Modern Dünyanın Gözünden Mus'ab Bin Umeyr

Modern zamanlardan Mus’ab Bin Umeyr’in Mekke’sine bir bakış. Hem de bir tiyatro sahnesinden... 'Musab' adlı tiyatro oyununda rol alan Berk Yaparel ve Savaş Sezer, oyuna dair Mehlika Vurgun'un sorularını cevapladı.

Modern Dünyanın Gözünden Mus'ab Bin Umeyr

Tiyatro Greyfurt ekibinin enfes çalışmalarını bilmeyen yoktur. Varsa da acilen tanışmalı bu ekiple. “Hayy Bin Yakzan” oyunundan sonra, yaklaşık bir yıldır oynayan ve Mahmud Tahsin'inyazıp yönettiği “Mus’ab” ile gönülleri fetheden Tiyatro Greyfurt, öncesinde “Akif”, “Çanakkale” ve “Menan Cinleri” oyunları ile tanınıyordu. Fakat “Mus’ab” farklıydı. Her şeyi ile özel bir eserdi. Ortaya çıkış süreci nasıl sancılı ise, seyirci ile buluştuktan sonraki tepkiler de buna oranla coşkulu geliyordu.

Her oyun sonrası ayakta alkışlanan bir ekibi var Tiyatro Greyfurt’un. “Mus’ab”ta da bunun hakkını fazlasıyla vermişler. Öyle ki izledikten sonra, uzun süre normale dönemiyorsunuz. Öylesine büyülü bir eser. Çünkü gerçek. Tarihteki en büyük devrime tanıklık etmiş bir kahramanın, İslam tarihinin ilk öğretmeni, ilk sancaktarı Mus’ab Bin Umeyr’in gerçeği.

Bu harika eseri izledikten sonra herkesin izlemesi gerektiğini düşünerek, ekibin başrol karakterleri Berk Yaparel (Mus’ab Bin Umeyr) ve Savaş Sezer (Habbab bin Eret) ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Oyun nasıl ortaya çıktı? Kurgulama sürecinden bahsedebilir misiniz?

Berk Yaparel: Mus’ab’ın üç ya da dört yıllık bir proje geçmişi var. Üç yıl önce Greyfurt ailesine dâhil olduğumda Mus’ab proje aşamasındaydı. Ancak hem mevcut oyunların yoğunluğu, hem de böylesine önemli bir oyunun ince elenip sık dokunması gerektiğinden, geçen yıl hayata geçirebildik. Yaklaşık beş buçuk altı aylık yoğun bir prova sürecinden geçtik. Bütün ekip büyük bir özveriyle çalıştık. Ve sonunda hem bizi, hem de seyirciyi mutlu eden bir eser ortaya çıkmış oldu.

Savaş Sezer: Ben bir yıldır sürece dahilim. Bana Berk projeden ilk bahsettiğinde çok heyecanlanmıştım. Oyunda Habbab bin Eret karakteri vardı. Oyunu izledim ve dedim ki; “Şu Habbab’ı ben oynasam ne güzel olur!” Aradan bir yıl geçtiğinde arkadaşım Berk bir gün, “Habbab’ı oynar mısın?” dedi. Gülümsedim ve, “Seve seve!” dedim.

Mus’ab karakterini oynamaya nasıl karar verdiniz?

Berk Yaparel: O dönem Menan Cinleri’nde oynuyordum. Mus’ab ise prova aşamasındaydı. Oyuncu arayışı içerisindeydik. Mus’ab herhangi biri değildi çünkü. Bu karakteri taşıyacak olan sadece oyunculuk değil, biraz da görsellikti. Tarihi kayıtlarda ve herkesin aklında kibar, zarif, yakışıklı, inanılmaz bir hitabete sahip, bir bakanın dönüp bir daha baktığı bir Mus’ab portresi hakim. Hz. Peygamber’in şöyle bir ifadesi var: “Mus’ab’ın geçtiği yeri bilirdik, çünkü kokusu o sokaktan uzun süre gitmezdi.” Bu aşamada sürekli oyuncu gidip geliyordu Mus’ab için. Ve bir şekilde bu teklif bana geldi. Seve seve dedim ve kabul ettim. Süreç boyunca Mus’ab’ın ne kadar özel bir karakter olduğunu anladım. Bazen, hayır bu kadar da olamaz dediğim anlar oldu. Ama hakikaten bu kadarmış. Mus’ab’ın hikayesi inanılmaz.

Siz karakterinizle ilgili süreçte neler yaşadınız?

