Mustafa Uçurum: “Yazmak, insanın kendini tatmin ettiği bir araç değil, okuyucuların gönlüne dokunan bir ışığın ardına düşmektir.”

“Kurduğum her yeni cümle benim bir parçam oluyor. Cümlelerle kurulu dünyada yazdığım şiirler, öyküler, denemeler benim bir özetim gibi âdeta.” Tülay Aydın’ın söyleşisi.

Mustafa Uçurum: “Yazmak, insanın kendini tatmin ettiği bir araç değil, okuyucuların gönlüne dokunan bir ışığın ardına düşmektir.”

Değerli Mustafa Uçurum, birçok okur sizi kitaplarınızdan, söyleşilerinizden tanıyor elbette. Öz geçmişinizi de röportajın başlangıcında okurlarımıza sunduk. Sizi daha iyi tanımak adına; “Irmaklarla büyüyen şair” bize farklı yönlerini anlatmak isterse nasıl tanımlar kendisini? Kimdir Mustafa Uçurum?

Hayatının merkezinde okumak ve yazmak olan, Anadolu’nun bereketini tüm hücrelerinde hisseden ve yaşamak kaygısını zihninden eksik etmeyen bir faniyim. Yaşadığım yerin her zaman yerlisi saydım kendimi. Taşını, toprağını gönülden kabul ettim bulunduğum yerin. Eğreti yaşamıyorum hayatı. Gönülden olsun istiyorum ne olacaksa. Yazarken, yaşarken gönülden.

Sessizliğimi içimde yaşarım. Plan yapmayı sevmem. Akışına bırakırım her şeyi. İnanırım ki su akar yatağını bulur. Cümleleri kendime yoldaş edinirken en büyük destekçim içime dokunan bir müziğin tınılarıdır. Bu, genelde bir Müslüm Gürses şarkısı olur. İlham gibi bir boş inancım hiç olmadı. Yazmak için öyle alengirli ortamlar aramam. Kafam dinç olsun yeter. Dizimin üzerinde durur bilgisayarım. Not defterim hep yanımdadır. Geçip giden zamana olan bağlılığımın en net göstergesi kolumdan eksik etmediğim saatimdir.

Kalemlerim vardır çeşit çeşit. Çocukluğumdan bu yana kalem ve saate karşı bir tutkum var. Beni bu ikili çok mutlu eder. Cebimde bir dizi kalemim, kolumda da saatim varsa yola düşmek için her şey hazırdır bende.

Tokat’ın Yeşilırmak’ı, Sakarya’nın Sakarya Nehri, Sivas’ın Kızılırmak’ı hep sırdaşım oldu. Şehrin kalabalığından sıkıldığım anlarda nefes almak için soluğu hemen ırmak kıyısında aldım. Bir de “Toprak Rengi Hayat” öykümdeki şu ifade benim özetim gibi;

“Sahi, kuzeyden mi geldin, yoksa doğusundan mı bu coğrafyanın?

Ortasından. Acının, kederin ve anlaşılamamanın tam ortasından geldim. Elini değdirdiğin toprak; biraz hüzün, biraz deniz, biraz da küskünlüğümdür. Sanma ki kenarından geçiyorum hayatın. Tam ortasından geliyorum ve ikiye ayırıyorum yazgımı. Doğuyla batı arasında bir yerlerdeyim. Say ki ırmağım yeşil, adım saklı defterde.”

Asıl mesleğiniz öğretmenlik, uzun zamandır da okul yöneticiliği yapmaktasınız. Bir süre gazetecilik mesleğini de ifa ettiniz. Dergiler çıkardınız, köşe yazıları yazdınız, yazmaya da devam ediyorsunuz, bunun yanı sıra şair, yazar olarak da sizi edebiyat ortamında görüyoruz. Hepsi sizin hayatınıza yön veren meslekler, birçok alanda hizmet verdiniz ve vermeye de devam ediyorsunuz. En çok hangi yönünüz sizin kişiliğinizle bütünleşti?

Öğretmenlik mesleğini isteyerek seçtim. Tüm tercihlerim edebiyattı. Huzur buluyorum işimi yaparken. Bunun yanında “okumak”, “yazmak” benim yaşam biçimim. Ben okumadan, yazmadan duramam herhalde. Son yıllarda şu şekilde ifade ediyorum kendimi; “Öğretmenlik benim hayatımı sağlayan mesleğim ama yazarlık benim yaşam biçimim. Yazarak hayatı kendime anlamlı hale getiriyorum. Okuyarak kendimi yeniliyorum. Bir yazar gözüyle bakıyorum hayata.

Kurduğum her yeni cümle benim bir parçam oluyor. Cümlelerle kurulu dünyada yazdığım şiirler, öyküler, denemeler benim bir özetim gibi adeta.

Yazı, hayatınızın merkezinde; ortaya koyduğunuz eserlerinizden bunu görebiliyoruz. İlk şiirinizi ve öykünüzü ne zaman yazdınız? Yazma serüveninizden bize biraz bahsedebilir misiniz? Sizin için edebiyat ne ifade ediyor? Nedir bu edebiyat denen şey?

Çocukluğum kitap okumakla geçti. Anneme ve anneanneme romanlar okurdum. Televizyonun evlere girmediği zamanlardan bahsediyorum. Beni bir dizi filmi izler gibi dinleyen iki kadın. Hem de heyecanla ve arka sayfada ne olacak acaba diye merakla bekleyerek…

7. sınıftayken Türkçe öğretmenim benden bir şiir yazmamı istedi. Benim çok kitap okuduğumu bildiği için herhalde yazacağımı düşündü ama ben bunu hiç düşünemedim. Çünkü bir çocuğun şiir yazabileceğini aklıma bile getirmemiştim. O güne kadar şiirini ezberlediğim şairlerin tümü yaşlıydı ve birçoğu da ölmüştü. Elbette öğretmenime itiraz etmedim. Eve gittim. Annemi anlatan bir şiir yazdım. Ertesi gün şiirimi öğretmenime verdim. Aradan bir ay geçmişti. Verdiğim şiiri çoktan unutmuştum ben. Öğretmenim sınıfa bir kutu kitap getirdi. “Bunlar senin.” diyerek kitapları bana verdi. Yazdığım şiir yarışmada birinci olmuştu. Bu benim çok hoşuma gitti. Şiir yazdım, ödül kazandım. Bu şiir, bir çocuk dergisinde yayınlandı. Bütün bunlar beni çok mutlu etti. Şiire daha sıkı sarıldım. Okumanın yanına yazmayı da böylelikle eklemiş oldum.

