Mustafa Alican: Sultan Alparslan’ın ‘ikinci binyılın siyasî müceddidi’ olduğunu düşünüyorum

Akademisyen, yazar Doç. Dr. Mustafa Alican ile Timaş Yayınları’ndan çıkan “Doğu’nun ve Batı’nın Büyük Sultanı Alparslan” adlı kitabı ve Selçuklu tarihi üzerine konuştuk. Deniz Demirdağ’ın söyleşisi.

Mustafa Alican: Sultan Alparslan’ın ‘ikinci binyılın siyasî müceddidi’ olduğunu düşünüyorum

Mustafa Alican kimdir? Bize biraz kendinizden, yolculuğunuzdan bahsedebilir misiniz?

Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde doğdum. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarım Bursa ve İstanbul’da geçti. Üniversiteyi İzmir’de, Ege Üniversitesi’nde okudum. Lisans eğitimim ve doktoram oradandır. 2012’den sonra yaklaşık altı yıl Adıyaman Üniversitesi Tarih Bölümü’nde çalıştım. Şimdi de akademi serüvenimde ayak izlerini takip ettiğim, hikâyesini anlamaya ve anlatmaya çalıştığım Sultan Alparslan’ın diyarında, Muş’tayım. Muş Alparslan Üniversitesi’nde çalışıyorum.  

Yolunuz Selçuklu tarihiyle nasıl keşişti? Selçuklu tarihi çalışmaya nasıl karar verdiniz?

Aslına bakılırsa belirgin bir kesişme anından söz edilemez sanırım. Kişisel arayış serüvenimin bir çeşit beni ulaştırdığı nokta bu. Üniversite yıllarımda gerçekleşti. Belki biraz sorumluluk duygusuyla da tarif edilebilir. Bu ülkeye, bu millete, bu coğrafyaya âşık oldum ben. Tabii bunu romantik bir konumlanışı ya da siyasî bir duruşu beyan etmek için falan söylemiyorum. Tam tersine, yalnızca kalbimle değil, aklımla âşık oldum. Elbette bu yetiştirilme tarzımla da ilgilidir. Doksanlı yılların korkunç cenderesinden ülke olarak yeni yeni çıkmaya çalıştığımız bir dönemdi. Her yanda umutsuzluk kol geziyordu. Bazı konular şu ya da bu sebeple adeta unutulmaya terk edilmiş, uzun yıllardır konuşulmamıştı. Keskin ve ince bir buz tabakasının üzerinde yürümeye, ayakta durmaya çalışıyorduk. Yani en azından ben öyle görüyordum, diyeyim. Kendimi borçlu hissediyordum. Aileme, ülkeme, tarihimize… Tabii bu ruh hâline sahip biri olarak tanıştığım merhum Osman Turan’ın kitapları yönelimim üzerinde belirleyici oldu. Onun Selçuklu tarihi kitaplarına ilaveten, denilebilir ki ortaya koyduğu tarih anlayışının entelektüel bir uzantısı olarak ülkenin aktüel durumu ile ilgili yazdıkları, örneğin “Türkiye’de Manevî Buhran”, “Vatanda Gurbet” ya da “Türkiye’de Siyasî Buhranın Kaynakları” gibi kitapları tarihi kavrama biçimime kuvvetli katkılar sağlamıştır. Hem bireysel hem de kolektif olarak muharref bir anlam dünyasında yaşıyorduk. Bir şekilde bazı şeylerin yeniden inşa ya da ihya edilmesi gerekiyordu ve bunun için de Selçuklu tarihi önemli bir referans kaynağı olabilirdi. Bu coğrafyanın kurulduğu bir zemin, bu milletin İslâm ile bütünleştiği bir dönem, İstanbul’un fethine giden büyük atılımın temellerinin atıldığı bir çağdı bu. Öte yandan üniversite eğitimin sırasında gerek tarihçilik mesleği gerekse dünyayı anlama biçimi bakımından kendilerinden istifade edebilme şansı bulduğum İsmail Aka, Mehmet Ersan ve Cüneyt Kanat’ın Osman Turan’ın da temsil ettiği düşünce geleneğiyle irtibatlı hocalıklarını da zikretmem lazım… Bugünden geriye doğru baktığımda, beni Selçuklu tarihi çalışma noktasına taşıyan sürecin öyküsünü sanıyorum bu şekilde özetleyebilirim.           

