Necip Fazıl Bey’i çok eskilerden tanıdığınızı biliyoruz. Tanışmanız ne zaman, nasıl oldu acaba?
Efendim, ben Necip Fazıl Bey’i Büyük Doğu’nun neşrinden hemen sonra tanıdım. Büyük Doğu ilk defa 1943 yılının 17 Eylül Cuma günü yayınlandı. Zamanın en mütekâmil matbaalarından biri olan ‘İbrahim Horoz Basımevi’nde dizilip basılıyor, çok temiz bir baskı ve zengin mündericatla büyük boy yayınlanıyor, yirmi kuruşa satılıyordu. Ben o günlerde Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe yeni başlamıştım. Yunus Emre’nin Sarıköy’deki kabrini ziyarete gittim. Kabir çok bakımsız, pek haraptı. Kabrin bu yürekler acısı hâlini, çektiğim fotoğraflarla tespit ettim. Necip Fazıl Bey’in Yunus Emre’ye olan sevgisini biliyordum. Yunus için yazdığı şiir ezberimde idi:
“Rüzgâra bir koku ver ki hırkandan,
Geleyim, izine doğru arkandan;
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan,
Medet ey dervişim, Yunus’um medet!”
diyen Necip Fazıl Bey’e kabre ait fotoğrafları götürüp mezarın harap hâlini anlattım. Üzüldü, fotoğrafları alıkoydu ve mecmuada bu meseleyi ele alacağını söyledi. İşte Üstad’ı tanımama böyle, Yunus’un kabri sebep oldu.
Büyük Doğu’nun bu ilk devrine ait bir hatıranız var mı?
Bu devrede Büyük Doğu’da, “İdeolocya Örgüsü, 1001 Çerçeve, Tanrıkulundan Dinlediklerim, Haftanın Muhasebesi, Doğu’dan, Batı’dan, Tarih” ve meşhur “Röportajlarımız-gazetecilik röportaj demektir” bahisleri vardı. Ve ilk Büyük Doğuların ilk üç sayısında bir de “Nefs Muhasebesi” vardı ki bu yazı dizisi o devirde başlı başına bir hadise olmuş, sorulan suallerin ilki olan ‘Allah’a inanıyor musunuz?’ sualine verilen cevaplar uzun yıllar konuşulmuş, unutulmamıştır.
Siz Büyük Doğu’da fiilen çalıştınız mı?
Efendim, Büyük Doğu haftalık mecmua ve günlük gazete olarak yayınlandı. Bir ara haftalık gazete şeklinde de çıktı. Ben hem dergide hem gazetede uzun-kısa fasılalarla iki buçuk yıl kadar çalıştım. Uzun-kısa fasılalarla diyorum, zira Büyük Doğu sık sık kapatılır, zaman zaman Üstad tevkif edilir veya mahkûm olur, böylece Büyük Doğu’nun neşriyatı inkıtaya uğrardı.
Üstad’ın çalışma tarzı hakkında biraz bilgi verir misiniz?
Üstad, Büyük Doğu’nun her işiyle bizzat meşgul olur ve dolayısıyla çok yorulurdu. Büyük Doğu’da çeşitli imza ile pek çok yazı yazar, diğer yazıları da mutlaka okur, mecmuaya girecek yazıların “Büyük Doğu Ekolü /Mektebi” prensiplerine uygun olmasını ister; hatta kime ait olursa olsun müdahale edip o yazıları düzeltirdi. Üstad, “komünizm” demez “komünizma” der, “ideoloji” demez “ideolocya” der ve bunun neden böyle olduğunu izah ve ispat ederdi. 1944 Büyük Doğuları’nda bir “Lisan” köşesi vardı. “Lügatçemiz” başlığı altında haftalarca bu bahis üzerinde ısrarla durmuş, dilimize girmiş yabancı kelimelerin ne olması gerektiğini birer birer yazmıştı. Üstad’ın bu yazılara müdahalesi bazı muharrirlerle arasının açılmasına sebep olmuştu. Bu mevzuda İsmail Hami Danişmend’le aralarında geçen münakaşayı hâlâ hatırlarım.
