Mehmet Nuri Yardım, gazeteci, yazar ve edebiyat araştırmacısı. 1960 doğumlu olan Mehmet Nuri Yardım 1979 yılından itibaren muhtelif gazete, dergi ve yayınevlerinde muhabir, musahhih, editör, köşe yazarlığı gibi görevlerde bulundu. Özellikle 2000’li yıllarda yoğunlaştığı biyografik nitelikli çalışmaları ile dikkat çeken Mehmet Nuri Yardım, aynı zamanda ESKADER’in kurucu başkanlığını yapmıştır. İLESAM, TYB, TGC, İSEDER gibi kurumlarda üyeliği bulunan Yardım, halen Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın yazı işleri müdürlüğünü yapmakta ve Milat gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.
Kültür sanat dünyasının pek çok noktasına temas eden, sanatalemi.net ve medeniyetimiz.com gibi kültür sanat sitelerinin de kurucu ve yazarlarından olan Mehmet Nuri Yardım ile, ESKADER bünyesinde yıllardır düzenlenen Babıali Sohbetleri ve yazdığı biyografik eserler üzerinden geniş çaplı bir söyleşi gerçekleştirdik. Bizzat tanıştığı hocalarından üzerine çalışmalar yaptığı edebiyatçılara kadar pek çok isme değindiğimiz bu röportajı, kaybolan değerlerimizi ve ismi unutulan öncülerimizi ele almanın önemine katkı sağlaması ümidiyle ilginize sunuyoruz.
Hocam çalışmalarınıza baktığımızda genelde portre yazıları yazdığınızı görüyoruz. Fakat portreden daha önemlisi, insanlar genelde belirli kişilere ilgi duyarken, sizin hem kitaplarınızda hem de faaliyetlerinizde gördüğüm kadarıyla, gerçekten kıymetli, popüler olmayan, belki kıymeti bilinmeyen insanları hususi olarak seçip hakkında toplantılar yapıyor, yazılar yazıyorsunuz.
Haklısınız, ilgi alanım böyle. Doğrusu çok konuşulan isimler hakkında konuşmanın da manası yok diye düşünüyorum. Popüler isimler hakkında herkes konuşuyor zaten. Bize, hakkında konuşulmayan isimleri bulup öne çıkarmak düşer. Kıymetli şahsiyetleri tanımaya, anlamaya çalışırsanız faydalı olur. Zira onların birikimine ihtiyacımız var.
Böyle çalışmalara ilginiz nasıl başladı? Biyografi ve portre sizin için nasıl bir kıymet ifade ediyor?
Aslında biyografilere, portrelere daha üniversitede öğrenci iken ilgi duymaya başladım. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okurken o zamanlar çok değerli hocalarımız oldu. Faruk Timurtaş, Mehmet Kaplan, Muharrem Ergin, Abdülkadir Karahan, Ali Alparslan, Mehmed Çavuşoğlu gibi gerçekten Türkoloji alanında, Türk dili ve edebiyatı sahasında mümtaz isimler bizim hocalarımız oldu. Tabiî bunların dışında başka hocalarımız da oldu. Onlardan aldığımız iyi bir eğitim vardı. Elbette biz sadece onlarla da yetinmedik, hocalarımızın yönlendirmesiyle bazı vakıflara, derneklere devam etmeye başladım. Mesela Kubbealtı Cemiyeti, Edebiyat Cemiyeti gibi bazı müesseselere sürekli gidip gelmeye başladım ve buralarda birçok şahsiyeti tanımak nasip oldu. Bir de ben fiili olarak gazetecilik yaptığım için geniş bir ilgi alanım oldu. Birçok bestekârı, sanatkârı, hattatı, âlimi, tezhip hocasını, ebru hocasını, şairi, romancıyı tanıdım.
Gazetede genelde kültür bölümlerinde mi çalıştınız?
Evet genelde kültür ve haber bölümlerinde çalıştım diyebilirim ama 23 senelik bir meslek hayatı. Gazeteciliğin bize katkıları çok oldu. Dolayısıyla birçok şahsiyeti tanıdık, onlarla dostluk kurduk. Bunların arasında edebiyat, sinema, tiyatro, müzik dünyasından ve geleneksel sanatlarımızdan birçok şahsiyet var. Süheyl Ünver gibi, Uğur Derman gibi, Hasan Çelebi gibi… Bunlar tabi benim gözümde gerçekten çok değerli insanlar ve onları tanımaya, onları anlamaya çalıştım.
Sonra baktım ki bu kıymetli şahsiyetleri toplumun büyük bir kesimi ne yazık ki pek tanımıyor. Maalesef durum böyleydi, şimdi yeni yeni bu sanatlarımıza ilgi başladı, üstadları artık tanıyor, seviyoruz. Hizmetleri için kendilerine teşekkür ediyoruz. Toplum bu arada popüler isimleri tanıyor, ünlü, ünlüleştirilmiş, her gün reklâmı yapılan şahsiyetleri yakından tanıyor. Hâlbuki şunu düşünmek lâzım; herkes ünlü olabilir, ama herkes değerli olamaz. Yani değer, ün ile eşorantılı değildir. Bazı insanlar vardır ki, ünsüzdür ama gerçekten değerlidir, kıymetlidir. Verdikleri eserler, yaptıkları çalışmalar, yazdıkları kitaplar vs. Öyle ünlüler de vardır ki, her gün ekranlarda boy gösterirler ama sadra şifa fikirleri, derde deva duyguları yoktur. Size bir şey vermezler, kültürünüze bir şey katmazlar, sizi geliştirmezler, sizi öte âlemlere alıp götürmezler.
