. Ama ruhsal dünyasından çok bahsedemedik. Yalnız kitabından biliyorum oldukça farklı bir dünyası olduğunu. Yakınımda da hep olmuştur şizofrenler, çok da severim, ya onlar beni çekiyor ya da ben onları. Hep şunu söylerim, sanki Allah bize göstermediği bir âlemin kapısını azıcık onlara açmış da bunu taşıyamamışlar gibi. Hepsi için değilse de bazıları için böyle düşünüyorum. Kimileri bu insanlardan kaçınır ama onlarla konuştukça öyle bir afallatırlar ki sizi, doğru bildiğiniz her şeyi altüst ederler.
İbrahim Hakkı Hazretlerinin torunu olarak, bugün eline ney alan, birkaç tasavvufî söz ezberleyen kişilerin kendini tasavvuf ehli sanmasına ne diyorsunuz, kolay mı bu o kadar?
Olur mu hiç, kolay olur mu? Günümüzde tasavvufun bilgi kısmı, literatürü kolayca bilinebiliyor. En ilgisiz insan bile, isim vermekte hiçbir sakınca görmüyorum, Elif Şafak bile Aşk adlı kitabını bir ranta çevirdi bu şekilde. Bu insanlara zulmediyorlar. Birçok genç onun kitabından Mevlânâ’yı öğrendiğini sanıyor. Bu işin bir edebi var. Kalbî bir rabıta gerekli. Hepimizin ruhunun dalgalandığı dönemler oluyor. İnsanlar psikolojik sıkıntılarını kalkıp tasavvufla ilişkilendiriyorlar. Literatürü biliyorlar ama hal denen bir mesele var. Hikmetin dilini yakalamayan bir bilgi ve iç yolculuğa dönüşmeyen bilginin anlamı yok. Her şeyi yaparsın, ibadetini yaparsın ama yine de nasip işi. Kusurlarını gören bir insan olarak bu yaşa gelmişim, hâlâ savaşım bitmemiş. Sandım ki hacda insan uçacak. Oysa kusurlarım katar katar gözümün önünden geçti. Bu kusurları görürsün, bilirsin de yine almazlar seni kapıdan içeri. Bu nasip işi. Benim bunları söylemem bile edeb dışı, çünkü ehli değilim. Bu işler tehlikeli. Halimiz üzre kalmamalıyız.
Dini, zaaflarımıza uydurmak için zorluyoruz.
Mesela İslam’da lüksün yeri yoktur. Lükse zaafımız varsa demeliyiz ki, “bu benim zayıflığım, Allah beni bundan kurtarsın.” Ama kalkıp da buna İslamî bir kulp bulmaya çalışırsanız. Para meselesi özellikle. Para bizim değildir, ona ‘benim’ dediğiniz anda gaflete düşersiniz zaten. Cenab-ı Hakk onu verir ve harcamanın da yolunu gösterir. O senin elindedir, istediğin gibi harca ama asıl meseleyi unutma. Şimdi illa jip alacaksam bileyim ki bu benim zaafımdır. Düşünün bu paralarla kaç aile geçinir. Eşya hizmet etmek içindir, amaç değildir. Mesela bir elbise mi alacağım, o zaman dolabımdaki bir diğerini vermeliyim. Artık insanları bu hususta uyaramıyorsunuz da. Uyarıyı da kendi nefsimiz için değil, Allah rızası için yapmalıyız tabii. Sırf benim nefsime hoş gelmiyor diye onu eleştirirsem bu da kötüdür. Gerçi bu tür uyarılar da kalmadı. Arkadaşınız, dostunuz bile kaldırmıyor artık bunları.
(Ayla Hanım da şunları söylüyor: “Dönem itibariyle de bir şeylere iyi niyetle yaklaşılamıyor. Mesela Belkıs Hanım bu konularla ilgili bir yazı yazıyor. Bir başkası gidip bunu diğerine çarpıtarak soruyor, “siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?” Bu durumda genç yazarlara, muhabirlere çok önemli bir görev düşüyor. Soru sorarken tatlı tatlı sormak, çarpıtmadan. Bunu da yapamıyoruz. Soru sorarken karşımızdakine edeple yaklaşmıyoruz. “Evladım ne oluyor” demek durumunda kalıyorsun. Şu anda habercilik dedikleri şey insanları birbirine düşürmek. Kişisel gelişim kitaplarının ürünü, aşırı ‘kendine güven’ pompalanmış gençlerden istenen bu.)
Evet, böyle bir durum söz konusu. Kimileri kendini mükemmel kabul ediyor ve tenkide uyarıya açık değiller. Bilenlere karşı edepli olmak lazım. Bilenler zaten azaldı da, gençler bunu düşünemiyor. Yalnız şunu da söyleyeyim, büyükler de şunun sınırını kaçırıyor, gençlerdeki bazı hallere tahammül göstermiyorlar. Yoksa elbette dönem şöyle, benmerkezcilik var, ego anlamında. Tamam, insan merkezdir, şerefli bir varlıktır ama asıl kötülük ve cahillik nerede ortaya çıkar, insanın sahip olduğu bu şerefli makamın farkında olmamasından.