Hemen ilave edeyim, Üstad, matbaa tekniğini, mecmua, gazete mizanpajını çok iyi bilirdi. Bütün Büyük Doğu’lar, hem gazete hem dergi olarak Üstad’ın bu maharetini gözler önüne sermektedir. Ve yıllar boyu daima hayretle görebildiğim, Üstad’ın, böyle derginin, gazetenin -hem de günlük gazetenin- her işiyle meşgul olmasına rağmen o nefis yazıları nasıl yazabildiğidir.
Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu’yu ilk çıkardığı yıllarda ve hayatının son aylarında.
Kolay mı yazardı?
Hem de nasıl! Eskilerin “akâmet-i tahrîr” dedikleri hâli ben Üstad’da hiç görmedim. Büyük Doğu’nun dizilip basıldığı matbaa tezgâhlarının ağzı dili olsa da söylese! Çok görmüşümdür. “İdeolocya Örgüsü”nü -ki “Başeserim budur.” derdi- çok zaman matbaada, mürettip tezgâhı üzerinde yazıverirdi. Üstad, İstanbul’un hep Anadolu yakasında oturdu, dolayısıyla vapurla gidip geldi ve bu vapur yolculuğunu dahi boş geçirmeyip Kadıköy-Köprü arasında pek çok yazı yazdı veya yazacaklarını not etti.
Büyük Doğu’daki şu imzalar hep Üstad’a aitti: “Ne-Fe-Ka, Dedektif X Bir, Prof. Dr. Ş.Ü., Adıdeğmez, Be.De, Müverrih, Müstensih, Mürid, Ozan, M.Sarıçizmeli” ve daha şu anda hatırlayamadığım birçok müstear isim... Bu imzalarla çeşitli yazılar yazar, kapak resminden, okuyucu mektuplarına cevaplara kadar her şeyi hazırlar ve bütün bunları şaşılacak bir cehd ü gayretle tamamlar; bu arada bizlere havale ettiği bir iş, onun istediği gibi olmamışsa müthiş öfkelenir ve “Nesli kesilmiş mamutlara döndüm, kimse bana ayak uyduramıyor.” derdi. Bir ara ‘Büyük Doğu Cemiyeti’ni kurdu ve mecmua gailesi arasında bu cemiyet işini de âdeta kendi başına yürüttü. Şubeler açtı, oralara bizzat gidip uzun uzun konuşmalar yaptı, gelenlerle hep kendisi meşgul oldu. Tekrar edeyim, böylesine bir meşguliyet içinde her sayısı bir hadise olan Büyük Doğu’yu nasıl hazırladı, o, bir kütüphanelik kitapları nasıl yazabildi. Hâlâ hayret ederim.
Bazı kimseler Üstad’da bir enaniyetten, kendini beğenmeden bahsederler, ne dersiniz?
Üstad,
“Ellerime uzanan dudakları tepeyim,
Allah diyen, gel, senin ayağından öpeyim!”
diyen adamdır. Hatırlarım, bir yazısının başlığı, “Ben O’nun kölesinin kölesiyim.” idi. Ve:
“Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim,
Bastığınız yeri taş taş öpeyim,
Bir kırıntı yeter kereminizden...”
diyen adamda enaniyet ne gezer? Meseleyi böylesine kavrayan, işin künhünü böylesine bilen kimsede kendini beğenmişlik olur mu? Kaldı ki Üstad, bilmediğini soran, öğrenen adamdı. Çöle İnen Nur’un henüz Büyük Doğu’da tefrika edildiği günlerde bazı bahisleri, o yıllarda İstanbul müftüsü olan merhum Ömer Nasuhi Bilmen’e sorduğuna kaç defa şahid olmuşumdur. Üstad’ın tabiriyle “lüpçüler” “çile” sahibinin haysiyet ve şahsiyetini çekemeyip “Çile”nin haysiyetini korumasını bilen Necip Fazıl Bey’e enaniyet, kendini beğenmişlik isnat etmişlerdir. Bu, serapa bühtandır. Üstad’ın ifadesiyle Galata Kulesi’ne bostan kuyusu demek kadar abestir. Üstad’daki hâl, “enaniyet” değil, “çile”nin haysiyeti, vakarıdır.
Üstad’ın meşhur esprilerinden şu anda hatırlayabildikleriniz var mı?