Bu bakımdan ben de mesaimi tamamen bu konuya, ‘meçhul meşhurlar’a teksif ettim. Yani medyatik olmayan, popüler olmayan değerlerimizi, yaşayan veya vefat etmiş kıymetlerimizi acaba nasıl ortaya çıkarabiliriz, nasıl günümüz gençliğine duyurabilir, tanıtabiliriz? Bunun derdine düştüm. Bütün meselem bu oldu. Gerek düzenlediğim toplantılarda, gerek yazdığım yazılarda, gerekse hazırladığım kitaplarda tek kaygım diyebilirim ki artık budur. Bunu yaparken şu amacı güdüyorum: Bu şahsiyetler, bana göre eskimeyen nesildir, eskimez değerlerdir. Bir hattat Hâmid Aytaç aşılamaz, aşılamadı. Dünyada hat sanatında hakikaten en değerli sanatkârdır. Acaba kendisini tam tanıtabildik mi? Sanmıyorum. Halen adına bir müze yok, halen Cağaloğlu’nda 40 sene emek verdiği, çalıştığı, talebe yetiştirdiği bina müze yapılamadı.
Bu bina tam olarak neresi hocam?
Bina Sirkeci’den Bâbıâli Yokuşu’nu çıkarken sağda. Eski Ece Ajandaları’nın bulunduğu binanın bitişiğindeki handır. O handa 40 sene boyunca hüsn-ü hatlar, yazılar ve Kur’an-ı Kerim yazıyor. İşte böyle üstün sanatkârlarımız, dâhi hattatlarımız var. Bakıyorum, bizim sanat dünyasındaki insanlar bile tanımıyor. Basın yayın dünyasındaki insanların çoğu tanımıyor. Prof. Dr. Ali Alparslan, üniversitede hocamızdı, o da değerli bir hattattı. Özellikle kûfi yazıda büyük bir sanatkâr ama o da unutulup gidiyor ne yazık ki.
Yani biz bu değerlerimizi eğer gündemde tutamazsak korkarım ki yarın öbür gün iftihar edeceğimiz sanatkârımız kalmayacak. Sadece mevcut ile yetinmemeliyiz, genç sanatçılarımızı tabii ki göz ardı edemeyiz. Ama genç neyzenlere ilgi gösterirken Niyazi Sayın gibi dünya çapında bir dâhi sanatkârı unutursak bu vefasızlık olur. Dolayısıyla gerçekten sizin tespitiniz doğrudur. Ben tamamen mesaimi bu yöne teksif etmiş bulunuyorum. Acaba unutulmuş bir şair var mı? Üne çok da kavuşmuş olmayabilir. Araştırıyorum, buluyorum. Meselâ yıllar önce Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hâtıraları’nı hazırlamıştım. İlgi gördü, orada 72 büyük yazarımızın, şairimizin çocukluk mâceraları, yazı serüvenleri var. Sonra arkasındanYazar Olacak Çocuklar geldi. Hemen peşinden Şair Olacak Çocuklar ve şimdi de Romancı Olacak Çocuklar yayımlandı. Nar Yayıncılık büyük bir titizlikle bu kitapları çocuklarımızın istifadesine sundu. Sonra Unutulmayan Edebiyatçılarımız diye bir kitap hazırladım, orda da aynı şekilde yitiklerimiz var. Kayıp İstasyon önce Kitap Haber dergisinde çıkmıştı, bu yazılar bilahare kitaplaştı Şule Yayınları tarafından. Orda da nisyana terk edilmiş, hakikaten değer üreten edebiyatçılarımız var. Büyük emek verdiğim bu kitap, daha sonra TYB Biyografi Ödülü’nü aldı. Sonra Unutulmayan Edebiyatçılarımız kitabım.
Bu çalışmaların üzerinden 15-20 yıl geçti. O zaman bu yazarların büyük bir kısmının piyasada kitapları yoktu. Meselâ Osman Cemal Kaygılı, Nahit Sırrı Örik, Abdülhak Şinasi Hisar vd. Sonra bu araştırmalar, bu yazılar ve bunları destekleyen toplantılar o küllenmiş olan ediplerimizi yeniden gündeme taşıdı. Âdeta kısmetleri açıldı, talihleri yaver gitti. Bu ‘keşif’ hareketini bazı yayınevlerinin yöneticileri ferasetleriyle fark ettiler ve kitapları bulunmayan yazarların peşlerine düşüp, eserlerini hazırlatıp külliyat hâlinde yayımlamaya başladılar. Meselâ Abdülhak Şinasi Hisar diye bir değer varmış, Boğaziçi’ni, eski İstanbul’u en iyi anlatan, yazar… İşte yayıncılar bu üstadların kitapları niçin yok diyerek bu yazarların peşlerine düşmeye başladılar. Bu kitapların peşpeşe baskıları yapıldı, yapılmaya devam ediyor. Tabii öyle bir hizmeti de oldu o gayretin, o çalışmanın… Dolayısıyla Osman Cemal Kaygılı, Abdülhak Şinasi Hisar, Asaf Halet Çelebi ve böyle daha yüzlerce isim…
Bâbıâli Sohbetleri çok önemli. Yaklaşık 250 civarında toplantı yaptık. Şöyle bir baktığınızda gerçekten popüler isim çok az, ama popüler olduğu halde kıymetli insanları da davet ediyoruz. Onun dışındakiler genelde musiki dünyasının, edebiyat âleminin, düşünce dünyasının bilinmeyen şahsiyetleri... Kemal Batanay’ı genç müzisyenler bile tanımıyor. Hâlbuki meselâ Kubbealtı’nda ilk defa musiki kurslarını Münir Nurettin Selçuk ve Yusuf Ömürlü ile beraber başlatan bir şahsiyet. Unutulmamalı, Kemal Batanay hem musikişinas hem de hattat. Yani böyle çok fazla şahsiyet var.