Bencilce bir şey, diğerini mağdur etmekten çekinmeyen bir ‘ben’…
Evet, zaten makyavelist bir zihniyet... Kendi amacı için bütün yollar meşrudur. Modern dünya, o şerefli makamın sahibini Allah’tan uzaklaştırıp, insanı Tanrılaştırıyor. Telkin de şu; “Es savur gürle, o sana bunu mu yaptı, sen iki katını yap.” Peki, biz sabrı nereden öğreneceğiz. Sabır sofra başında mı öğrenilir? Aynı düşünceden olan, birbirini seven insanların yanında mı öğrenilir? Havada bir sabır…
Anlaşılan bir sabrı uzaktan seviyoruz?
Aynen öyle, “babam mübarek şöyle sabırlıydı, annem şöyle sabırlıydı, o mübarek sabrıyla ne işler başarmıştı”; iyi tamam bunları söylüyoruz da sen de o mübareklerin torunusun, çocuğusun. Bence günümüzde zihnî bir karmaşa var, duygularımız da yapaylaştırılıyor. Plastik duygusallık diyorum buna, hak ve hakikatin uzağında. Bir işçi, işyerine ya da patronuna zarar veriyor, ben gidip işçi hakları adı altında o işçiyi savunuyorum, işte yapaylık bu, plastik duygusallık. Bunu yaparak ona da diğerine de zarar verdiğinin bilincinde olmamak. “Hakkı ve sabrı tavsiye edin” ayetini bir güzel sıyırıp atmışız hayatımızdan. O sebepten sivil toplum kuruluşları, cemaatler dinî eğitimin yanında ahlakî eğitim de vermeliler. 24 saatlik dilimde en basit işlerimizde dahi bu ahlakla hareket etmeyi bilmemiz lazım.
Peki, Türk Edebiyatı Vakfı’na gelelim yine. Çok kıymetli isimler vardı dedik. Bu isimlerle nasıl bir muhabbetiniz vardı?
Şimdi benim aile çevremden gördüğüm şuydu; ilim sahibi, kültürel zenginliği olan, sanatçı insanlar karşısında hep saygıyla eğilerek, susup dinleyerek mukabele ederdik. Babam da ilerlemiş yaşına rağmen böyleydi. Bir maceram var, yazılarından tanıdığımız insanları idealize ve estetize etmiştik kafamızda. Bu yanlış bir şey aslında. Çünkü insanın bir gerçeği yoktur, birçok gerçeği vardır. Bütün bu gerçekler Cenab-ı Hakk’tan izler taşır. Ben de bu çevrelere girince, zihnimde idealize ettiğim insanların bazı hallerini görünce ilkin dalgalandım. Sonra dedim ki, demek ki bu insan hem o yazıyı yazan, hem de şu anki insan. Bu da insanın zenginliği demek ki…
Bunları yazmayı düşünüyor musunuz, anılarınızı?
Aslında benim olay hafızam çok zayıftır. Mesela Allah rahmet eylesin kendisine, Turgut Cansever ile Mustafa Ruhi Şirin’i meğer ben tanıştırmışım. Geçende biri hatırlattı bana, aklımdan gitmiş. Yaşayıp giden insanlardanım. Yazmak anlamında sadece şunu istiyorum. Zaten önceden çocuklar için peygamber hayatlarını yazmıştım. Allah nasip ederse din büyüklerinin hayatını esas alarak çocuklara İslam’ın ahlakî boyutunu satır aralarında vermek.
Neden özellikle çocuklar?
Çünkü büyükler alacaklarını almış, çocuklara bir şeyler vermek lazım. Çocuk çok bakir ve bizler dünyanın geleceğinden sorumluyuz. Din gaye değil, bir yoldur. O sebepten dinin ahlakî boyutunu geriye çektiğinizde her şey sizin putunuz olur. Allah, insanların yaşanabilirliğini peygamberler üzerinden gösteriyor bize. Yani insanın gücünün ötesinde bir şey istemiyor. Çocuğa ruh dünyasında bir şeyler kazandırmaktı gayem. Belki de şuurlu olarak, bilerek yazdığım tek yazı odur diyebilirim. Çünkü diğerlerine hep telaş, yetiştirme kaygısı bulaşmıştır. Bir de başka bir yazım var sakin kafayla yazdığım, Kıssaların Edebiyata Yansıması… Zaten Kuran-ı Kerim’de de Yusuf suresinde geçer, “kıssalarda size ibret vardır.” Bütün hayatlarda hikmetin dilini kavramaktır amaç. Yoksa hayat denen bir şey yoktur. Şu an vardır sadece. Bizim çok fazla anlamlar yüklediğimiz hayatlar ne ki? Hatıraya saplandığın an kayıptasın. Geçmişten ve yaşadığından alacağını alırsın, beslenirsin ama takılıp kalırsan bu zarar vermeye başlar.
Sizden anılarınızı yazmanızı bekleyenler var ama…
Demek bekleyenler var. Ben şunu diyorum, ne geçmişim vardır ne geleceğim. O an neyse odur yaşam. Eğer yaşamak hissetmekse, hissettiğin anlar kadar ömrün. İster 90 ister 100 yıl hiç önemli değil, hissettiğin an neyse odur. Birileri kitap yazarken onlara yardımcı olurum ama kendim bu konuda biraz tembelim galiba. Tuhaf bir şey bu ama öyle.
(Gülcan Tezcan bu konuda hemen bir çözüm üretiyor ve “siz yazmayın, konuşun; bizler kayıtları yazıya çevirelim” diyor, hepimiz de destekliyoruz.)
Pınar Ulaş sohbet meclisini kayda geçirdi