Bizans’ı dize getirip Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Sultan Alparslan üzerine bir kitap yazmaya nasıl karar verdiniz?

2013 yılında “Kıyametin İlk Günü Malazgirt 1071” isimli bir monografi kaleme almıştım. Hem Bizans hem de İslâm kaynaklarını ulaşabildiğim ölçüde irdeleyerek dört başı mamur bir Malazgirt anlatısı inşa etmeye çalışma girişimiydi bu. Benim açımdan oldukça başarılı da oldu. Çok önemsediğim insanlardan çok iyi tepkiler aldım. Şimdiye dek altı baskı yaptı. O dönemlerden itibaren aklımda bir Sultan Alparslan biyografisi yazma fikri vardı. Bir kısmını yazmıştım da… Fakat başka uğraşılar sebebiyle yıllarca oturup onu tamamlayamadım. 2018 yılında Muş’a geldikten bir süre sonra bunu bir görev olarak telakki etmeye başladım. Sultan Alparslan’ı yazma düşüncesi peşimi bırakmıyor, aklımdan çıkmıyordu. Bunda elbette bu şehrin manevî temsil gücü kadar her yıl düzenlenen Malazgirt anmalarından sonra yapılan ulusal anketlerin sonuçlarının, Sultan Alparslan’ın gençlerimiz arasında yeterince tanınmadığını göstermesi de etkili olmuştur. Öte yandan bu şehirde, Sultan Alparslan’ın adını taşıyan üniversitede onun hayatını yazma fikri beni heyecanlandırıyordu. Bunu yapabilirsem, bu aynı zamanda bana nasip edilmiş bir şeref de olacaktı. Bütün bu sâiklerin etkisiyle kitabı yazmaya karar verdiğimi söyleyebilirim.

Doğu’nun ve Batı’nın Büyük Sultanı Alparslan kitabını kaleme alışınızın temel dinamiği neydi? Bu kitabın bir hedef kitlesi ve belli bir alt metni var mı?

Bir önceki soruya verdiğim cevap, bu sorunun cevabı ile birlikte okunmalı. Dediğim gibi, Sultan Alparslan’ı yazma düşüncesi yıllardır aklımı kemiriyordu. Öte yandan piyasada onu anlatan başka ve muhakkak iyi kitaplar da vardı. Özgün bir şey yazmam gerekiyordu. Diğerlerinden farklı ve tabi ki bir iddiası olmalıydı. Temel dinamik budur. Hedef kitlesi ve alt metni var mı? Elbette. Herhangi bir ayrım yapmadan, her Türk okuyucusunun hem okuyup sevebileceği hem de Sultan Alparslan’ı bir insan olarak tanıyıp anlayarak onunla özdeşlik kurabileceği bir metin yazmayı hedefledim. Ama en çok da gençlere hitap etmek, merhum Necip Fazıl’ın ifadesiyle onlara “İşte iz, geliniz” demek istedim. Benim amacım buydu. Bunu ne kadar gerçekleştirebildiğimi zamanla göreceğiz.     

Kitabın dili çok akıcı, hatta okurun bu çalışmadan edebi bir tat alması da mümkün. Bunun sırrı nedir?