İnşallah bizim bu yaptığımız çalışmalar, gerek diğer vakıf ve derneklerde yaptığımız etkinlikler, gayretler bu amaca hizmet eden ve bizi değerlerimizle yeniden buluşup yeniden keşfetme amacında olan faaliyetler… Buna toplum olarak da çok ihtiyacımız var. Bizim çok zengin bir kültürümüz var, çok mümbit, bereketli bir medeniyetimiz var. Sanatçılarımız, yazarlarımız, müelliflerimiz, mütefekkirlerimiz çok fazla ama biz onları tanımıyoruz. İşte bu çalışmalar vesilesiyle, o tanışmaya vesile olursa, o tanışmayı sağlarsa böyle geçmiş değerlerimizle, aydınlarımızla, münevverlerimizle bir kültür köprüsü kurulur ve o köprü bizi hakikaten ayakta tutar. Aksi takdirde bir fakirleşme, bir yoksullaşma söz konusu olur.
Her alanda biz çok güzel eserler vermişiz. Bir Ahmet Midhat Efendi kolay yetişmiyor, 300’e yakın eser yazmış. Bakıyorsunuz edebiyat, tarih, din ve meselâ Batılılarla mücadele etmiş. Diyelim ki Batılı aydınlar İslâm’a çatan kitaplar yazdığında ilk cevap verenler arasında Namık Kemal ve Ahmet Midhat Efendi var. Demek ki bizim aslında güçlü bir kültürümüz var. İrfanımız zengin, bütün mesele bunu bizim idrak etmek ve onu gençlerimize aktarmak. O kültürü geleceğe taşımaya mecburuz, bu yüzden gayretimiz hakikaten gördüğünüz gibi bu yöndedir ve böyle olması gerekir diye düşünüyorum.
Siz 30-40 yıldan beri Bâbıâli’desiniz. Halen bu semti çok seviyorsunuz.
Tabiî. 1978’den bugüne tam 37 senedir bu mutena semtteyim. Evet Allah ayırmasın, gerçi ara ara uzaklaştık, mecburen Güneşli’ye, Yenibosna’ya, İkitelli’ye falan gittik ama dönüp dolaştığımız yer ‘kürkçü dükkânı’ misâli hep Bâbıâli oldu. Şükürler olsun ki, şimdi de bu güzel semte en yakın olan Çemberlitaş’ta çalışıyorum.
Şunu söyleyeyim, uzak semtlerde bulunduğumuz zaman bile gönlümüz hep Bâbıâli’deydi, bu muhitteki sohbet meclislerindeydi. Zaten bu hasretimizi, sevgimizi de Bâbıâli’de Hayat isimli kitabımızda topladık. Yani bu semtten hiç kopmadık, Allah ayırmasın.
Bir iki sene önce bir televizyon programı hazırlamıştık, “Hanlardan Plazalara” ismiyle. Muhtelif sektörlerin Eminönü, Beyazıd civarından İkitelli’ye taşınmasının hikâyesiydi. O zaman gördük ki bu semtlerden ayrılan bir daha dönmüyor, daha geniş alanlara yerleşiyor. Siz galiba Bâbıâli’nin son dönemine yetiştiğiniz ve güzel dönemi yaşadığınız için kopamıyorsunuz.
Tastamam öyle. Bir bakıma o büyük göç başlamadan önce semtte bulunuyor, çalışıyordum. Bu yüzden semtin tanıkları arasında sayılabilirim. Nitekim kitapta da bunu anlatıyorum. Çünkü benim semte geldiğim zamanlarda Milliyet, Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleri buradaydı. Birçok gazetenin binası Cağaloğlu’ndaydı. Sadece Tercüman Cevizlibağ’a taşınmıştı. Onun dışındaki bütün gazeteler Bâbıâli’ye postu sermiş, icra-yı sanat ediyordu.
Peki o taşınma gerekli miydi, bence gereksizdi. Tabii ki matbaalar taşınmalıydı, matbaalar, ofset makineleri için daha geniş alanlar gerekiyordu ama gazetelerin idarehaneleri burada kalabilirdi. Yazarlar yine her gün Bâbıâli’nin o güzelim havasını soluyabilirdi. Olmadı, olamadı. Bu bakımdan konu benim hicran yaramdır.
İhmal edilmemesi gereken mübarek bir yerdir Bâbıâli. Bakın, Türkiye’yi bilgiyle, ilimle, irfanla, medeniyetle donatan eserlerin büyük çoğunluğu bu semtte hazırlandı, dizildi, ciltlendi ve vatandaşlarımıza ulaştırıldı. Sadece yurtiçine değil, yurtdışına gönderildi. Bir bakıma fikir, sanat, din ve edebiyat dünyamızın dinamosu gibiydi Bâbıâli. Birçok mütefekkir bu semtin caddelerinde, sokaklarında dolaştı. Mehmet Âkif’ler, Eşref Edib’ler Sıratı Müstakimleri, Sebilürreşat’ları burada çıkardı. Necip Fazıl Büyük Doğu’yu, Sezai Karakoç Diriliş’i bu tezgâhta dokuyup nasiplilerine gönderdi. Bütün metafizik dünyamız, fikir hayatımız âdeta Bâbıâli’de neşvü neva bulmuş.
Bu semt o zaman bizim hafızamızdır değil mi? Yani kültür hafızamız…
Elbette kültür hafızamızdır Bâbıâli. Çok doğru, çok güzel söylediniz ama şimdi giderek yok edilmeye çalışılıyor ve tamamen turistik mekânlarla doldurulan turistik bir semte dönüştürülüyor. Bakıyorsunuz her gün yeni oteller kuruluyor, yeni lokantalar açılıyor, ama bu doğru bir şey değil. Bazı semtlerin özelliği var, kimliği var. Fazla dokunamazsınız, bozamazsınız. Süleymaniye Camii’nin yerinde alışveriş merkezi yapamazsınız. Süleymaniye o mâbediyle, Kirazlı Mescid’iyle, daracık sokakları ve güzelim ahşap evleriyle güzeldir. İşte Cağaloğlu da böyle bir semttir. Aynen, olduğu gibi korunmalıdır. Hatta sadece binalar korunmakla kalmayıp üstlerine meselâ “Ahmet Mithat Efendi Tercüman-ı Hakikat gazetesini burada çıkardı”, “Necip Fazıl Büyük Doğu’yu bu binada neşretti” gibi levhalar asılmalı, yeni nesiller bu âşina isimlerin mekânlarını yakından görebilmeli, hâfızasına nakşedebilmelidir. Bir tarih şuuru uyanmalı, yayılmalı.