Sait Faik’in öyküleriyle tanışınca da “Ben de böyle öyküler yazabilirim” dedim lise yıllarında ve yazmaya başladım.

Edebiyat benim sırdaşım oldu. Günlüklerim oldu dert ortağım. Aksatmadan yazdım defterime. Bu da benim yazıyla olan bağımı güçlendirdi. Edebiyat benim hayata karşı duruşumun en net göstergesi oldu. Benim dışa açılan kapım…

Düşünüyorum da hayatımda edebiyat olmasaydı şu salgın günlerinde ne yapardım acaba? Benim için büyük bir kazanç oldu ev günleri. Edebiyatın sonsuz güzellikleriyle günlerimi dopdolu geçirdim. Yeni okumalarımı, tekrar okumalarımı yaptım.

Bizim dergimiz de dahil olmak üzere birçok dergide de şiir, öykü ve deneme yazılarınız yayımlandı. Bugüne kadar da 12 adet kitabınız çıktı. İlk çıkan “Tenhalayın Kalbimi” isimli şiir kitabınız. İlk kez bir dergide yayınlanan yazınız ve ilk çıkan kitabınız hakkında hissettiklerinizi bizimle paylaşabilir misiniz? Yazar adaylarına neler önerirsiniz?

Dergiler hayatımın merkezinde. Bu yeni bir şey değil. 1993 yılından bu yana dergilerle iç içeyim. Bu, üniversitenin birinci sınıfına rast geliyor. Dergiler okudum, şiirler yazdım, denemeler yazdım. 1996 yılında Konya’da yayınlanan Çerağ Dergisi’nde yayımlanan şiirim gerçek anlamda bir dergide yer alan ilk şiirimdir. Bu elbette beni çok mutlu etti. Çünkü dergide benim de severek okuduğum birçok şair vardı. Onlarla aynı dergide olmak kendime karşı olan güvenimi arttırdı. Daha ciddi metinler yazmaya başladım. Çünkü yazdıklarımı artık sadece ben okumayacaktım. Daha sonra yine 1996 yılında Sivas’ta kendi dergimiz Martı’yı çıkardık. Orada da şiir ve denemelerimi yayımladım.

2006 yılında da ilk kitabım Tenhalayın Kalbimi çıktı. Şiirlerimi bir kitapta görmek tarifi imkânsız bir duyguydu. Kitaptan sonra yazma uğraşına daha ciddi eğilmem gerektiğine inandım çünkü yazdıklarım beni temsil eden en önemli belgeydi. Hâl böyleyken, bu temsilin en iyi şekilde olması gerektiğinden yoğun okumalarım devam etti. Çünkü iyi bir metin ortaya koymanın ilk şartı, iyi bir okuyucu olmaktan geçer.

Dergi takip etmek, günümüz edebiyatının nabzını tutmak demektir. Edebiyata ilgi duyan, yazmayı hayat biçimi haline getirmek isteyen gençlere benim ilk tavsiyem; en az üç dergiyi takip etmeleridir. Bizden önceki ustaların eserlerinin yanında dergileri de takip ederek günümüz edebiyatı hakkında bilgi sahibi olmadan yazılan metinlerin sağlam bir temele oturacağına inanmıyorum.  Kıstasımız net: İyi bir yazar olmanın yolu iyi bir okuyucu olmaktan geçer.

Kitaplarınıza koyduğunuz isimler kendine özgü, akılda kalıcı, hatta sizi tam anlamıyla ifade eden kitap isimleri. “Tenhalayın Kalbimi”, “Esmerliğime Bakma”, “Fedakâr Dost”, “Çocuklar Çocukluğunu Bilsin”, “Irmaklarla Büyüyen Çocuk”, “Konuştukça Memleket”, “Deneme Çekimi”, “Kalbime Takılan Uçurtma”, “Şairin Aynası”, “Şehirde Yeni Bir Rüzgâr”, “Dünya Telaşı” ve son çıkan kitabınız “Uçurumda Bir Gömü”. Bütün bu isimlerin içinde gizli hazine gibi “uçuruma gömülü bir Mustafa” var. Kitapların içeriğine baktığımızda hayatınızdan kesitleri biraz da kurgulayarak şiire ve öyküye serpiştirmişsiniz. Sizin hazinenizi oluşturan bu isimler nasıl hayat buldu?

Kitapların isimlerini seçerken özgün olmalarına dikkat ederim. Kitap isminin de bir kimliği olduğuna inanırım. Emek verdiğim kitabım adıyla da beni yansıtmalı. Tek olmalı. Buna dikkat ederek kitap isimleri bulmaya çalışıyorum. Birkaç kitabım hariç, tüm kitaplarımın isimleri tektir. Aynı isimde başka bir kitap bulmak imkânsız.

Benim yaşadığım hayatın bir özeti olmalı kitabım. İlk kitabım “Tenhalayın Kalbimi” çıktığı zamanlar oldukça yalnızdım. Bir insanın en büyük hazinesi yalnızlığıdır derdim. Nerede sessizlik varsa oraya kaçardım. En çok da ırmak kıyısına. İkinci şiir kitabım en telaşlı zamanlarımın şiiriyle geldi, kitabın adı da “Dünya Telaşı” oldu. Elbette ilerleyen yaşın da bunda etkisi var. Son şiir kitabım “Konuştukça Memleket”, sesimizin gür çıkması gerektiği zamanları müjdeleyen bir kitap. Çok ve kalabalık olacağız ki dünyadaki zulümlere karşı sesimiz gür çıksın.

Uçurumda Bir Gömü ise içimdeki gizli hazine olan öykülere gönderme olarak seçilen bir isim oldu. “Bir şairin gizli hazinesidir öyküleridir” mesajını kitabın ismi ile verelim istedim.

Birçok kitabımın ismi kendine özeldir. Yani kitapta o isimde bir şiir ya da yazı yer almadan kitabın tümünü içine alan isimleri tercih ettiğim kitaplarım da oldu. “Kalbime Takılan Uçurtma” isimli bir öyküm yok ama bu benim çocuklar için yazdığım kitabın adı. Çocukluğumu bir uçurtmaya benzettiğim için böyle bir isim tercih etmiştim. “Irmaklarla Büyüyen Çocuk” da aynı şekilde. Bir çocuğun ırmak tutkusunu anlattığım kitabım bu da.

“Ne zaman uyandıysam kitabın ortasından konuştum/ Demek uyanmak böyleymiş hayat bizi çekerken içine” Dünya Telaşı-Mahcubuz Mütemadiyen şiirinizde söylediğiniz gibi; hayatınız boyunca hep kitabın ortasından mı konuştunuz?