Bunun sırrı kitabın yazılış fikri, amacı ve elbette tercih edilen yazma biçimiyle çok ilgili. Amacım temel tarihî izlekleri göz ardı etmeyen, diğer bir ifadeyle tarihî bilgiyi tahrif etmeden ve kronolojiyi bozmadan gerçekçi bir biyografi kaleme almaktı. Yani temelde bir tarih kitabı olacaktı bu. Öte yandan bunu yaparken bir insan olarak Sultan Alparslan’ı daha iyi tanımak, onun aklına ve ruhuna temas etmek de istedim. Yani bir anlamda benim Sultan Alparslan’ım olacaktı bu. Bunun için kendimi orada, Sultan Alparslan’ın yanı başında hayal etmeye çalıştım. Askerleri ile konuşurken, savaş meydanında kılıcını sallarken, çadırına çekilip samimiyetle Allah’a dua ederken ya da Bizans İmparatoru ile konuşurken bir kenarda durup onu izlerken düşündüm kendimi. Yağmur yağarken gökyüzündeki bulutları izledim, çöl güneşi askerleri kavururken alınlarından akan tere odaklandım. Sultan’ın ve yanındakilerin gözlerindeki ifadeleri görmeye çalıştım. Bu yaklaşım, içerisinde ortalama bir tarih kitabından çok daha fazla tarif ve tasvir ya da anlamlandırma çabası olan ve bazen de bir çeşit romana yaklaşan bir metin çıkardı ortaya. Tarihî bir roman değil, ama romansı bir tarih… Amacım, okurun edebî bir tat da alabilmesini sağlamaktı. Umarım bunu gerçekleştirebilmişimdir.      

“Doğu’nun ve Batı’nın Büyük Sultanı Alparslan” kitabınızın hazırlanış sürecinde ne gibi ön çalışmalar yaptınız? Bu süreç nasıl gelişme gösterdi? Çalışmalarınız sırasında sizi en çok zorlayan konu ne oluyor?

Uzun yıllardır Selçuklu tarihi üzerine çalıştığım için kaynak bilgisi elimde mevcuttu zaten. Dolayısıyla tarihî malzemeyi toplama noktasında çok zahmet çekmedim. Tarihî altyapıyı kurmak açısından bu malzemeyi kronolojik bir çerçeve içerisinde bir araya toplamak yeterli oldu. Bununla birlikte kitabın yazım biçimi ve hedefleri açısından bir çeşit duygusal odaklanmaya ihtiyacım vardı. Bunun için birkaç kez Malazgirt’e gittim. Şehrin sokaklarında dolaştım. Çok azı kalan surların içerisinde sırtımı duvara yaslayıp hayaller kurdum, burçlara çıkıp ovanın uçsuz bucaksız boşluğuna bakarak kendimi Orta Çağ’da hayal ettim. Savaş meydanı olduğu düşünülen ovaya gidip tepeleri adımladım, Sultan Alparslan’ın askerlerine okuduğu Cuma hutbesini dinledim, kılıç şakırtılarına ve at kişnemelerine kulak verdim. Muş bir taşra şehri ve burada yaşamak başlı başına bir motivasyon zaten. Böyle yerlerde günlük hayat içerisinde bile aktüel gerçeklikten sıyrılabilmek gayet kolay ve mümkün. Çay ocaklarında yaşlıların ağzından Sultan Alparslan’ın menkıbelerini dinledim ve böylece kendimi dönemi görmeye hazırladım. Bu süreçte beni en çok zorlayan şey kuşkusuz diğer çalışmalarımda da hep aynı güçlüğü yaşıyorum, Sultan Alparslan’ın “Hoşlanmayacağı” bir şeyler yazma ihtimaline ilişkin tedirginlik oldu. Bir şekilde karşıma çıkabileceğini ya da rüyama girebileceğini ve “Hayır, ben öyle düşünmemiştim, bana böyle bir şeyi yakıştırmaya nasıl cüret edersin? Bana, o çok sevdiğini iddia ettiğin bana iftira atmışsın!” gibi şeyler söyleyerek beni azarlayabileceği düşüncesi çok geliyor aklıma… Bu da beni muhtemelen daha fazla psikotarih yapma konusunda ketliyor. İnşallah böyle bir şey olmaz…      

Dünya tarihine yön veren Malazgirt Muharebesi’nin komutanı Sultan Alparslan, ordusundan 4 kat büyük Bizans ordusunu mağlup ederek kazandığı zaferle, Türklere Anadolu’nun kapılarını açtı. Kahramanlığı, öngörüsü ve başarılı devlet adamlığıyla nam salan Sultan Alparslan’ın bu büyük başarısının sırrı neydi?