Bâbıâli’yi gezdiğinizde sizin hafızanızda neler canlanıyor, binalar size neyi hatırlatıyor? Meselâ ben yaklaşık 12 - 13 senedir düzenli bir şekilde buralara gelmeye çalışıyorum. Okulum buradaydı. Çatalçeşme Sokağı’nda İçtihat Evi dışında bana geçmişi hatırlatan şeyler çok azalmış gibi duruyor.
Çok haklısınız, maalesef resim öyle. Bakın az önce hattat Hâmid’in mekânından bahsettim. Oranın bir müzeye dönüşmesi için bir gayretim var, bir çaba içindeyim. Yazılar yazdım, ilgililere konuyu hatırlattım. Büyükşehir Belediyesi de o konuya şimdi el attı. İnşallah sonucu gelir. Zaten Hamid’in bulunduğu mekân tarihî bir yer. Yıkılıp yerine otel falan yapılamaz. Bence İçtihat Evi de bir an önce müzeye dönüştürülmeli. İçtihat Evi’nin önünden geçerken Abdullah Cevdet’in fikirlerine karşı olmama rağmen bir huzur buluyorum, neden? Çünkü orada bizim münevverlerimiz bir araya gelmişler. Süleyman Nazif'ler, Mehmet Âkif'ler, Cenap Şahabettin'ler orada beyin fırtınaları estirmiş, o evde konuşmuşlar, tartışmışlar, fikirlerini izah etmişler. Yani sürekli olarak o evde beyin fırtınaları esmiş. Bu tür mühim mahfiller mutlaka korunmalıdır.
Batıda böyledir. Avrupa’da ve Amerika’da bırakın binaların korunmasını, en ufak izler bile muhafaza ediliyor. Bir şair gidip de bir kahvede çay içmişse, bir kahve içmişse o çay veya kahve bardağını koruyor ve diyor ki: “Victor Hugo bu fincanla kahvesini burada içti.” Bir bakıma kendi kültürüne sahip çıkıyor, kültür adamlarına değer veriyor.
Bizde müzecilik anlayışı ne yazık ki zayıf olduğu gibi hâtıralara değer vermiyoruz. Çarpıcı örnekler var, bilirsiniz veya duymuşsunuzdur. İki büyük, ünlü şairimizin mezarları kayıptı düne kadar. 2000’li yıllarda Ziya Osman Saba ve Ahmet Haşim’in mezarları kayıptı. Rahmetli Ahmet Kabaklı’nın hatırlatmasıyla, fiili gazetecilik yaptığım o dönemde konuyu araştırmaya başladım. Ahmet Haşim’in mezarını zorlukla buldum. Perişan vaziyetteydi. Eyüp Sultan’da, Piyerloti yokuşunda soldaki daracık, hafif dik yolun başında mezar. “Merdiven Şairi”ne ulaşabilmeniz için biraz merdiven çıkmanız gerekiyor. O zaman Türkiye gazetesinde bu haberi yapmıştım. Kültür Bakanlığı ve Eyüp Belediyesi mezara sahip çıkmış ve restore etmişti. Şükürler olsun ki, şimdi Ahmet Haşim’in, yani modern Türk şiirinin babası kabul edilen Ahmet Haşim’in mezarı belli ama Ziya Osman’ın hâlâ kayıp. Çok araştırdık, soruşturduk. Ne acı ki ailesi de bilmiyor. İşin feci tarafı bu.
Yani biz değerlerine maalesef mesafeli, hatta uzak durmaya çalışan bir toplumuz. Hâlbuki biz o değerlerle varız. Ziya Osman’ın şiirlerine bakın, aile sevgisi var, çocuk sevgisi var, anne sevgisi var, ahiret sevgisi var, belli bazı dinî motifleri eserlerinde işliyor. İnançlı bir sanatkâr, ama sahip çıkılmamış. Bütün kesimler uzak durmuşlar, mesafe koymuşlar. Hâlbuki Ziya Osman bizi yüceltir, toplumumuza değer katar. Onun şiirlerini okuyan insanlar kolay kolay kötülük yapmaz. Âdeta bir iyilik timsalidir Ziya Osman. Bir derviş gibidir. Peki niçin sahip çıkmamışız, çıkamamışız? Çünkü ideolojiler hakim olmuş hayatımıza. Ziya Osman herhangi bir ideolojiye bağlı olmadığı için unutulmuştu. Farklı yayınevleri kitaplarını yayımladı. Son yıllarda değeri anlaşıldı, nisyandan kurtuldu. Sadece ben en az 20-30 yazı yazdım hakkında, beş altı toplantı yaptım, iki kitap kaleme aldım. Şimdi Ziya Osman edebiyat dünyamızın seçkin bir adı olarak hatırlanıyor, seviliyor ve okunuyor. Biliyorum ki bir çok değerli insanın yüreğinde Ziya Osman’ın şiirleri ışıl ışıl parlıyor ve o derinlikli mısraları duygulu biçimde hevesle, heyecanla seslendiriliyor.
Demek ki gençlerimize, özellikle şiir yazan, edebiyatla ilgilenen gençlerimize bu değerleri tanıtmamız lâzım. Mehmed Âkif'ler, Yahya Kemal'ler, Ahmet Haşim'ler, Ziya Osman'lar, Sezai Karakoç'lar okunmalı. O zaman yeni, güzel, kalıcı bir şiir vücuda getirebilirler. Aksi takdirde sadece sıradan, basit, yavan, yapay dizeler ortaya çıkar ve bunlar bir mânâ ifade etmez, geleceğe de kalmaz.