Üstad’ın esprileri toplansa kocaman bir cilt kitap olur. Büyük Doğu’daki “Ağlatan Mizah” ve “Gülebilsek” sütunlarını Üstad yazardı. Hususi hayatında da bol espri yapardı. Meşhurdur bunlar. Mesela, Büyük Doğu’ya gelip giden üniversiteli bir genç vardı. Sık sık gelir, Üstad’a hürmet eder, hatta bazı işlerimize de yardımcı olurdu. Günün birinde bu genç görünmez oldu. Nice zaman sonra Üstad’la Bâb-ı Âli’den çıkarken bu gence rastladık. Kucağında paketler hızla aşağı iniyordu. Bizi görünce durdu. Paketler arasından zorlukla iki gazete çıkarıp bize birer tane verdi ve Üstad’a, “Efendim, bu gazeteyi ben çıkarıyorum.” dedi. Ayrıldık, iki yaprak amatör işi bir gazete idi. Üstad, şöyle bir evirip çevirdi, gazeteyi bana verdi ve:
-Mustafa, bu çocuğun böyle gazete çıkarması, Kanunî Sultan Süleyman’ın şamdancıbaşısının Kanunî namına Viyana Seferi’ne çıkmasına benzeri,” dedi.
Bir espri daha... “Kumandan” diye andığımız, askeriyeden emekli bir arkadaşımızın hayli eski model ve biraz fazlaca yıpranmış bir arabası vardı. Üstad bu arabayı görünce sağına soluna hayretle baktı ve sonra arkadaşımıza:
- Kumandan, dedi, “Sen bu arabayı Amerika’ya götür, emin ol, Marşal yardımından çok para alırsın.”
Üstad’ın mahkemelerdeki davalarının da birer hadise olduğu söyleniyor, ne dersiniz?
Doğrudur. Üstad, “Ben her devrin mazlumu, makhûru, mahrumu ve mahkûmuyum.” derdi. Çok davası oldu.
Bir zamanlar Sirkeci’deki Büyük Postane’nin üstü adliye idi. Basın davalarına çarşamba günleri bakılırdı. Bazı günler Üstad’ın ağır cezada da davası olur, bazen de yeni davalar için ifadeye çağrılır, böylece Üstad, haftanın birkaç gününü de adliye koridorlarında geçirirdi. Abdurrahman Şeref Laç Üstad’ın avukatı idi. Duruşmaya beraber girerlerdi amma Üstad, avukatına pek iş bırakmazdı.
Necip Fazıl Bey’in davası olduğu günler mahkeme salonu önceden dolardı. Üstad, bazen karşı taraf avukatına bazen savcıya öylesine cevaplar verir, bazen de müdafaasında o derece güzel konuşurdu ki dinleyiciler tezahürat için kendilerini zor tutar, ara sıra salondan dışarı çıkarılanlar da olurdu.
Meşhur Abdülhamid Davası’na ağır cezada bakılıyordu. O günlerin ünlü savcısı Hicabi Dinç, bir celsede Üstad’a “Şaşkın sanık!” demiş ve ondan şu cevabı almıştı:
- Ana rahminden şaşkın doğan ve mezara kadar bu hüviyetini muhafaza edecek olan bu Bay’ın, kendi üzerinden alıp bizim üzerimize bir toz zerresi gibi kondurmak istediği sıfatı bir fiskeyle aslî sahibine iade ederiz.
Yine hatırlarım, Üstad, bir müesseseden “milletin başına bela olan” diye bahsetmiş ve o müessese tarafından hakaret davası açılmıştı. Üstad, mahkemede, bela sözünün hakaret olmayacağını, insanın sevdiğine icabında “Ne bela şeysin!” diyebileceğini iddia ile divan edebiyatında bela üzerine söylenmiş mısra ve beyitleri duruşmasında uzun uzun okumuş ve bunları dinletmesini de bilmişti.
Beraat ettiği davalar elbette vardı. Bazılarından da mahkûm oldu. Çeşitli hapishanelerde yattı. Hapishanenin çilesini Zindandan Mehmed’e Mektup’ta yazdı. Cinnet Mustatili de hapishane hatıralarıdır. Malatya davasında bir yıl mevkuf kaldıktan sonra beraat etmiş ve Cinnet Mustatili’ni o sırada yazmıştır.
Üstad’ın müsrif olduğu pek çok söylenir, doğru mudur?
- Bu sualinizdeki “müsrif” kelimesini “mükrim”le değiştirirseniz, evet derim. Üstad ikramı sever, hem de çok severdi. Evine bir defa olsun gitmiş olanlar, Üstad’ın ikramda ne kadar cömert olduğunu görmüşlerdir. “Müsrif” sözü, işte bu ikramdaki cömertliğinden galattır.