Bu kolay bir soru değil. Kuşkusuz bir çırpıda cevap verilebilecek bir soru da değil… Ama kendi çalışmalarım ve kavrayışım çerçevesinde, onu Sultan Alparslan yapan şeyin, öncelikle teşkilatçılığı olduğu söyleyebilirim. Bu, tarihteki büyük hükümdarların birçoğunun ortak özelliğidir. Bahusus Malazgirt Zaferi özelinde baktığımız zaman bu özelliğin Sultan Alparslan’da da çok belirgin olduğu görülüyor. Sayıca kendisininkinden çok daha fazla olan, Selçuklulardan çok daha köklü bir devletin birikim ve tecrübesine dayanan bir orduyu, üstelik yeterince hazırlanmadan ve çok kısa bir sürede yok etmiş bir hükümdardan söz ediyoruz. Savaşın hemen öncesinde yıpratıcı bir seferde olmasına rağmen yapmış bunu.

Bizans İmparatoru’nun İslâm dünyasına doğru ilerlediğini öğrenir öğrenmez Halep’ten hızlı bir şekilde geri dönmüş ve kısa süre içerisinde onu karşılayabileceği bir konum inşa etmiş kendisine. Savaştan önce veziri Nizâmülmülk’e “Olası bir kötü sonuç durumunda” oğlu Melikşah’ı tahta çıkarmasını vasiyet etmiş, İslâm dünyasının temsil gücünü arkasına almış, Müslüman emirliklerin gönderdiği yardımcı askerî birliklerin entegrasyonunu şaşırtıcı bir hızla yapmış falan… Bütün bunlar hep o teşkilatçı karakterin ürünü olarak görülebilir. Her şeyi düşünüyor. Bütün ihtimalleri değerlendiriyor. A, B ve belki de C planları var. Doğru yerde doğru kararlar almak ve bunları süratle uygulama alanına sokabilmek için gerekli olan sorumluluk duygusuna fazlasıyla sahip. Öte yandan çok cesur. Kadere imanı güçlü. Özgüveni yüksek ve şahsıyla ilgili bir kaygı gütme acizliğine düşmüyor.

Savaş meydanlarında askerleri ile birlikte savaşıyor. Biliyorsunuz, Malazgirt Savaşı sırasında sarf ettiği meşhur bir söz var: “Burada emir veren bir komutan ya da emir alan asker yoktur, ben de sizlerden biriyim.” şeklinde. Hükmü altındaki orduyu adeta tek bir bedene, güçlü bir bedene dönüştürebilmeyi ve onu yekpare bir mekanizma gibi idare edebilmeyi biliyor. Askerleriyle özdeşleşme konusunda hayranlık uyandıran bir yeteneği var. Yani bir yandan ordusunu savaş için organize ederken, diğer yandan askerlerin psikolojisini ve mücadele arzularını ve savaşın yitirilmesi olasılığını göz önünde bulundurarak geleceği de organize ediyor. Onun başarısının sırrını kısaca bu şekilde özetleyebiliriz.    

    

Sultan Alparslan’ın bir hükümdar olarak en önemli özelliği neydi? Onun hangi yönünü öne çıkarmak istediniz?