Bu bakımdan aslında bizim geleneksel sanatlarda, edebiyatta, musikide, mimarlıkta, her sahada yetişmiş insanlara ihtiyacımız var. Yani Mimar Sinan asırlar öncesinde bu muhteşem eserleri ortaya koyuyor da, bugün mimarlarımız niçin ikinci bir Süleymaniye’yi yapamıyor, niçin yeni bir Selimiye inşa edemiyor? Bugün imkânlar daha geniş, teknoloji daha güçlü. Mimar Sinan asırlar önce Selimiye gibi bir âbideyi vücuda getirmişse ve bu eser dünyanın gözünü kamaştırıyorsa, bugünkü mimarlarımız ondan daha üstün değerde mabetler yapabilmeliydi, yapmalıydı. Yapamıyorlarsa bir eksiklik var demektir diye düşünüyorum. Benim bu konudaki telâkkim bu.
Sizin muhtelif yazarları anlatan kitaplar dışında münferit yazarlar hakkında da eserleriniz var. Ziya Osman Saba ve Safiye Erol gibi biyografik nitelikli, emek mahsulü çalışmalarınız var. Biyografi türünde üzerinde çalıştığınız, bundan sonra yayınlamayı düşündüğünüz bir çalışmanız var mı?
Biliyorsunuz Kayıp İstasyon’da 12 değerli şahsiyet var. Onun dışında Safiye Erol, Ziya Osman, Sait Faik, Refik Halit, Cahit Öney, Ömer Seyfeddin gibi şahsiyetler hakkında da bazı biyografik çalışmalarım oldu. Meselâ az önce adını andığım Cahit Öney hakkında biyografik bir kitap hazırladım. Ziya Nur Aksun için iki arkadaşla beraber ortak bir kitaba imza attım. Tabii bu çalışmalar devam ediyor ama inanın tezgâh boş durmuyor, her zaman dolu. Çünkü yazılacak çok değerli şahsiyetler var. Ben Milat gazetesinde haftada iki gün yazı yazıyor, köşe yazarlığı yapıyorum.
Meselâ yeni çıkan Kalem Efendileri kitabım, son 5 - 6 yılda yazdığım o yazılardan seçildi. Kitaba baktığınızda Vehip Sinan gibi unutulmuş bir karikatüristten bahsediyorum. Hâllbuki inançlı dünyanın sahip çıkması gereken bir sanatkârdır Vehip Sinan. Karikatür sahasında bizim en büyük sanatkârlarımızdandır ama bugün unutulup gidiyor. Peki ne yapılabilir? Çok basit. Sadece bizim yaptığımız toplantılar, benim yazdığım, diğer arkadaşlarımın kaleme aldığı makaleler yetmez. Buna toplantılarımızda da değiniyoruz. Meselâ “Vehip Sinan Karikatür Yarışması” düzenlenebilir her yıl. Yeni Vehip Sinanlar bu sayede yetiştirilebilir. Süheyl Ünver, Ekrem Hakkı Ayverdi, Tarık Buğra, Ali Fuad Başgil, Necip Fazıl Kısakürek, Ziya Osman Saba, Hâmid Aytaç, Ali Alparslan, Bahaeddin Özkişi, Sâmiha Ayverdi, Safiye Erol, Münevver Ayaşlı, Peyami Safa adına yarışmalar açılmalı. Adlarına enstitüler kurulmalı. Bütün bu değerlerimizi ve ismini anmadıklarımızı gündemde tutabiliriz. Onlar adına yarışmalar yaparak, onlar adına toplantılar düzenleyerek, onlar hakkında anma kitapları hazırlayarak hepsini gündemde tutabiliriz.
Meselâ Yücel Çakmaklı, Mehmet Emin Alpkan, İrfan Atagün, Üstün İnanç, Ömer Lütfi Mete, Mehmet Zeki Akdağ ve daha bir çok büyüğümüz hakkında programlar düzenlendi. Çok da iyi oldu. Hatırlanmış oldular. “Mehmet Zeki Akdağ’a Saygı” programımız geçtiğimiz haftalarda Ali Emiri Kültür Merkezi’nde gerçekleşti. 86 yaşında bir büyüğümüz. Ona “Günümüzün Karacaoğlanı” diyenler var. Heceyle yazdığı çok güzel şiirleri var ama çok az kişi tanıyor. Şiir yazan gençler bile habersiz. Neredeyse birkaç yakın dostu dışında adını anan yok. Hâlbuki bu sanatkârımız ömrünü şiirimize adamış. Biz bugün onun kıymetini bilemezsek Karacaoğlan’ın da, Yunus Emre’nin de, Dadaloğlu’nun da kıymetini bilemeyiz. Kültürsüzleşme, ilgisizlik bir çoraklık meydana getirir. Allah korusun o zaman da hepimiz kaybederiz. Biz dünümüzle, bugünümüzle varız. Dünü unutursak, bugünün kıymetini bilmezsek çocuklarımıza, gelecek nesillerimize söyleyecek sözümüz de olmaz!
Yani 'dün'ün kıymetini bilebilmemiz için 'bugün’ün kıymetini bilebilmemiz lâzım.
Elbette, çok doğru söylediniz. Bugünkü sanatkârların kıymetini bilebilirsek dünküleri de unutmayız, ihmal etmeyiz. Vefa duygumuz ölmez. Bugün Sezai Karakoç’un kıymetini bilirsek, Âkif’in kıymetini bilebiliriz. Bugün Mehmet Turan Yarar isimli aruz şairimizin kıymetini bilirsek, Yahya Kemal’i unutmayız. Sadettin Kaplan’a sırtımızı çevirirsek Faruk Nafiz’den de nasiplenmeyiz. Sedat Umran’ı unutmak Ziya Osman’ı, Ahmet Haşim’i unutmak demektir. Bütün bunlar değerler bütünlüğüdür, birbirine bağlıdır.
