İlham veren ifadesi gerçekten çok yerli yerinde bir ifade… Gönül Dağı’nı bu kadar sevdiren hikâye yazarı Mustafa Çiftçi’nin hikâyelerini okudukça, okudukça seviyoruz. Mustafa Çiftçi’nin çeşitli dergilerde yayınlanmış hikâyeleri ilk olarak Adem’in Kekliği ve Chopin adlı kitapta toplanmıştır. İkinci kitabı Bozkırda Altmışaltı, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “2014 Yılının En İyi Hikâye Kitabı” seçilmiştir. Ayrıca Mustafa Çiftçi, 2016 yılında da Necip Fazıl Ödülleri kapsamında “İlk Eserler Ödülü” almıştır. Son kitabı ise “Ah Mercimeğim”, 2017 yılında yine İletişim Yayınları tarafından yayınlanmıştır.
Mustafa Çiftçi hikâyeleri, kurmaca sınırları içinde bir o kadar gerçekçi… Çoğu hikâye başlığı ile bile dikkat çekici olduğu kanaatindeyim. “Gülizar” hikâyesinde bir atı öyle seveceksiniz ki… “Kıpkırmızı”da demek ki domatese de ayrı anlam katan hikâyeler de varmış diyeceksiniz. Vay yalan dünyada, şu yalan dünyada… “Diyeşet” hikâyesi ile belki de bu yaz bir bozkır seyahati düşleyeceksiniz.
İlk olarak klasik bir soruyla başlayalım. Öykü yazmaya ne zaman başladınız? Yazmasaydınız olmaz mıydı?
Hikâyemin ilk olarak bir dergide yayınlanışı Temmuz 2007'dir. Ama anlatmaya başlamam pek eskidir. Kendimi bildim bileli anlatırım. Hatta artistlik olsun diye “anlatarak yaşamak” bile diyebiliriz. Ama bu bir tercih değil kendi akışıyla böyle. Anlatmazsam olmaz yani...
Peki, öykücü, edebiyatçı kişiliğinizin oluşmasında kimlerin katkısı var?
Annemin. Kendisi bence büyük anlatıcıydı. Ebe olduğu için hastalarla teması çoktu ve hastalarına tek tek tane tane anlatırdı. Şimdi anlıyorum esasen yaşam koçu gibiymiş. Kadınlar böyle birini bulunca bırakmıyorlardı. Çevresi genişti. Ben okumak zevkini babamdan, anlatmak tılsımını annemden almışım. Babam hayatta yetmişini geçti, hasta yatağında bile hala okuyor...
“Bozkırda Altmışaltı” kitabınızı “İçimden geldiği gibi sevgimi gösteremediğim anneme…” ithaf ediyorsunuz. Anneler devdir deriz ya, ilk kahramanımız. Sizde de ne kadar tesiri olduğunu öğrenmiş olduk. Teşekkür ederiz. Peki, ilk öykünüzü nasıl yazdınız, hangi duygularla? Yazmak, biter mi bir gün? Anlatabilir misiniz?
Duygusunu hatırlamıyorum ilk hikâyemin ana konusu suyun akışıyla ilgiliydi. Adı “Şırıl şırıl” idi. Bulaşık yıkarken suya bakıp eski günleri hatırlayan bir ev hanımıyla ilgiliydi. Yazmak hiç bitmesin. Rabbim elimizden almasın. Bizimki bir nevi terapidir. Yazarak iyileşmektir. Hani diyorlar ya “...okuru bu kadar az bir türde neden ısrarcısınız.” diye. Biz işin türüne mürüne bakmıyoruz yazmayı esas alıyoruz. Yazarken formumuz bazen hikâye olur bazen deneme olur ama önemli olan yazmaktır.
İstanbul’dan uzak yaşıyorsunuz. Bozkırda yaşamak güzeldir muhakkak ama İstanbul’dan uzak yaşamak yazma verimliğinizi düşürüyor mu?
Yok, sağ olsun dergiler her daim yazı ister ben de elimden geleni yaparım. İstanbul'da olan arkadaşlarla aynı ritmi yakalamış durumdayız zaten şükür.
Yazdıklarınızın yaşamla bağlantısını anlatabilir misiniz?
Bu soruya ne diyeceğimi bilemedim. Keşke seyirciye sorma joker hakkım olsaydı.
Anadolu’da aşk, kavuşulmaz mıdır hala? Bu gelenek sizin öykülerinize nasıl yansıyor?
“Seversin kavuşamazsın aşk budur.” diyor ya şair. Bu söz boş değil. Kavuşamamak ilişkiyi marazi boyutlara taşıyor. Aşk da bir yanıyla takıntıdır, hastalıktır yani. Bu durum bilinçli bir tercih olarak değil de içimden öyle geldiği için epeyce etkiliyor hikâyemi. Zaten kurmaca yazmak her şeyi kurmak değil. Hikâyenin bir kurulamayan ama hissedilen tarafı olmalı. Sevmek ve kavuşamamak kurgulanır belki ama his boyutu başka bir şey...
Sizce de hikâye/öykü ayrımı var mı?