Ben kendi hesabıma Sultan Alparslan’ın karakterini yapılandıran en önemli özelliklerin eşsiz bir adanmışlık duygusu ve dengeli bir tutku olduğunu düşünüyorum. Fatih bir hükümdar, ama merhameti ve öfkesi keskin uçlarda gezinmiyor. İslâm hükümdarı olarak kendisini konumlandırdığı bir yer var. Bilinçli ve sorumluluk sahibi. Kişisel davalar gütmüyor. Kafa ve gönül terazisi yerinde. Kolay kolay dengesini yitirmiyor, yitirdiğinde de sakinleşmesi çok zaman almıyor. Birçok hükümdarda görülen ve karakter zayıflığının göstergesi olan genellikle de hatalı kararlar almasına yol açan kontrolsüz bir öfkesi yok. Ben kitabımda bu çerçevede onun insanî yönlerini biraz öne çıkarma çabası içinde oldum. Kuşkusuz bunu yaparken, okuyucunun biyografisini okuduğu hükümdarın insanî varoluştan soyutlanmış tanrısal bir figür olmadığını, elini uzattığında dokunabileceği bir düzlemde olduğunu duyumsamasını istedim.  

Kitabınızda Sultan Alparslan’ın gerçek hedefinin Fatımiler olduğunu söylüyorsunuz. Neden?

Aslına bakılırsa bu durum Selçukluların dış politikasının yapılanışı ile ilgili. Devletin kuruluş döneminden itibaren, İslâm dini ile Sünnî kavrayış üzerinden ilişki kuran Selçukluların Sünnî İslâm dünyasının hamisi olarak temayüz ettiklerini biliyoruz. Çünkü bu dönemde İslâm dünyası siyaseten parçalanmış halde ve Abbasîler tarafından temsil edilen Sünnî İslâm anlayışı Şiî-Fatımiler karşısında ciddî ölçüde kan kaybetmiş. Adeta can çekişiyor. En önemli hedefinin Şiî-Fatımileri ortadan kaldırmak olduğunu ilan eden ilk Selçuklu hükümdarı Sultan Tuğrul Bey, Abbasî Halifesi el-Kâim Biemrillah’ın ısrarlı davetleri sonucu 1055 yılında Bağdat’a gelmiş ve şehirdeki Şiî-Büveyhî sultasına son vererek Sünnî Hilafet’i özgürleştirmiş. Bu politika daha sonra Sultan Alparslan tarafından da olduğu gibi devralınmış.

İlk dönemlerde Selçuklu askerî harekâtlarının ağırlık merkezinin Suriye-Filistin ve el-Cezire gibi Şiî-Fatımi etkisinin güçlü olduğu bölgeleri hedef alması şüphesiz tesadüf değil. Yani Selçukluların öncelikli hedefi İslâm dünyasında siyasî birliği tesis etmek. Nitekim Malazgirt Savaşı’ndan hemen önce Sultan Alparslan’ın Mısır seferine çıktığını ve bu çerçevede Halep’te olduğunu biliyoruz. Bu bakımdan, örneğin Bizans İmparatorluğu ile mücadele etmek ya da Anadolu’yu fethetmek Selçuklular açısından talî bir mesele. Arzu edilen birlik Selçuklular tarafından arzu edildiği şekliyle temin edildikten sonra muhtemelen öncelikli hedef haline gelecekti. Yani Bizans İmparatoru ve Selçuklu Sultanı’nın karşılaşması mukadderdi, önünde sonunda kozlarını paylaşacaklardı belki, fakat Selçuklular öncelikle Müslüman dünyasını siyaseten birleştirme derdindeydiler. Sultan Alparslan’ın hedefinin Fatımiler olması bundan kaynaklanmaktadır.       

Sultan Alparslan’ın şahsında Selçukluların kendilerine biçtikleri misyon neydi? Bu bilinçli bir tercih mi, yoksa olayların onları getirip bıraktığı nokta mı?