Dolayısıyla bence bu çalışmalar çok önemlidir. Herkes üzerine düşen görevi yerine getirebilir. Ya bir yazı yazabilir, ya bir toplantı düzenleyebilir. Bir dernek veya vakıf o unutulmuş şahsiyetleri yaşatma adına yarışmalar tertip edebilir. Yayınevleri anma kitapları, armağan eserler hazırlayabilir. Bazı yayınevleri yazarların külliyatını basıyor, bütün kitaplarını okuyucuya ulaştırıyorlar. O yazara bir anma veya armağan kitabı hazırlatabilir. Meselâ Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun 40 eserini kültürümüze kazandıran bir yayınevi, romancımız adına niçin bir anma kitabı hazırlatmasın? Bence bunlar kolay ve güzel işler. Yeter ki düşünülsün, konuşulsun ve uygulansın. Görülecektir ki, bundan herkes memnun kalacaktır.
Bu mesuliyet duygusunun yayılması gerekiyor. Yayıncılar arasında, kültür adamlarında, basın âleminde yeni bir ruh gerek. Rahmetli Ahmet Kabaklı, vefatından önce “Edebiyata Saygı” adıyla bir kampanya başlatmayı düşünüyordu. Bence buna hemen başlanmalı, “Edebiyata” veya daha genel anlamda “Sanata Saygı”…
Bugün ne yazık ki basınımız gereken hassasiyeti göstermiyor. Çok önemli toplantılar, faaliyetler gazetelerin sayfalarında yeterince yer almıyor. Bırakın genel medyayı, muhafazakâr dediğimiz, hatta dindar kabul edilen gazeteler bile inançlı sanatçıların haberlerini yapmıyor, ilgilenmiyorlar. Ama bakıyorsunuz aynı gazeteler dünya dans yarışması için sayfasını cömertçe açıyor, yazık. Böyle bir kompleks var, hatta zaaf. Kendi değerlerine hor bakan, kıymetlerine uzak duran bir muhafazakâr medyamız var ne yazık ki. Bunu açıkça konuşmalıyız, hatta eleştirmeliyiz. Sonuçta biz o gazeteleri her gün para vererek alıyor, evimize götürüyoruz. Açıp bakıyorum, Cahit Zarifoğlu’nun toplantı haberi yok, Bahaeddin Özkişi’nin program haberi yok. Başka lüzumsuz haberler işgal etmiş sayfaları. Bu vicdanî bir mesuliyettir ve bu bence gazetecilik anlayışına da, ahlâkına da sığmaz.
Gazeteciler ve edebiyatçılar beraber yola çıkmışlar bizim tarihimizde. İlk gazetecilerimiz aynı zamanda ilk yeni edebiyatçılarımızdır. Kimler bunlar? Ziya Paşa’dır, Namık Kemal’dir, Agâh Efendi’dir, Şinasi’dir, Ahmet Midhat Efendi’dir vs. Peki o edebiyatçılar basına bu kadar emek verdiği halde bugün Ahmet Midhat Efendi’yi tanıyan, bilen var mı, yok. Onun damadı olan Muallim Naci’yi okuyan var mı? Mezarının Divanyolu’nda Türk Ocağı’nda olduğunu bilen var mı? Fuad Köprülü’nün Köprülü Medresesi’nde yattığını kaç kişi biliyor? Yahya Kemal Müzesi’ni, Karamustafapaşa Medresesi’nde günde kaç kişi ziyaret ediyor? Çok az.
Demek ki bu alanda bir kültürsüzleşme maalesef hakimdir, bunu olduğu gibi kabul edelim ama yılmayalım. Ben umutsuzluğa karşıyım, çalışacağız, çabalayacağız. Herkes yapabildiği kadar, uğraşabildiği kadar himmet etmeli. Hiçbir zaman ümidimizi kesmeyeceğiz ama bu durumu da göreceğiz ki rehavete kapılmayalım.
Belki bunun birinci elden örneğisiniz, biraz önce bahsettiğiniz gibi Ahmet Haşim’in mezarı bilinmiyorken şu an orasını belediye düzenledi. Bu yaptığınız etkinliklerin ve çalışmaların bire bir meyvesini de görmüş gibisiniz.
Allah’a şükür, hiçbir çaba boşa gitmez. Haklısınız. Bakın bir örnek daha vereyim Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi’ni, eski İstanbul’u en iyi anlatan yazarlarımızdan. Boğaziçi Mehtapları isimli muhteşem bir eseri var. Diğer romanları, eserleri var. Boğaziçi Mehtapları 100 Temel Eser’e alındı, çok güzel, hiç olmazsa çocuklarımız bu yazarı tanısın, okusun. İki üç yıl önce hakkında iki toplantı yapmıştık. Vefatının 50.yılı dolayısıyla… Sonra dedik ki mezarını da ziyaret edelim. Merkez Efendi’de yattığını biliyordum. Üç arkadaş gittik, mezarını aradık, bulamadık. Merkez Efendi Mezarlığı’nı baştan başa taradık, ilgili olan kişileri aradık, ne yazık ki onlar da bilmiyordu. Hakkında çalışma yapanlar, biyografisini yazanlar da bilmiyordu.
Kabristanda tam ümidimizi yitirmiş iken bir koruma memuruna sordum. Yerini gösterdi. Gördük ki, Abdülhak Şinasi Hisar’ın mezar taşı yere düşmüş, toprağa yapışmış. Güzel ismi taşın üzerinde duruyor. Çok hüzünlü bir manzara. Abdülhak Şinasi Hisar gibi Türk edebiyatının pırıl pırıl bir isminin kabri bu durumda mı olmalıydı? Şimdi bunu haber olarak yaptık, duyurduk. O noktadan sonra artık belediyelere görev düşüyor. Vazife artık Kültür Bakanlığı’nın. Zeytinburnu Belediyesi’nin yetkililerine söyledik. Belediye sadece çöp kaldırmaz. Bir çok kültürel faaliyetler de yapar. Abdülhak Şinasi Hisar’ın mezarına sahip çıkmak da Zeytinburnu Belediyesi'nin ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin en önemli görevidir. Kutsal bir görevdir. Gitmeli, görmeli, sahip çıkmalı.