İnsan, sözünü net bir şekilde söylediği müddetçe dünyadaki yerini sağlamlaştırır. Eğilip bükülmeden, dosdoğru olarak saygınlığını korur. Hayatta hep buna dikkat ettim. Mehmet Âkif’in sözünü de rehber edindim kendime; “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.”

“Bir sokak çıkmaz olmaya görsün yüzüne kapanır birden gökyüzü” Dünya Telaşı-Sivil Bir Sevdalık şiirinizdeki mısralar etkileyici. Kullandığınız imgeler okuyanı farklı duygulara yönlendiriyor.  Şiirlerde kullanılan imgeler, metaforlar yerinde kullanıldığında şiiri başka bir yere taşıyor elbette. Irmak, çöl, yangın, anne, çocuk, esmer, şehir, kahverengi, tren, deniz, yaprak ve ev imgelerini birçok şiirinizde sıklıkla kullandığınızı görüyoruz. Bunlar sizin için ne ifade ediyor? Ve imge bir şiirin, öykünün olmazsa olmazı mı?

Sözü güzel söyleme sanatıdır edebiyat. Her şeyi olduğu gibi anlatamayız. Anlatırsak bu, haber metni olur. Bu yüzden söze güç katacak materyalleri kullanmak gerekiyor. İmge, kurgu, edebî sanatlar ve daha birçok argüman, yazar ve şairin zenginliğidir. Bunları kullanarak sözü edebî değere yükseltiriz.

Bazı sözler yazar ve şairin kimliği gibidir. Üslubunun parçaları olur bazı ifadeler. Bu da olması gerekendir zaten. Hayattan bir parça gibi. Şairin aynası gibi. Nasıl ki ölüm dediğimizde aklımıza Cahit Sıtkı Tarancı gelir, diriliş dediğimizde Sezai Karakoç; bunun gibi bir imgesi olmalı şairin. Neyi çok yaşarsa, neyden çok etkilenirse ona daha sıkı sarılır yazan kişi. Ben ırmaksız, rüzgârsız, annesiz yapamam. Bunlar benim için imgeden daha fazlasıdır. Hayatımın parçasıdır. Elbette bunları dile getiriyorum ister istemez. Hani bülbülün on türküsü varmış onu da gül üstüne; benimki de o hesap.

Modern öykü kuramlarından hangisine yakın hissediyorsunuz kaleminizi? Varoluşçuluk, gerçekçilik, modernizm, post modern kavramlarıyla birlikte günümüz öyküsünün gelişimi hakkında neler söylersiniz ve sizi etkileyen yazarlar, şairler kimlerdir?

Yazarken kendimi hiç sınırlamam. Kalıplara sokmak istemem. Rahat olsun isterim anlatımım. Bir öyküye başlarım, bakarım ki olay öyküsü olmuş. Başka bir öyküde ise durum öyküsünün sınırlarını zorlamışım. Eğer anlatacağım olay fantastik bir zemine uygunsa o yolu izlerim. Böyle olunca daha rahat hissediyorum kendimi. Sınırlar yok çünkü önümde. Uçsuz bucaksız edebiyat vadisinde güzellikler derliyorum gönlümce.

Günümüz edebiyatında öykünün yeri çok sağlam. Son yıllarda yükselen bir grafiği var öykünün. Dergiler kitaplar derken öykücüler daha fazla yer almaya başladı edebiyat mahfillerinde. Biz hikâyesi olan bir milletiz. Anlatıma dayalı bir geçmişimiz var. Bu yüzden de öyküye olan ilgi artıyor. Bir de şu var; ortaya konan her olay yazısının öykü olduğu gibi bir yanlış algı var. Elbette bu kadar kolay olmamalı öykü. Onun da kendi içinde kuralları ve kuramları var. Bunlara hakim olmadan anlatılanlar sadece anıdan ibaret metinler olarak kalır.

Ben Sait Faik okuyarak öykü yazmaya karar verdim. Benim öyküdeki ustam Sait Faik’tir. Hayatın öyküye konu edinilebileceğini ben onun hikâyelerinde gördüm. Öyküdeki ustalarım; Ömer Seyfettin, Refik Halid Karay, Sait Faik Abasıyanık ve Çehov.

Şiirdeki ustalarım; Necip Fazıl, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Turgut Uyar, Edip Cansever.

“Kendini yazıyla ifade etmediği zaman kendini görevini ifada ihmale düşmüş biri olarak görüyorsa, bence o kişiye yazar dememiz gerekiyor” diyor Rasim Özdenören. Siz, bir yazarı nasıl tarif edersiniz? Derdi meselesi olan mı yazar?

Yazmayı bir sorumluluk olarak görüyorum. Yazdığımız her cümlenin bir vebali olduğuna inanıyorum. Bu yüzden rastgele cümleler kurmaktan Allah’a sığınırım hep. Bize böyle bir yetenek verildiyse bunu hakkıyla kullanmak gerek. Hakikati dile getirmektir yazmak. Eğer bunu yapmıyorsa, boş sözden başka bir şey değildir kurulan tüm cümleler.

Birçok yazar ve yazarlık atölyesi öğrencileriniz kitaplarınız hakkında tahlil yazıları kaleme alarak yorumladılar. Bunları okuduğunuzda neler hissediyorsunuz?

Yaptığınız bir çalışmanın karşılık bulması, dile getirilmesi elbette tarifsiz bir mutluluk. Kitaplarım hakkında yazılan her yazı, söylenen her cümle benim için çok kıymetli. Ben bu yazıları bir yol haritası gibi okuyorum. Yazdıklarımın başkalarındaki karşılığını görmüş oluyorum. Onlar üzerindeki etkisini bu yazılar ortaya koyuyor. Yeni yazacaklarım için de bu tür yazılar bana ipucu vermiş oluyor.

Şiirlerinizde ya da öykülerinizde sıradan cümleler yok, o kelimenin ardında belki de kocaman bir dünya var ve hedefini bulan cümleler çıkıyor ortaya. Sizi etkileyen ve çağrışıma sebep olan bir zaman, mekân, his, koku, fotoğraf, duyduğunuz bir ses, bir melodi mi tetikliyor, yönlendiriyor yoksa bunların hiçbiri olmadan da yazıya odaklanarak ortaya bir şeyler çıkarabiliyor musunuz, konuları neye göre belirliyorsunuz?