Benim açımdan bu çok nettir. Selçukluların üstlendikleri misyon, İslâm dünyasında siyasî bir birlik tesis etme vizyonuydu. En azından devletin kuruluş ve gelişme sürecini yönlendiren temel motivasyonların başında bu gelir. Selçukluların Fatımilerle ya da Abbasîlerle ilişkileri, Malazgirt Savaşı ve sonrasında yaşanan gelişmeler, bugün Haşhaşiler olarak meşhur olan ve Selçuklu coğrafyasını teröre boğan Hasan Sabbah liderliğindeki Şiî-İsmaililer ve bunların faaliyetleri, devletin coğrafî genişleme eğilimleri ve yine Sultan Alparslan döneminin en önemli olayı olarak görülebilmesi mümkün olup Müslümanlar arasındaki düşünsel birliği kurma noktasında bugün halen etkileri devam eden kuvvetli bir vazife gören Nizamiye medreseleri…

Bütün bunlar Selçukluların İslâm dünyasında birlik tesis etme gayretleri ile irtibatlı. Öte yandan bu durumda hem olayların akışı hem de Selçukluların bilinçli tercihi söz konusu. İslâm dünyasının kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan siyasî dönüşüm ve krizlerinin neden olduğu hadiseler Selçuklulara alan açmış, Selçuklular da tereddüt göstermeden bu alanı doldurmuştur. Zaten onlardan başka bunu yapabilecek bir siyasî aktör de o dönemde mevcut değil. Sultan Tuğrul Bey’in unvanlarından biri “Muhyîu Ehli’s-Sünne (Ehl-i Sünneti Dirilten)”dir. Ve ona Halife tarafından böyle bir unvanın verilmiş olması tesadüf değildir. Denilebilir ki tarih Selçukluların kaderi ile İslâm dünyasının kaderini bir anlamda birleştirmişti.     

Sultan Alparslan gibi bir hükümdarın bu denli basit bir şekilde ölmesi gerçekten ilginç. Sultan Alparslan kendi ölümünün nedeninin de farkında. Sizce de tarihte kibir ve gurur hazin sonları peşi sıra getiriyor mu?

Aslında bir tarihçi olarak böyle bir değerlendirme yapmayı doğru bulmam. Yani “Kibir ve gurur hazin sonları peşi sıra getirir.” demek tarihi değil, ahlaki bir yargı olur. Öte yandan “Kibir ve gururu arş-ı a’lâya çıkmasına rağmen” sonu hazin olmayan çok kimse vardır. Hem tarihte hem de günümüzde… Bir başka ifadeyle, kibir ve gurur her ne kadar kötü şeyler olsa da tarihte bunların doğrudan ve doğal olarak “Hazin sonları getirdiği” gibi bir ilkeden söz edilemez. Fakat evet, Sultan Alparslan’ın kendisinin bakışı bu şekildedir. O, ölümünden önceki son sözlerinden de anlaşılabileceği gibi, kibre kapıldığı için Allah’ın kendisini cezalandırdığını düşünmüştür. Ama bu doğal, onu unutmamak lazım. Dindar bilince sahip bir Müslüman olarak Sultan Alparslan’ın dünyayı kavrama biçimi bu şekildedir. Her an bir öz-muhasebe hâlindedir. Her gerçek Müslüman’ın olması gerektiği gibi. En nihayetinde başına gelen en basit olumsuzlukları bile ilahî bir uyarı olarak gören bir kavrayıştan söz ediyoruz.

Kitabıma yansıyan başka örnekleri de var Sultan’ın bu tutumunun. Öte yandan bununla ilgili bir hususu daha burada vurgulamak gerekir ki bu çeşit durumlarda belki de en önemlisi olan ve tarihin akışına etkisi olan kısmı burasıdır. Bu da gurur ve kibrin, kişinin kendisi üzerinde yaptığı etki ve neden olduğu sonuçlardır. Kendisine fazlasıyla güvenen ve hiçbir tehlikenin kendisine erişemeyeceğine inanan biri, kendisini koruma noktasında yeterli hassasiyeti göstermeyecek ve gerekli tedbirleri almayı ihmal edecektir. Yine kendisini “Diğerlerinden, düşmanından vb.” üstün gören biri, kendisinin dışında hiçbir şeye odaklanamayacak, yapması gereken mücadeleyi doğru biçimde yapamayacaktır. Gurur ve kibrin hazin sona yol açışının bu şekilde ilerleyen ve doğrudan değil de dolaylı olan bir mekaniğinin bulunduğu söylenebilir.      