Başta Zeytinburnu, Küçükçekmece, Üsküdar, Ümraniye gibi belediyeler kültüre, sanata değer veriyorlar. Medeniyet odaklı çalışmaların içindeler. İnşallah bu hizmetler artarak devam eder. Ama bu hizmetlere bizler de sahip çıkmalıyız, hatırlatmalarda bulunmalıyız. Uyarmalıyız. Meselâ gidip birkaç kişi müracaat etmeli, dilekçe vermeli, böyle bir hadise var, böyle bir yazarın mezarı perişan vaziyette, acaba sahip çıkıldı mı? Restore edildi mi? Bu zor bir şey değil. Bir zengin iş adamı sahip çıkar. Bir büyüğümüze ait mezar böylece koruma altına alınabilir. Böylece o utançtan hepimiz kurtulmuş oluruz. Yoksa o utanç hepimizin olacak. Biz çocuklarımıza kitaplarını okutacağız, onlarla iftihar edeceğiz, mezarları ise perişan vaziyette olacak. Fatiha okuyanı bulunmayacak. Böyle bir şey olmaz. Bunun vebali var, mesuliyeti var, günahı var.
Birkaç arkadaşınızla birlikte ESKADER adında bir dernek kurdunuz ve bu kültürel hizmetleri devam ettiriyorsunuz. 250 civarında toplantı yaptınız, yaz kış bu faaliyetler devam ediyor. Bu faaliyetler hep sürecek mi?
İnşallah. Bahsettiğiniz toplantılar Timaş Kitapkahve’de her Perşembe günü saat 18.00’de başlayan “Bâbıâli Sohbetleri”dir. Bunların dışında da bir çok toplantı düzenlendi, panel yapıldı, faaliyetler gerçekleşti.
Şahıslar bir yere kadar… Önemli olan iyi müesseselerin kurulması ve yaşatılmasıdır. Çünkü şahıslar fanidir. Hepimiz bir yerde tıkanırız, yoruluruz, üzülürüz, hatta vazgeçeriz. Ama bazı hizmetleri kurumlar üstlenirse devamlılığı olur. Meselâ bugün gelenekli sanatlarımızı yaşatan vakıflarımız var: Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı gibi. Sonra sohbet geleneğini yaşatan Türk Edebiyatı Vakfı, Türkiye Yazarlar Birliği, KOCAV ve Bilim Sanat Vakfı gibi kuruluşlarımız var. Hepsi de hizmetin bir ucundan tutuyorlar. Edebiyat, sanat, kültür ve medeniyet adına mühim işlere imza atıyorlar.
Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER) de bu yolda kurulmuş bir dernek. 4 Mart 2008 tarihinde Cağaloğlu’nda kuruldu. O günden bugüne yüzlerce güzel, kalıcı ve hayırlı hizmete imza attı. Şu anda 700’ün üzerinde üyesi var. Türkiye genelinde faaliyetleri var, Anadolu’nun dört bir yanına yazarlarını gönderiyor. Hakikaten az zamanda çok işler yapıldı, yapılmaya devam ediliyor. Şiir, musiki, tarih, tasavvuf, geleneksel sanatlar, eğitim ve daha bir çok alanla ilgili sohbetler yapıldı. Anma ve saygı toplantıları gerçekleşti. Gençler ustaları, üstadları tanıdılar, onları âdeta keşfettiler. Bunlar güzel işler. Ödül törenleri, edebiyat yarışmaları çok beğeniliyor. İnşallah ESKADER bu hizmetlerini artırarak devam ettirecek.
Gençleri, bugünkü usta yazarlar ve üstad sanatçılarla buluşturmak kadar, eski değerlere de âşina kılmalı diye düşünüyoruz değil mi?
Tabii, inanın benim gözümde onlar müteveffa değil, ölmüş değil, amel defterleri her zaman açıktır. Bugün hattat Hâmid Aytaç’ın eserleri, yazdığı Kuran-ı Kerim’ler okundukça aramızdadır, hayattadır, yaşıyor. Mimar Sinan’ın mabetleri ayakta durdukça o da aramızda ayaktadır. Yahya Kemal’in şiirleri okundukça, Âkif’in şiirleri ezberlendikçe, Itrî, Hacı Ârif Bey ve Tanburi Cemil mûsikî eserleriyle hep aramızdalar.
Bâbıâli Sohbetleri’nde şahıslar kadar tematik konular da var. Meselâ editörlük meselesini ele almıştınız, sonra radyoculuk konuşulmuştu.
Tabii sadece şahsiyetlerle ilgili toplantılar olmuyor. Çoğu zaman da bir tema tespit ediyoruz, onun üzerinde konuşuyoruz. Karikatür, müzik, eğitim, yayın dünyası, Bâbıâli, fuarcılık vs. Bir de bizim mektep dergiler ve gazeteler hakkında da toplantılarımız oldu, olmaya devam ediyor. Meselâ Tercüman Gazetesi’ni, Sebilürreşat’ı, Büyük Doğu’yu, Diriliş’i, Yedi İklim’i, Hisar’ı, Mâvera’yı, Ayvakti’ni, Dergâh’ı konuştuk. Sırada başka gazete ve dergiler var.
Bu toplantılarda neler ele alınıyor? Tartışmalar oluyor mu?