Yaşadığımız hayat bizim elimizdeki en bereketli kaynak. Ben yaşarken yazıyorum. Masa başında kurgulamıyorum yazdıklarımı. Gözlem gücüme çok güvenirim. Attığım her adım bana sonsuz imgeler sunuyor. Önemli olan aslında hayatın sunduğu bu güzelliklerin farkına varabilmek. Ben bu yüzden konu sıkıntısı çekmiyorum. Yaşadıklarım ve okuduklarım benim yazacaklarımın temelini oluşturuyor. Şahit olduklarımı sadece görüp geçmiyorum. Onları alıp gönül dünyamda şekillendirerek bir edebiyat eseri haline getiriyorum. Önceden de ifade ettiğim gibi yaşadıklarımı olduğu gibi alırsam edebî eser olmaz. Onları şairlik ve yazarlık kumaşı ile süslüyorum.

Bir gecekondunun yanından geçerken derme çatma evin gölgesinde gördüğüm bir papatya bana bir şiiri sunuyor ve “Gölgesinde Papatya” şiiri ortaya çıkıyor. Seyahat ederken arabamıza aldığımız Ahmet’in anlattıkları orada kalmıyor, bende “Kırık Ahmet” öyküsünün kahramanı oluyor. Arkadaşımın; “Bi polar alabilir miyim?” sözünü hemen alıp bir öykü elbisesi giydiriyorum bu cümleye. Azerbaycan’ın Karabağ’daki zaferini tarihe bir not olsun diye şiirle kutluyorum.

Malatya’dan dönerken kar nedeniyle yolda kalmıştık. Yüzlerce araç bir petrol ofisine sığındık. Kamyoncuların bir durağıydı burası. Yirmi saate yakın kaldığımız bu yerde yaşadıklarımdan ve dinlediklerimden iki öykü iki de yazı çıkardım. Kamyoncuların hayatlarını; “Kar Molasında Sosyoloji Dersleri” isimli yazımla tarihe bir not olarak düştüm.

Köşe yazarlığı da duyarlı olmakla ilgili bir durum. Ülkemizde ve dünyada olup bitenlere kulak vererek yazılar ortaya çıkarıyoruz.

Masa başında, hiçbir hayat emaresi olmayan yazılarla hayatın rengi olan yazılar kendini ele veriyor. Cümlelerde hayatın rengi olmalı. Sait Faik’i çok sevmemin sebebi de bu işte. Yaşamış ve yazmış. Rastgele bir ömür sürmemek gerekiyor. Konu sıkıntısı çeken kişi, hayatı farkında olmadan yaşıyor demektir. Bahar geliyor, çiçekler açtı, doğa dirilişe geçti. Bunu sadece izleyebiliriz hayranlıkla. Çünkü bu müthiş bir şiirdir. Ben izlerken hissettiğim bu şiiri kendi dünyamda kendi şiirime dönüştürüyorum.

“Roman hep sayıyla kazanır, oysa öykünün bu maçı nakavtla alması gerekir.” Julio Cortázar’ın da ifadesindeki gibi öyküler edebiyat ortamında zor bir maça mı çıkıyor?

Az sözle çok anlam ifade etmek aslında başlı başına bir sanattır. Sözü dolandırmadan meramınızı anlatmanız gerekir. Romanda sayfa sınırlaması olmadığı için yazar dilediğince geniş bir zamana yayar cümlelerini. Öyküde ise sınırlı bir sayfada bunu yapmak zorundasınız. Durum böyle olsa da ben özellikle günümüzde öykünün daha şanslı olduğunu düşünüyorum. Hız çağında yaşıyoruz. Birçok okuyucu yüzlerce sayfalık romanların dünyasına girmek yerine tadında kalan bir öyküyü okumayı tercih ediyor. Günümüzde öykünün çok rağbet görmesinin ve beğeni grafiğinin yükselmesinin sebebi de hacim olarak kısa olmasından kaynaklanıyor diyebiliriz. Bir öykü okunuyor, onun dünyasına giriliyor. Olayların arkasındaki görünmeyen büyük dünyayı okuyucu kendi hayal dünyasında büyültebiliyor.

Hür tefekkürün kalesi olan dergiler aynı zamanda bir okul niteliği de taşıyor. Dergiler konusunda ne kadar hassas olduğunuzu görüyoruz. Bu konuda çok güzel bir misyon yüklendiniz ve dergilere hak ettiği değeri veriyorsunuz. Buna bizim dergimiz de dahil. Bu davranışınız takdire şayan. Bugüne kadar böyle kapsamlı bir görevi yüklenen hiç kimse olmadı. Bu konuda ilksiniz. Bir ay içinde en az 16 dergiyi yorumlayıp Dünya Bizim internet sitesinde yayınlayarak bir arşiv oluşturuyorsunuz. Üstelik bunu her ay yapıyorsunuz, mümkün olduğunca da hiçbir dergiyi atlamadan. Bir yıl boyunca bu kadar dergi okuyup yorumlamak nasıl bir görev aşkıdır, bu konuda neler söylemek istersiniz? Bu misyonu yüklenmek nereden aklınıza geldi?

Dergiler benim hayatımın içinde. Otuz yıla yaklaşan bir süreden bahsediyorum. Okuyorum dergileri. Dergilerde yazmayı çok önemsiyorum. Her ay takip ettiğim onlarca dergi var. Bunca dergiyi okuyup bir kenara koymak yerine çok büyük bir emek mahsulü olan dergilere ben de mütevazı bir katkı yapmak istedim. Okuduğum dergilerden beni yakalayan şiirleri, yazıları zaten not olarak alıyordum. Bunları herkes okusun, dergilere karşı ilgi artsın, verdiğim örnek yazı ve şiirler birilerinin ilgisini çeksin ve özellikle gençlerin dergilerle tanışmalarına vesile olsun diyerek başladım bu yazılara. Her ay dört yazı şeklinde en az yirmi dergiye çıktı hakkında yazdığım dergilerin sayısı. Bu bana büyük bir keyif veriyor. Özellikle özelden yazıp da “Dergideki yazı çok hoşuma gitti. O dergiye nasıl ulaşabiliriz?” tarzındaki sorular benim de hedefime ulaştığımı gösteriyor.

“Bence her şair, şiir hayatı boyunca, üç burçtan: Gurbet, hasret ve hikmet burçlarından geçiyor” diyerek Behçet Necatigil farklı yorumla şairin hayatını yönlendiren durumlardan bahsediyor. Yazar ve şair olmak, edebiyat alanında özgün eserler vermek için kendini yetiştirmekten, okumaktan, etkilenmekten geçtiğine göre bu bağlamda siz neler söylemek istersiniz edebiyatseverlere?