Savaş Sezer: Ben yapı olarak muhafazakar bir aileden geliyorum. Herkes gibi oyunu izlediğimde iki gözüm iki çeşme ağlamıştım. Habbab’ı keşke ben oynasam dediğimde kendimle çok özdeşleştirmiştim. Fakat bir türlü oynayamıyordum, öylesine etkileniyorum. Sürekli boğazımda bir düğüm. Bir reflekse dönüşene dek bu zorluğu yaşadım. Bir insanı korun içine yatırıp, balığı una bular gibi ateşe buluyorsun ve o adam hâlâ “Allah!” diyor. İnansın inanmasın herkesin saygı duyması gereken büyük bir hikaye bu.

Berk Yaparel: Habbab ve Mus’ab’ı ilk okuduğumda, tabiri caizse bu iki karakteri Matrix filmindeki Morpheus ve Neo’ya benzetmiştim. İslam tarihinde Habbab karakterinin önemi çok büyük. Düşünsenize, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar Müslüman var. Siz de bunlardan birisiniz. Bu, Habbab’ın ne kadar güçlü ve kararlı olduğunu gösteriyor. Oyun için araştırma yaparken ve rol üzerinde çalışırken şunu düşünmüştüm; aslında Habbab’ın bir kahramana ihtiyacı vardı, Mus’ab’ı buldu. Matrix’teki Morpheus da tüm gerçeği biliyordu ancak bir kahramana ihtiyacı vardı, Neo’yu buldu. Neo da Morpheus’la beraber kendi benliğine kavuştu. Mus’ab’ın kahramanlığında Habbab’ın da emeği var diyebiliriz.

Oyunda kurmaca mı gerçeklik mi ön planda?

Berk Yaparel: Yüzde sekseni gerçeğe dayanıyorsa yüzde yirmisi de kurmaca diyebiliriz. Ancak bu aslına zarar vermeden yapılmış bir şey. Örneğin Medine’de geçen falcı kadın sahnesi için kurmaca diyebiliriz.

Karakterinizle ilgili ne tür zorluklar yaşadınız?

Berk Yaparel: Şu ana kadar onlarca oyunda oynadım. Mus’ab en zoruydu. Çünkü Mus’ab’ta şöyle bir lüksümüz yoktu; bir repliği mi unuttun? Onu yuvarlayamazsın, yahut geçiştiremezsin. Mus’ab’ın parmağını kaldırışını bile çalışmanız gerekir. Farklı rollerde daima karakterin duruşunu, bakışını hayal ederiz, ancak bunu yapmasan da olabilir. Önemli olan repliklerdir bazen. Üç yüz kişilik salonda bu karakterin hafızalarda bir portresi, bir tavrı var. Sen bu üç yüz kişinin algısına rağmen, “hayır ben doğruyu yapıyorum”u göstermekle yükümlüsün. En kötü yorumun bile şu olmalı: “Çok güzeldi!”

En zorlandığım kısım, Peygamberimiz’le konuştuğum anlar. Çünkü orayı geçiştiremezsiniz ve boşluğa bakarak oynayamazsınız. Hissetmelisiniz. Mus’ab’ın annesi tarafından kırbaçlandığı sahne de kişisel olarak canımı çok acıtan yerlerden biri. Oynarken burada acıyı hissediyorum evet.

Bazı ünlü tiyatro adamlarına göre dekorun oynadığı, bazılarına göre ise kostümün ya da metnin oynadığı oyunlar vardır. Her biri ayrı bir amaca hizmet eder. Bu minvalde Mus’ab hangi kategoriye giriyor?

Berk Yaparel: Mus’ab kesinlikle metin ve performans derim. Dekor ve kostüm diyemeyiz. Fakat dekor konusunda da övgüler aldık. Üç tane küple Mekke’yi Medine’ye çeviriyoruz düşünün. Ve seyirci bunu kabulleniyor yadırgamadan. Oyuna geliyorsunuz ve salona girdiğinizde önünüzde bir kara tahta ve tabure üzerinde uyuyan bir adam. Bunu asla hayal etmiyorsunuz. Belki seyirci şu kafayla geliyor; “Ohh bugün de ibadetimi tiyatro izleyerek yapacağım. Hayırlı vakit geçireceğim.” Fakat biz bundan başka, ‘Bak sen burada sanat adına da bir şeyler izleyeceksin’i vermeye çalışıyoruz. Kara tahtanın görevi biraz aslında bu.

Peki bazen gerçek dünyadan koptuğunuz anlar oluyor mu?

Berk Yaparel: Bazı oyunlardan sonra çıkarız ve normal hayatımıza hemen döneriz. Bazen ise oyun biter, fakat hâlâ oradayızdır. Bundan kurtulamayız. Eve gidersiniz ve o yük omuzlarınızdadır. Mus’ab böyle bir oyun.