Bence yok. Olmasın da zaten yeterince kavram kargaşası var. Ama öykü için daha çok “yazılan” hikâye için de “anlatılan” demek bu işin teorisiyle uğraşanlar için iştah açıcı olsa da bence yarayışlı bir ayrım değil. Hikâye üst başlıktır. Hikâye'nin farklı formları vardır. Roman, novella, öykü, küçürek öykü, uzun hikâye... hepsi de hikâyedir.
Edebiyat, senaryo ilişkisi hakkında düşünceleriniz neler? Senaryo yazmalı mı, uyarlamalı mı? Uyarlamaların başarı oranı nedir sizce?
Sinema ve edebiyat hikâye anlatmaları sebebiyle iç içe geçmiş durumdalar. Bu doğal bir şey. Yalnız hikâye anlatırken kullandıkları dil farklı olduğu için yani teknik mecburiyetler sebebiyle uyarlama yapılırken aksamalar oluyor. Burada hikâyecinin biraz anlayışlı ve sabırlı olması gerekiyor. Çünkü sinemanın bir şey anlatması için pek çok uğraşması gerekiyor. Ses, renk, ışık, hikâye, oyunculuk, yönetim, montaj gibi pek çok bilinmeyen doğru şekilde bir araya gelecek ki maksat hasıl olsun. Bu açıdan sinema zor. Ama hikâye yazmak daha kolay. Kâğıt, kalem oldu mu sensin kral...
Bizim edebiyatımız da fantastik olana yaklaşmışken sizin gerçekçi hikâyelerinizin bu kadar sevilmesini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben fantastik işlere pek kulak asmam. Ben fantastikten hoşlansaydım rahmetli ninemi dinlerdim. Onun fantastik hikâyeleri şimdikileri cebinden çıkarır. Bence fantastik yazanların kimseye itiraf etmedikleri bir tembellikleri var. Gerçeğe yaklaştıkça yazmak zorlaşır. Onun için topu taca atarsınız ve başlarsınız fantastik sularda yol almaya. Kim size itiraz edebilir ki yazdıklarınız zaten fantastiktir. Ama gerçeğe yaklaşınca sizi denetleyenler ve itiraz kaydı düşenler artar. İşte bu yükün altına girmek istemiyorsan fantastik yaz gitsin. Kim uğraşacak gerçekle değil mi? Bu bir çeşit tembelliktir kabul etsinler. Ve bir de gerçeğe yaklaştıkça metinden alınan lezzet de artar buna da razı olsunlar...
Öykü, şiire yakın bir türdür denir. Belki imge ile çok şey anlattığı için. Öykülerinizin imgeleri çok güçlü. Böyle yazabilmek için neler yapmalı?
Bilsem ve formül halinde söyleyebilsem emin olun saklamazdım. Ama kapris olsun diye değil hakikaten formülünü bilmediğim için susuyorum.
Öyküden başka yazmayı istediğiniz, denediğiniz bir tür oldu mu? Romana nasıl bakıyorsunuz?
Üst başlık “hikâye” olduktan sonra farklı formlara girmesi mesele değil. Bu sefer hikâye olur. Yarın novella olur. Yani o konuda tür takıntım yok, rahatım biraz...
Elif, Tina ve Tolga hikâyenizi okuyunca şöyle bir not düşmüştüm: “Bozkırı ve Anadolu’yu aşmış, Türkiye panoraması adeta.” Vay yalan dünyada… Hikâyelerin özü, özeti gibi tabiri caizse. Anadolu irfanı, geleneği öykülerinizin temeli. Sizce Anadolu, gelenek ve milli olan kazanacak diyebilir miyiz?
Anadolu irfanı konusunda söz söyleyecek ilmim yok. Belki sadece hissettiklerimi söyleyebilirim. Zaten bence sanatçı bilmekten çok hissetmeye meyletmelidir. Bilmesini istediğimiz çok kişi var zaten. Uzmanlar, akademisyenler, alimler bunlar bilmekle vazifeli olanlar. Geçen bir söyleşide bana kentleşme, şehirlerin ruhu, alışveriş kültürü, ekonomi gibi konularda fikrimi sordular. Benim bu konularda fikrim olması için bilgim olması lazım değil mi? Ben “bilir kişi” değilim. Ancak hissettiğimi söylerim. Bu konularda bir edebiyatçıya fikrini sormak Türkiye'ye mahsus bir garipliktir. Rahmetli Necip Fazıl'a “Diş dolgusu boy abdestine engel mi?” diye fıkıh sorusu sorarlarmış. Bizde durum karışık yani. Bence herkes işini yapsın. Fikri olan makale yazsın. Hikâyesi olan anlatsın- yazsın. Bu normalleşmedir, emin olun.
Soru başkaydı da nerelere geldi sözümüz. Allah nurunu tamamlayacak buna imanımız var. Anadolu irfanı da bu nurun görünümlerinden biridir. Bu irfanın bir çeşmesinden nasiplensek o bile sanatımızı doyurur hatta kandırır... Bu nasiplenmek de sanatçı için hissederek olur diye düşünüyorum. Bilmek isteyenin kabını dolduracağı çok çeşme var zaten. Anadolu irfanının hikâyeciye kalan kısmı da herhalde hissetmekten, sezgiden geçer...
Hissettirdiklerinizle, sezdirdiklerinizle, yeni yeni hikâyelerinizle buluşmak dileğiyle…
Söyleşi: Yasemin Kapusuz