Yaşadıklarımız, okuduklarımız ve şahit olduklarımız gibi bir dünya var elimizin altında. Tüm bunlar yazar ve şairlerin elinde yoğrularak edebî eser oluyor. Ben çocukluğumdan beri günlük tutuyorum. Yazar ve şairlerin günlüklerini okumayı da çok seviyorum çünkü orada yazarın kendisi var. Attığı adım, aldığı nefes var. Onların okudukları kitapları, etkilendikleri isimleri öğrenerek kendime dair notlar alıyorum.

Yaşamak bir ipucudur hepimize. Bunu tüm hücrelerimizde hissettiğimizde ne güzellikleri yaşadığımızı ve neyi kaçırdığımızı görebiliyoruz. Farkında olarak yaşamak diyorum ben buna. Hayatı kendin için anlamlı hale getirmek… Bir kenara çekilmemek… Refik Halid sürgünlükler yaşamış bir yazarımız. Bu, onu hayata küstürmemiş. Bilakis sürgünde yazdıklarıyla adından sürgün yazarı olarak bahsedilmesini sağlamış bu yaşadıkları.

Ben askerdeyken asker hikâyeleri yazdım, yayla köyünde çalışırken oranın havasını kattım cümlelerime. Dönüp arkama baktığımda ne güzel günlermiş dediğim, ne hüzünlü vakitlermiş dediğim fotoğraflar biriktirmişim. Tüm bunları yazdıklarım sayesinde unutmuyorum.

Gençlerle birlikte yazarlık üzerine gerçekleştirmiş olduğunuz atölye çalışmalarınız var, gençlerin ilgisi nasıl, yeni yetenekler keşfetmek neler hissettiriyor size? Öğrencilerinizle, gençlerle iletişiminiz istediğiniz gibi mi, edebiyat alanında onlara tavsiyeniz nelerdir?

Edebiyat atölyelerinin en önemli faydası şu oldu; edebiyatın öğrenilebilecek bir mecra olduğunun farkına varılması oldu. Benim bu tür çalışmalarda dikkat çekmek istediğim en hassas nokta; eline her kalem alanın yazar ya da şair olmadığı vurgusunu yapmak.

Bu atölyelerde ilk olarak okuyucu olmak üzerine çalışmalar yapıyoruz. “İyi bir okuyucu nasıl olur?”un üzerinde duruyoruz. Bir cümle bile yazmadan sürüyor bu okuma çalışmaları. Öykü yolunda ilerlemek isteyen birinin mutlaka Türk öykücülüğünün başyapıtlarını bilmesi gerekiyor. Bir yazarın adını duyduğunda onun öykü dünyasına dair zihninde bir şeyler canlanması lazım bu yola girmiş olanların. Şiir yolunda ilerlemek isteyenler de usta şairlerin şiirlerini bilmeli, şiirler ezberlemeli. Yani önce kendi dünyası şiire doymalı. Yazma işi bundan sonra başlıyor. Örnek metinler üzerinden yapıyoruz bunu. Eğer kurulan cümlelerde bir ışıltı varsa bu hemen kendini hissettiriyor. Hemen yönlendirmelere geçiyoruz. Fakat tüm çabalara rağmen sıradanlıktan kurtulamıyorsa gençler, onlara iyi bir okuyucu olmalarını tavsiye ediyoruz. Çünkü bu tür atölyelere katılan herkesin yazar ve şair olması gibi bir durumu düşünmek bile abesle iştigal olur. Bunu yapanlar var tabii ki. Ücret karşılığı oluşturulan atölyeler, yazar ve şair olma garantisi veriyor; hatta kitap yayınlama garantisi…  Biz de buna kara bir mizah gözüyle bakıp acı acı gülüyoruz. Hiçbir atölye, yeteneği olmayan genci yazar ya da şair yapamaz. Bu atölyeler yol yordam öğrettiği müddetçe amacına hizmet etmiş olur.

Bizimle çalışan gençlerin yol kat etmesi, yazdıklarının bir seviyeye ulaşması, onların çalışmalarına dergilerde rastlamak beni ziyadesiyle mutlu ediyor. Başka atölyeleri bilmem ama benimle çalışan gençlerin iyi bir birikimle edebiyat dünyasına adım attıklarına inancım tam. Olması gereken de bu.

Geleneksel edebiyatımız hem içerik hem de biçimsel anlamda günümüz edebiyatçısına pek çok imkân da sunuyor. Doğunun destansı, efsanevî eserlerinde çok güzel örnekler var; Binbir Gece Masalları, Dede Korkut hikâyeleri vb. Bu tür hikâyeler Batı edebiyatını da etkisi altına almıştır. Birçok ünlü yazarlar, kuramcılar, felsefeciler bu hikâyelerden etkilenerek eserlerini ortaya koymuştur. Siz nelerden etkilenirsiniz, sizi besleyen kaynaklar nelerdir? Doğu-Batı merkezinden bakıldığında her iki taraf da birbirinden beslenmiş yüzyıllardır. Türk edebiyatını bu minvalde nerede görüyorsunuz? Edebiyatımız kendi sesini bulabildi mi?

Dünya üzerinde Türk Edebiyatı diye bir kavram var. Bunu herkes kabul eder. Ben bunu ilk şairimiz olan Aprın Çor Tigin’e kadar götürüyorum. Ondan bu yana yazılan her şiir dünya tarihine düşülen bir nottur. Orhun Abideleri’nden tutun da Kutadgu Bilig’e, Divan Edebiyatı şairlerine kadar her bir isim ve eser dünya çapındadır. Fuzuli, Şeyh Galip dünya çapında şairdir. Ahmet Yesevi’nin eserleri dünyaya nizam verecek kadar kıymetlidir.  Dede Korkut bizim için olduğu kadar dünya edebiyatı için de önemli bir değerdir.

Biz kendi toprağımızın değerleriyle yoğrulduğumuz her vakit dünyaya örnek olacak eserler ortaya koyduk. Ne zamanki kendi sesimizi kaybedip de Batı’nın sesiyle eserler ortaya koymaya başladık, değerlerimizi de bir bir yitirdik. Tanzimat Dönemi bu bağlamda bir milattır. Köklerinden kopuş edebiyatımızı da kendi içine hapsetti. Artık dünya ile yarışan bir Türk edebiyatından bahsetmek mümkün değil. Dede Korkut’un torunları olarak yönünü Batı’ya dönen bir anlayış beraberinde kayboluşu da getirdi.

Ben sınır tanımadan okumalar yaparım. Kutadgu Bilig’den de alacaklarım vardır, Tolstoy’dan da. İnsan kendine sınırlar çizdiği zaman o çizginin içine hapsoluyor. Mesela, öykü yazmak isteyen bir gencin Binbir Gece Masalları’nı satır satır okuması gerek. Bizim masallarımız var. Onların dünyasına girmeden fantastik bir öykü yazmak için yola çıkmak bile yarım başlayan bir yolculuktan başka bir şey değildir.