Oyunda yer yer Shakespeare’in Hamlet’inden rüzgarlar esiyor. Kişisel anlamda söylüyorum. Bana öyle hissettirdi.

Berk Yaparel: Evet, Hamlet soyludur. Mus’ab da öyle. Mus’ab’ın ailesi Mekke’nin en önemli ve soylu ailelerindendi. Görmediği ve elde edemediği hiçbir şey yoktu. Asildi Mus’ab. Örneğin oyunda annesine söylediği “Senin için dua edeceğim anne!” sözü Mus’ab’ın soyluluğuna, asilliğine, en güzel örneklerden biridir.

Evet mesela kırbaçlanma sahnesinde bile asaletini yitirmeyen bir Mus’ab görüyoruz.

Berk Yaparel: Habbab’ın demirci olmasının nasıl bir sebebi varsa Mus’ab’ın sancaktar olmasının da bir sebebi vardı. İslam’ın sancağını onun gibi naif birinin taşıması gerekiyordu. Sancak tutan kişi aynı zamanda önderdir. Mus’ab Hz. Peygamber’den sonra gelen ilk öğretmen olarak buna en layık insandı.

Yaklaşık bir yıldır Mus’ab karakterini oynuyorsunuz. Karakter size neler kattı?

Berk Yaparel: Oynadığınız her rol mutlaka bir şey katar. Mus’ab’ın hayatımda çok mühim yeri var. Oynadığım en güçlü, en gerçek karakter. Mus’ab’taki o istek ve arzu bana da geçiyor ister istemez.

Ana öğretiye göre, bütün klasik öyküler bir olgunlaşma öyküsüdür. Mus’ab tam da bu anlamda önemli bir klasik.

Berk Yaparel: Evet. Mus’ab aslında huysuz bir çocuktu önce. “Anne bırak beni internete gireceğim” diyen küçük bir çocuk. Günümüz dünyasından bakınca aynen böyle. Fakat hakikat ile karşılaşınca her şey değişti. Ödediği bedeller ağır oldu. O sancağı taşımanın bedeli büyüktü.

Çağımızda da her birimiz soyut düzlemde acılar çekiyoruz. Günümüzden Mus’ab’ın Mekke’sine baktığımızda, kendimizden çok şey bulmamız mümkün.

Berk Yaparel: Biz Mus’ab’ta temeli anlatıyoruz. Özümüz nedir? Biz kimiz? Bu sorulara cevap buluyoruz. Ve aslında Mus’ab’la beraber kendini sorguluyor seyirci. “Hakikat için neyi feda edebilirsin?” Günümüzde Mus’ab kadar soylu ve zengin bir insan acaba nelerden vazgeçebilir? Çok zor. Mus’ab’ı kahramanlaştıran en önemli olgu bu.

Peki neden tiyatro?

Berk Yaparel: Empati. Eğer oyuncu olmasaydım, Berk olarak hayatıma devam edecektim. Fakat şimdi, bir gün kral olabileceğim, bir gün çöpçü, bir gün Mus’ab ve başka bir gün deli… Hepimiz doğduk ve oyun oynamaya başladık. Oyun hayatımızın her anında var. Sadece büyüyünce biz oyunu gerçek sanmaya başladık. Oysa hâlâ oynamaya devam ediyoruz. Ben bunu resmiyete dökmüş biriyim yalnızca.

Savaş Sezer: İlk oyunumu oynadığımda lisedeydim. Hayatım boyunca kendimi en güçlü hissettiğim yer sahneydi. Ben burada olmalıyım dedim. Ve buradayım. Beni en çok mutlu eden de, sahneye adım attığımda, kendimi kuliste bırakıp orada başka bir adam olabilmek.

Tiyatro mesaj vermeli mi?

Berk Yaparel: Tiyatronun çıkış noktasında mesaj var zaten, amaç temelde birilerine bir şeyler anlatmak. Bu anlamda düşünürsek, teknoloji henüz piyasada yokken, bir şeyler anlatabileceğiniz tek araç tiyatro idi. Antik Yunan’a doğru gidersek, o dönem tiyatro ibadet maksatlı yapılan bir gelenekti. İnsanlar halka bir şey anlatmak istedikleri zaman tiyatroyla anlatıyorlardı. Mesela; “Bak oyundaki karakter bu hatayı yaptı, eğer sen de yaparsan aynı şekilde cezalandırılırsın” diyorlardı. Tamamen mesaj odaklı da tiyatro yapamazsınız. Çünkü bu, seyirciyi rahatsız eder ve ticari kaygılar öne çıkar. Ama güzel bir metinle bunu yaparsanız, seyirci alacağı mesajı cebine koyarak ayrılır salondan.

 

Mehlika Vurgun konuştu

YORUM EKLE