Sultan Alparslan’ı rakibi olan devlet adamlarıyla kıyasladığımızda ortaya nasıl bir portre çıkar?

Sultan Alparslan’ı çağının diğer devlet adamlarıyla kıyasladığımız zaman onda özel ve diğerlerinde olmayan bir şey olduğunu görürüz: Sultan Alparslan “Tarih yapıcı bir özne” olarak temayüz etmiş bir hükümdardır. Ben onun bu özel durumunu “Teceddüd” kavramı ile tarif ediyorum. Biliyorsunuz, klasik Sünnî İslâm geleneğinde “Müceddid” âlimlerden bahsedilir. Tarihin belirli dönemlerinde böyle âlimler zuhur eder ve İslâmî kavrayışı bidatlerden arındırarak yeni ve fakat “Esasa uygun” bir yaklaşım geliştirirler. Bunu tabi teolojik bakımdan tartışmıyorum ben. Eh, zaten o benim işim ya da uzmanlığım da değil. Benim yapmak istediğim kavramsal bir paralellik üzerinden meseleyi daha iyi anlayabilmek sadece.

Sultan Alparslan’ın tarihî konumunun, bu çerçevede bir analoji kurulmak suretiyle daha iyi anlaşılabileceği düşünüyorum. O, İslâm tarihi içerisinde bir kavşak noktasında durmaktadır. 11. asırda ortaya çıkmış ve sergilediği tarihî performans ile İslâm tarihinin akışına yeni bir yön vermiştir. Bugün halen o dönemde inşa edilen “Yollar” takip edilebiliyor. Dolayısıyla İslâm tarihinin yenileyicisi olarak görülebilir. Bu bakımdan, ben şahsım adına Sultan Alparslan’ın “2. binyılın siyasî müceddidi” olduğunu düşünüyorum. Özelde Sultan Alparslan, genelde ise Selçuklular döneminden itibaren İslâm tarihinde hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmamıştır. Tarihin treni tabir yerindeyse makas değiştirmiş, yeni bir ilerleme hattına girmiştir. Tabi İslâm tarihinin girdiği bu yeni ilerleme hattının müspet bir ilerleme hattı olduğunu da not etmek gerekir.    

Tarih felsefesi açısından Sultan Alparslan’ı bir deha olarak mı tanımlamayız? Yoksa şartlar gereği ortaya çıkan toplumun birikimini, kabiliyetini yansıtan bir şahsiyet olarak mı değerlendirmeliyiz?

Sultan Alparslan’ın deha olarak tanımlanabileceği konusunda açıkçası çok emin değilim. Yani dehadan ne anladığımıza bağlı olarak bu değişir. Fakat kuvvetli bir “Tarih kurucu özne” olduğu tartışılmaz. Ben onun durumunu tarihi bakımdan kendi özgül konumuna yerleştirebilmek adına Stefan Zweig’ın “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar” isimli kitabının altyapısını meydana getiren kavrayışı oldukça işlevsel buluyorum. Buna göre, biliyorsunuz, tarihin içerisinde bazı sihirli anlar var. Belirli bir birikimin ardından ortaya çıkan, bir altyapının üzerinde yükselen ve tarihe yön veren anlar bunlar. Böyle anların gelebilmesi için tarihte pek çok önemsiz anın gelip geçmesi ve tarihin bu anlara hazırlanması gerekir. Bizim kültürümüzde Zühre ile Müşteri, yani Venüs ile Jüpiter’in aynı burç ve derecede bir araya geldikleri talihli zaman dilimini tarif etmek için kullanılan ve “Kıran Vakti” olarak nitelendirilen anlar. Bizde bu anlarda dünyaya gelen insanların önemli işler başaracağına inanılır ve kendilerine “Sahipkıran” denilir. Yani “Yıldızların bahtına hükmeden” ya da “Yıldızlar tarafından bahtına hükmedilen” kimse…