Masal okumayı çok severim. Çocuklar için masal yazmayı da. Divan Edebiyatı şairlerini başucumdan eksik etmem. Rus Edebiyatı yazarlarının klâsik anlamdaki kitaplarının tümünü okudum. Şuna inanıyorum; okuduğum her cümle benim cümlelerime yeni bir zenginlik katıyor.

Dil bilinci, toplumsal/bireysel çalışma, çeşitli okumalar, dikkat ve odaklanma yazar üzerinde mutlaka başarılı etkiler oluşturuyor. Yazarlık konusunda neler eklemek istersiniz, bununla birlikte kuramlardan da bahsedebilir misiniz?

Yazar, kullandığı her cümle ile mesaj verir. Bunu açıkça yapmayabilir. Önemli olan bunu hissedebilmektir. Kusursuz cümlelerle ve Türkçenin imkânlarını kullanarak eserler ortaya koyarak “Dilimiz kimliğimizdir.” mesajını verir yazar. Yazarlığın, şairliğin farklı algıları var. Pejmurde, sıra dışı, çizgileri olmayan kişiler olarak görülür edebiyatla uğraşanlar. Ben buna katılmıyorum. Yazan kişinin bilinci yerinde olacak. Kurduğu her cümlenin hesabını verecek yazar. Yaşarken önce kendine, sonra etki ettiği herkese karşı sorumludur yazar. Öldükten sonra da Allah’a hesap vereceğinin bilinciyle çalışmalar ortaya koymalı. Dünyada yaptığımız her şeyden sorumlu isek yazdıklarımızdan da hesaba çekileceğiz. Kurduğumuz cümlenin nereye ulaşacağını hesap ederek girmeliyiz cümlelerin dünyasına. Yazmak büyük bir sorumluluk.

Teknolojik çağda yaşıyoruz, hız çağı da diyebiliriz. Bu yüzden dijital dil oluşmaya başladı. Eksik cümlelerle, eksik harflerle, emojilerle derdimizi anlatmaya başladık, vakitten kazanmak için özellikle gençler arasında farklı bir dil oluştu bu yüzden. Zaten Türkçemiz can çekişiyordu dijital dil de işin içine girince mertlik bozuldu diyebilir miyiz? Edebiyatın içinde edep ve edebi dilimizi iyi kullanabiliyor muyuz?

Hız çağındayız dedik ya bunların yansıması işte tüm bunlar. Her şeye yetişmek, her yerde olmaya çalışmak, baştan savma yaşamak… “Slm” ile “selam” arasında iki harf var ama incinen bir dil var ortada. Dijital ortamlar buna çok fazla olanak sağlıyor. “Bundan ne olacak ki” gibi bir vurdumduymazlık var. Buna fırsat vermemek gerek. Dil kaybedilirse kimlik de kaybolur. Batılı ülkeler Afrika’yı sömürmeye başlayınca önce dillerini ve dinlerini değiştirdiler toprak sahiplerinin.

Ben kişisel olarak şunu yapıyorum; Bana kısaltma sözcüklerle yazanları uyarıyorum, devam ediyorsa cevap vermiyorum. Dil bizim en önemli kişiliğimiz. Buna yazdıklarımızla sahip çıkmamız gerekiyor. Her cümleyi özenle kurarak yapacağız bunu. Her anlamı derinlemesine düşüneceğiz. Sözümüzün ulaştığı menzili iyi hesap etmemiz gerek. Edebiyat edepten gelir. Yazarın sınırları yoksa onun hayatı yorumladığı bir değer yargısı da yok demektir. “Bana böyle ilham geldi.” diyerek suçu, olmayan bir şeye atanların aslında yaptıkları; bilinçaltlarında sakladıkları ahlaksız ruhun cümlelere yansımasıdır. Buna günümüzde çok da riayet edilmiyor. Bize düşen görev, dilimizi hakkıyla kullanan ve edebiyatı edebiyle yapan isimleri gençlerimize tavsiye etmek.

Sanat ve edebiyatın en sorunlu alanından bahsederken bir kutsallaştırmadan söz edilebilir mi? Doğru ve güzel olanı nasıl sunmalı, yazar ne zaman kendi olur? Eser sahibinin yazdıkları mı yoksa yazarı mı öne çıkmalı?

Ben yazar olsun sanatçı olsun verdiği eserle birlikte değerlendiriyorum bu iki kavramı. Yani bir sanatçı ahlaksızlığa bulaşmışsa “Bundan bana ne, ben sanatına bakarım.” diyemem. Mesela; uyuşturucu madde satmaktan ceza almış bir kişi benim gözümde insan sıfatında bile değildir. Onun yaptığı da sanat değildir. Ben onu yaptığı bu rezillikle kabul edersem yaptığı rezilliği de meşrulaştırmış olurum.

Bir yazarın içinde vatan, millet, memleket sevdası yoksa isterse dünyanın en iyi ödüllerine layık görülsün benim gözümde hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur yazdıklarının. İlla edep illa edep. Önce kişilik, sonra eser gelir benim için. Yazdıklarının, kişinin aynası olması. Olmuyorsa o da bir riyakârlıktır.

Jorge Luis Borges, “İnsanlığın bütün bir kaderi aynıdır. Aslında hep aynı öyküyü anlatırlar, ama değiştirerek. Hep aynı acılar yaşanır, aynı trajediler. Sahneler bile aynıdır. Hem de yüzyıllardır.” İfadesindeki gerçekliği siz nasıl tanımlarsınız yazdığınız öykülere bakıldığında?

İnsanlık olarak elimizdeki sermaye aynı. Yeni bir dünyanın resmini çizemeyiz. Olanı anlatmakla yükümlüyüz biz. Asıl yapılması gereken, kendi sesini vermektir eserine. Anne hakkında milyonlarca şiir yazılmıştır bugüne kadar. Yazılmaya da devam ediyor. Önemli olan bizim anneyi nasıl anlattığımız. Borges’in “değiştirerek” dediği nokta da üsluptur. Yazar, şair kendi yazdıklarına kendi üslubunu aktardığı müddetçe kalıcı olur, tekrardan kurtarır kendini. Ben de öykülerde yaşanan hayatı anlatıyorum ama kendi bakış açımı katarak. Durum böyle olunca da bu benim öyküm oluyor. Olaylar, yaşananlar aynıdır ama bunun bizdeki karşılığını görmek gerek.