Üstad, yazdığı yazıyı neşrinden evvel başkalarına okur mu idi?
Bazı yazılarını idarehanede okuduğu olurdu. Ben Sakarya’nın Destanı’nı bu şekilde pek çok dinledim. Bir de Nam-ı diğer Parmaksız Salih filme alınmıştı. İlk gecesi bu eseri Beyoğlu’nda sinemada seyrettikten sonra Üstad’ı Kadıköy vapuruna bırakmak üzere Yüksekkaldırım’dan iniyorduk. Nasıl oldu bilmem, gecenin sessizliği, sokakların boşluğu, kaldırımların hâli mi, ne tesir etti bilemiyorum; Üstad, Kaldırımlar’ı okumaya başladı. Ve tamamını okudu ki bu, Nam-ı diğer Parmaksız Salih’ten daha makbule geçti.
Üstad’ın vasiyeti hakkında ne dersiniz?
Tamam, işte bütün mesele bu sualde. Malum, Üstad’ın vasiyeti Esselam’ın sonundadır. Vefatı dolayısıyla Millî Gazete’de de yayınlandı. Üstad, vasiyetinin sonunda, “Beni, Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış dîvânesi olarak arada bir hatırlayınız.” diyor. Bizim şu konuşmamız, sizin de dediğiniz gibi rahmete vesile olur ümidiyle yapılmıştır.
Üstad daima hatırlanmalı, rahmetle anılmalı, affına, mağfiretine dua edilmelidir. Gönüldaşlarımdan ricam, vasiyetin dokuzuncu maddesinin dikkatle okunması ve Üstad’ın isteğinin yerine getirilmesidir.
Vasiyetin o maddesinde Üstad, “Şimdi sıra en büyük dileğimde!” diyor ve ilave ediyor:
“Müslümanlardan, eğer bu davada hizmetim geçtiğine inanan varsa şunları istiyorum: Her ferdin, herhangi bir kifayet hesabına yanaşmaksızın benim için ‘Necip Fazıl’ın kaza borcuna karşılık’ niyetiyle bir günlük (5 vakit) namaz kılması ve yine bir gün oruç tutması... Mevtanın ardından, onun için kaza namazı Şafiî ictihadınca caizdir ve aynı ictihad Hanefîlerce de rahmettir.
Her ferdin, en aşağı yüz tevhid kelimesi okuyup sevabının mislini bana hediye etmesi... Yetmiş bine dolması lazım.
Bir de üzerimde hakkı olanların, bunu Allah rızası için helal etmeleri.”
Üstad’ın vasiyetinin bir maddesi budur ve bu vasiyetin sahibi, mücadelesi, mücahedesiyle vazifesini yapmıştır. Şimdi vazife sırası bizdedir. Onun namazına duran o muazzam topluluk, bu vasiyeti şimdiye dek yerine getirmemişse bundan böyle olsun getirmeli. Üstad’ı borçlu yatırmamalı, bilhassa üzerinde hakkı olanlar, bunu Allah rızası için helal etmelidirler. Dün ona alkış tutan eller bundan böyle onun huzur-ı ahireti için herhâlde açılmalı, Üstad için birer sadaka-i cariye olduğuna inandığım eserleri, vasiyetine uygun olarak tekrar tekrar basılıp genç kuşaklara tanıtılmalı, onun defter-i âmâli kapanmamalıdır.
Benim, Üstad’ın vefatının hemen haftasında söyleyeceklerim şimdilik bu kadardır. Daha yazılıp söylenecek çok şey var. Her sayısı ayrı bir tetkik mevzuu olan Büyük Doğular var. Üstad’ın, Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar uzanan konferanslar var. Kitapları var. Ancak bunların hepsinden evvel Üstad’ın vasiyeti var. Bu vasiyet yerine getirilmeli ve tekrar edeyim, onun üzerinde hakkı olanlar, Allah rızası için bunu helal etmelidirler.
Mevlâ rahmet eylesin, affu mağfiret etsin!
“Âmin!”
Kaynak: MUSTAFA MÜFTÜOĞLU, YALAN SÖYLEYEN TARİH UTANSIN, GERÇEK YAYINLARI, Cilt 12, Sayfa: 135-143