Timur bunlardan biridir mesela. Sahipkıran unvanı İslâm tarihinde birçok hükümdar tarafından kullanılmış olmakla birlikte en fazla özdeşleştiği hükümdar odur. Ben Sultan Alparslan’ın durumunu biraz böyle görüyorum. Selçuklu çağı İslâm tarihinde 2. bin yılın başlarında zuhur eden yeni bir “Kıran Vakti,” Sultan Alparslan ise o vaktin “Sahipkıran”ıdır. Buhranlı bir dönemde, tam da olması gereken yerde ve zamanda ortaya çıkan, derleyip toplayan, yeni bir biçim ve yön veren, yeni bir çağı başlatan hükümdardır Sultan Alparslan. Daha önce kullandığım müceddid kavramını da bu çerçevede kullandım. Kuşkusuz çizmiş olduğumuz bu çerçeve onun deha olmadığı anlamına da gelmez, bunu da söylemek lazım. Nitekim “Neden bir başkası değil de Sultan Alparslan?” sorusunu, onun belki de deha olarak nitelendirilebilecek olan kişisel özellikleri ile irtibatlandırmak da mümkündür.       

Sizden Selçuklu tarihini ana hatlarıyla kavrayabileceğimiz, onların dünya tasavvurlarına vakıf olabileceğimiz birkaç kitap tavsiyesi istesek?

Selçuklu tarihini ana hatlarıyla izleyebilmek için muhterem hocam Mehmet Ersan ile birlikte 2010’lu yılların başında kaleme aldığımız “Selçukluları Yeniden Keşfetmek” ve “Osmanlılardan Önce Onlar Vardı” isimli metinler faydalı olabilir. Bunun dışında tabi son yıllarda bu ihtiyacı karşılayacak metinlerin sayısı (elbette bundan büyük bir memnuniyet duyuyorum) epeyce arttı. Cihan Piyadeoğlu, Muharrem Kesik, Erkan Göksu ve Ayşe Atıcı Arayancan gibi isimlerin yazdıkları takip edilebilir. Yine son yıllarda artış gösteren Orta Çağ kaynaklarının çevirileri de hem keyifli okuma deneyimleri hem de Orta Çağ’ın güncel hayatına temas edebilmek için güzel fırsatlar sunuyor. Fakat ille de merhum Osman Turan. Bugün hâlen onun Selçuklu tarihçiliğinin aşılabilmiş olmadığını düşünüyorum. Üslubu, kavrayışı ve bütüncül yaklaşımı ile gerçekten de bir okuldur. Allah gani gani rahmet eylesin. 

Yolculuğunuzda özellikle etkilendiğiniz, birikiminizde kilometre taşı niteliğinde diyebileceğiniz şair/yazar/düşünce adamları kimlerdir?

Bu soruya cevap vermem pek kolay değil. Kendimi en azından kendimce hep iyi bir okur olarak görmüşümdür, ama çok da sistematik bir okuma ve düşünme serüveni değil benimki… Daha çok kişisel bir arayış şeklinde ilerliyor. Dolayısıyla kimden ne kadar etkilendiğimi açıkçası bilmiyorum. Böyle bir hat çizmeye çalışırsam, bir çeşit mensubiyet olarak tanımlayacağım bir bağlılık ortaya koyamayacağım için isimlerini vereceğim isimlere haksızlık etmiş olabilirim. Bununla birlikte bazı kilometre taşlarım da var elbette. Tarihe bakışımda M. Fuat Köprülü, Mükrimin Halil Yinanç, Nurettin Topçu ve Osman Turan önemlidir. Yine son yıllarda Umberto Eco, E. M. Cioran ve Stefan Zweig’tan entelektüel anlamda çok istifade ettim. Bir üslupçu olarak Oğuz Atay, Hermann Hesse, Franz Kafka, Orhan Pamuk ve Şule Gürbüz’ün hayatımda göz ardı edilemez yerleri var. Ayrıca İsmet Özel’i yalnızca şairliği ile değil, dünyayı tarif etme biçimi ile de çok önemsiyorum. 

YORUM EKLE