Yazarın yeni bir söyleşi ve bakış açısıyla kişisel, özgün bir biçimde dile getirip, okura da yazdıklarını sunarken özellikle infialden uzak durarak yol açıcılardan etkilenmesini nasıl tanımlarsınız? Bir yazar insani duygularını özgürce ifade edebilir mi eserlerinde? Tutucu ve geleneğe dayalı, dini argümanlar, nefsani duygular yazarı sınırlamalı mı?

Kırmızı çizgileri olmalı yazarın. Sınırsız bir hayatımız yok ki yazarken sınırları ortadan kaldıralım. Yazmak bir özgürlüktür; doğru. Eline kalemi aldığın zaman dilediğin yöne çevirebilirsin cümleleri ama nereye kadar? Çizgiyi aşmamak şartıyla. Ahlaki değerler incitilmeyecek, milli, manevi konular işlenirken hassasiyetler göz önüne alınacak. “Ben yazarım” diyerek her yerde hoyratça kalem oynatma hakkına sahip değildir eline kalem geçiren her kişi. Bu, özgürlüklerin kısıtlanması değil. Yaşanan topraklara karşı bir sorumluluktur. Önceden de bahsettiğim gibi “Ben kimseye hesap vermem” diyerek yazılan her cümle israftan başka bir şey değildir. Yazmak, insanın kendini tatmin ettiği bir araç değil, okuyucuların gönlüne dokunan bir ışığın ardına düşmektir. Bu sorumluluğu hissetmeyenlerin yazdıklarına edebî eser dememiz mümkün değil. Geçmişten günümüze kadar bir bakalım. Kendi toprağının değerlerini hiçe sayan hangi isim yarınlara kalabildi?

Edebiyatçı eserlerini ortaya koyarken acı, huzursuzluk, daralmışlık, umutsuzluk hislerinden beslenirken, iyilik ve güzellikten de besleniyor. Bazı dönemlerde edebiyat kısır bir döngüye giriyor ya da bir şahlanışa geçiyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Bunun edebiyat dünyasına bağlamak yerine kişisel bakış açılarıyla değerlendirmek gerek. Dünyada olup bitenden bîhaber olanların bir zaman sonra tıkanması kaçınılmazdır. Bir yıldır yaşadığımız salgın sürecini sadece yatarak ve şikâyet ederek geçirmek de var; okumalarla, yeni metinler ortaya koyarak geçirmek de. Dünyanın yaşadığı bu sıra dışı zamanları yazdığı hiçbir cümleye yansıtmayan birinden nasıl sorumlu bir yazarlık bekleyebiliriz ki. Bizim yazdığımız her cümle geleceğe gönderdiğimiz bir mektuptur. Bugün yaşadıklarını anlatmayanlar elbette kısır döngüye girer.

Bu vakitleri dopdolu geçirenleri görüyoruz. Dergiler çıkıyor, kitaplar yine aynı hızda okuyuculara ulaşıyor. Edebiyat programları yüz yüze olmasa da dijital alanlarda şiir programları, söyleşiler hız kesmeden devam ediyor. Her şey insanla başlayıp insanla nihayete eriyor. Kendiliğinden olan bir şey yok. Çanakkale Savaşı gibi bir zaferimiz var ama bu konuda hakkıyla yazılmış tek Mehmet Âkif’in şiirini okuyoruz. Kurtuluş Savaşı döneminde yaşayıp da hiçbir eserinde savaşın esamesi okunmayan yazarlar var. Konu yine kişisel bakış açısına geliyor. Bakmak, anlamak ve anlatmak gerek.

Yazarlıkta üslup nasıl olmalıdır? Bazı yazarlar anlaşılmamak için “üst dil” kullanırlar. Neden böyle bir yol izleme ihtiyacı duyarlar? İçinde yaşadığımız topluluk; edebiyatçılar ve okur üzerinden bakarsak kendini yeterince sorguluyor mu?

Bizde özellikle İkinci Yeni’den sonra anlam konusu daha sık gündeme gelmeye başladı. İkinci Yeni şairleri anlamı zorlayan imgelerle şiirler yazdılar. “Okuyucu istediğini anlasın.” diyerek bir üst dili de yaygın hale getirdiler. Anlamsızlık bir cazibe haline gelmeye başladı. Herkesin anlamadığı metinler yazıyor olmak, edebiyat dünyasında elit bir tabakadan sesleniyor olmak gibi bir algıya neden olsa da anlamsızlığın rağbet edilecek bir tarafı yok. Öykü için de aynı şey geçerli. Durum öyküsü yazıyorum diyerek öykünün temel taşlarını yerinden oynatan metinlerle oluşturulan metinler bazen sadece cümle yığını olmanın ötesine geçmiyor.

Edebiyat dünyasının sorgulamak gibi bir kaygısı yok çünkü herkes kendi dünyasında yaşıyor. Bir başkasını görmek gibi bir uğraşa girmeyenler o kadar çok ki. Dergide kendi metnini görüp başka metinlere göz ucuyla bile bakmayanların bir sorguya da gireceklerini düşünemiyorum.

“Kitaplar, sesli bir sükûtun abidesidirler” diyor Cemil Meriç. Kitaplara ne kadar çok kıymet verdiğinizi, kitapları ne kadar temiz kullandığınızı ve kenarında tek bir kıvrık, altında üstünde çizik dahi olmasını istemediğinizi yazdıklarınızdan okuyoruz. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?

Kitapların incinmesine tahammülüm yok. İlk günkü halleriyle kalsınlar diye epey bir uğraş içindeyim. Bu yüzden “Kalbimi kırabilirsiniz ama kitaplarımı asla!” diyerek bir yazı da yazdım. Benden okumak için kitap isteyen arkadaşlara önce bu yazıyı okuyup daha sonra kitap istemelerini tavsiye ediyorum. Çoğu da bu isteklerinden vaz geçiyor.

Her kitabın bir anısı var bende. Hangi şartlarda aldığım, hangi zorluklarla kütüphaneme kazandırdığım gibi birçok hatırayı barındırıyor kitaplarım. Bu yüzden okurken altını çizmem, kapaklarını kırmam, elimden geldiğince ihtimam gösteririm. Benden okumak için kitap isteyenlerden de aynı hassasiyeti beklerim.

“Şairin Aynası” kitabınız ile TYB 2018 deneme ödülünü aldınız. Başka aldığınız ödüller var mı? Layık görülen ödül bir yazar ve şair için ne ifade eder? Duygularınızı bizimle paylaşabilir misiniz? Ödüller bir yazarı nasıl etkiler?

Ödüllerin motive eden bir tarafı olduğu muhakkak. Yaptığınız çalışmaların fark edildiğinin en bariz ölçüsüdür ödül. Marifetin iltifata tabi olduğunu biz ödüller sayesinde anlıyoruz. TYB’den aldığım 2018 yılı deneme ödülümün yanında TÜRDEB tarafından da 2020 yılı dergi dostu yazar ödülünü aldım. Dergilerle kurduğum dostluğumun bir ödülle taçlanması beni elbette mutlu etti.

Saik Faik’in öykülerini çok okuduğunuzu söylemiştiniz. Sizi Sait Faik öykülerine yaklaştıran sebepler nelerdir? Neden Sait Faik sizin öykücünüz?

Bana hediye edilen ilk kitap; Sait Faik’in bir hikâye kitabıydı. Bir kitapçının hediyesiydi bu. Sene 1988. Okudum kitabı. Hikâyeler o kadar sıcak geldi ki bana sanki olayların içinde gibi hissettim kendimi. Yaşadığım şehir Sakarya’ydı ve Sait Faik de bu şehrin bir değeriydi. Adını caddesinden, sokağından duyduğum bu yazarın anlattıklarını kendime çok yakın hissettim. Ben de böyle öyküler yazabilirim dedim lise yıllarımda. Yazdım da.

Yaşadıklarımın bir öyküye dönüşebileceğine ben Sait Faik ile inandım. Öykümüzün modern yüzüdür Sait Faik. İnsan ve şehir onun değişmez parçasıdır. Şehrin sessiz yüzü, sıradan insanlar, mevsimler ve deniz. Tüm bunlar beni adım adım Sait Faik’e yaklaştırdı. Ben bugün de öyküye sımsıkı sarılıyorsam bundaki en büyük pay Sait Faik’indir. 

Dijitalleşmeyle birlikte edebiyat ve şiir etkilendi mi? Hikâyelerde, öykülerde anlatılmak istenen duygular ara anlamlarıyla birlikte ifade edilirdi. İster istemez hız çağında yaşamak durumundayız teknolojinin de etkisi altında bir şeyler üretmeye çalışıyoruz. Edebiyatta ara anlam ortadan kalkarak hıza mağlup düştü mü?

Dijital kuşatmayı inkâr edemeyiz. Hayatımızın her anında olan bir gerçek bu. Şiirleri, öyküleri sadece bu mecrada yayınlamak gibi bir çabukluk da rağbet görüyor artık. Yazıp hemen takipçilerin beğenisine sunmak. Asıl amaç bu zaten. Bir yerlerde görünmek. Beğeni sayısını arttırmak. Metnin içeriği çok da önemli değil. Zaten burada yazılıp çizilenlerin edebiyatla da ilgisi yok. Maalesef algı olarak edebiyata sadece dijitalden takip edenler için bunlar bir eser olarak görülüyor. Gerçek anlamda eserler de bu kargaşada varlık savaşı veriyor.

Sosyal medyayı bir yazar için kültür/edebiyat etkileşimi haline gelen bir yer olarak mı yoksa kendini tüketim ortamında bulacağı bir yer olarak mı görüyorsunuz? Sosyal medyanın olumlu ya da olumsuz argümanlarını bir araya topladığımızda bir yazar bundan nasıl etkilenir?

Her şeyde olduğu gibi sosyal medyada da doğru ve yerinde kullanmak esas olarak kabul edilmeli. Bunu yönetmek çok zor. Sınırsız bir alandan bahsediyoruz. Bize düşen, bu sınırsız alanı faydaya dönüştürebilmek. Salgın döneminde başlayan dijital alandaki programları iyi bir örnek olarak görülebiliriz.

Ben yaptığım çalışmaların duyuru alanı olarak kullanıyorum sosyal medya hesaplarımı. Okuyucularla görüş alışverişinde bulunduğumuz, edebi çalışmalar bağlamında paylaşımlar yaptığımız dijital bir kütüphane gibi yani.

Sosyal medyayı boş zamanları eğlencesi olarak gören, o mecradan kopamayan ve sonradan da “Okumaktan yazmaktan iyice uzaklaştım.” diyen arkadaşlara da her fırsatta soluğu sosyal medyanın girdaplarında almak yerine kitapların gölgesinde almalarını tavsiye ediyorum.

Bugüne kadar birçok dergi okudunuz, bizim dergimizde de 2019 yılından beri de yazmaya başladınız. Dergimiz hakkında da güzel yorumlarda bulundunuz. O zamandan bu zamana kadar dergimizin çıktığı bu yolculuk sürecindeki gelişimi üzerine okurlarımıza neler söylemek istersiniz?

Bekir Abi Dergisi isminden başlayan bir albeniye sahip. Okuyucu merak ediyor kim bu Bekir Abi diye. Dergiyle tanışmak için ilk adım böylelikle atılmış oluyor. Derginin ismi oldukça özgün. Dergi üzerinde büyük bir emek olduğunu hissediyorum. Bu işe gönül vermiş dergi dostlarının özverileri ile her sayı üzerine koyan bir değer var dergide. Tülay Aydın ve Mete Dayı’nın nezdinde emeği geçen herkesi kutluyorum.

Milli, manevi değerlere saygılı bir yayın anlayışı var derginin. Yani kendi toprağının sesi dergilerimizden Bekir Abi. Kendini yenileyen ve yeni isimleri bünyesine katan bir gayreti de dikkatle izliyorum. Olması gereken de budur ama birçok dergi kapalı devre yayın yaparak bir avuç isimle bir şeyler yapmak gibi bir döngüye hapsoluyorlar. Dergi, gönlünü herkese açabildiği müddetçe kabul görür. Ben hem kendim yazmaktan hem de dergide görmek istediğim isimleri dergiye yönlendirmekten büyük mutluluk duyuyorum. Edebiyat dünyamızın Bekir Abi’si emin adımlarla ilerliyor.

Bize vakit ayırıp sorularımıza içtenlikle ve samimiyetle verdiğiniz cevaplar için “Bekir Abi” Edebiyat-Kültür ve Edebi Tarih Dergisi adına çok teşekkür ediyoruz.

Ben de Bekir Abi ailesine çok teşekkür ederim. Nice güzelliklerle dolu sayılarda buluşmak dileğiyle.

Söyleşi: Tülay Aydın

Kaynak: Bekir Abi Dergisi, sayı 13, Mart 2021

YORUM EKLE
YORUMLAR
Nevide Balkan
Nevide Balkan - 2 yıl Önce

Sayın Mustafa Uçurum ve Sayın Tülay Aydın bu çok yaralı reportaj için sizleri kutlar, sevgiler yollarım.