Elbette oluyor. Çok da faydalı oluyor. Meselâ ilk defa gazetelerin kültür sanat editörlerini bir araya getirdik. İlk defa kitap ekleri çıkaran editörleri bir araya getirdik. Bu buluşmalar onlar arasında bir dayanışmaya da vesile oldu. Farklı gazetelerden editörler geldiler, kitap eklerini çıkarırken karşılaştıkları zorlukları anlattılar. Bu toplantılarda beyin fırtınaları esti. Efsane gazetelerden Tercüman toplantımız çok ilgi çekmişti. Bütün eski çalışanlarını davet etmiştik. Muhabirlerini, yazarlarını… Çok ilginç hâtıralar anlatılmıştı. Sonra Varlık dergisi, İttihad, Sebilürreşad ve diğerleri…
Bir ara mûsıkî meselesini masaya yatırdık, bir ara da şiir konusu… Bu temalar da sık sık işlenmeli bence, üzerinde durulmalı, düşünülmeli. Herkes fikrini söylüyor bu toplantılarda. Orijinal görüşler dile geliyor, yeni projeler hazırlanıyor.
Bâbıâli Sohbetleri artık kültür hayatımızın vazgeçilmezi. Çok faydalı toplantılar oluyor. Bu düşünce nasıl gelişmişti?
Tamamen zuhurat. Ve bu temaların önemli olduğunu düşünüyorum. Meselâ bir ara musikimizi ele aldık, bir ara şiirimizi ele aldık yani hece şiiri nasıldır, nasıl gidiyor? Tabii bu tür konuları ele alınca ilgililerini de dâvet ediyoruz. Çok faydalı konuşmalar yapılıyor.
Bâbıâli Sohbetleri’nin başlayış hikâyesine gelince… ESKADER’in bir töreninde değerli büyüklerimizden gazeteci, yayıncı, yazar Mehmed Şevket Eygi Beyefendi, “Eskiden Marmara Kıraathanesi vardı. Bugün yok, oturup sohbet edeceğimiz, dostlarla buluşacağımız mekânımız yok. Keşke olsa!” demişti de o gün hemen arkadaşlarla istişare edip Bâbıâli Sohbetleri’ni başlattık. Hayırlı bir teklif, bir temenni bu sohbetlerin başlamasına vesile oldu.
Bu sohbetler Türkiye’de bir ilk olarak yazın da devam ediyor. Yani ara vermek yok. Şöyle düşündük. Yaz aylarında da kültüre ihtiyaç var, kitaba ihtiyaç var, sohbete ihtiyaç var. Anadolu’da çeşitli şehirlerin üniversitelerinde okuyan gençlerimiz var. Yazın İstanbul’a geldiklerinde her taraf ıssız, her taraf kurak. Hiçbir faaliyet yok. Bunu düşünüp yaz aylarında da sürdürdük ve çok iyi bir netice aldık. Tabii katılım sonbahar, kış ve ilkbahar mevsimleri gibi fazla olmuyor ama yine de müdavimlerimiz var.
Bazı kurumlarla da müşterek faaliyetleriniz oldu değil mi?
Evet Basın İlan Kurumu, Diyanet Vakfı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Üsküdar Belediyesi, Zeytinburnu Belediyesi, Bahçelievler Belediyesi gibi bazı belediyelerle müşterek faaliyetlerimiz oldu. Diyanet’in her yıl Beyazıt Meydanı’nda düzenlediği kitap fuarının sohbetlerini biz gerçekleştiriyoruz. Ramazan ayı boyunca Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde toplantılarımız oluyor. Türkiye’nin seçkin aydınları, yazarları, sanatçıları gelip kendi alanlarında konuşuyorlar. Bazı büyüklerimiz ise eski Ramazanları anlatıyor.
Bir de siteleriniz var ESKADER bünyesinde…
Evet, en yaygın sitemiz www.sanatalemi.net . 10 Ağustos 2006 tarihinde birkaç arkadaşla kurmuştum, sonra derneğe devrettik. Daha da büyüdü. Şimdi 30-35 yazarı olan güzel, yaygın ve takip edilen bir site. Bütün kültür sanat haberleri bu sitede yer alıyor. Yayın yönetmeni Elif Sönmezışık. Ardından www.medeniyetimiz.com sitesi kuruldu. Bu siteye de Fatma Ersem Yargıcı bakıyor. Ve gençler için www.bizimsemaver.com sitesini tesis ettik. Bu sitenin sorumlusu da Serdar Üstündağ. Bir de kurumsal bir sitemiz var: www.eskader.net. Bu siteler ve diğer çalışmalarımızla kültürümüze, medeniyetimize katkı sunmak, hizmet etmek istiyoruz. Daha önce Bâbıâli’ye uzak duran, faaliyetlere iştirak etmeyen pek çok kişi şimdi bu çatı altında, bu kültür çadırında, bu otağda görünüyor.
Bu buluşmalar çok güzel olmalı.
İnanın en büyük zevki, mutluluğu bu toplantılar esnasında yaşıyoruz, yakından hissediyoruz. Bazı toplantılarımızda, on senedir görüşememiş dostlar hasret gidiyor, kucaklaşıyorlar. Dostluklar tazeleniyor, arkadaşlıklar hatırlanıyor. Aynı dergilerde, yayınevlerinde, gazetelerde ve televizyonlarda çalışmış olanlar oturup muhabbet ediyorlar.
Biz sohbet nesliyiz. Osmanlı’yı ayakta tutan sohbetler olmuştur. Bu sohbet geleneğini yitirmemek lâzım. Sohbet meclisleri normal konferanslar gibi değil; konferansta bir soğukluk var, gelir, konuşur, bırakır gider ama sohbet öyle değildir. Sorular, katkılar, fikir beyanları ve seviyeli münakaşalar da olur. Bütün mesele, hakikatler ortaya çıksın. Tarihçiler geliyor zaman zaman. Tarihî hadiseleri ele alıyorlar. Burada tartışmalar oluyor, itirazlar yapılıyor. Bütün bunlar güzel gelişmelere, projelere de vesile oluyor. İlim meclisine bereket yağar, nur yağar diye düşünüyoruz ve hakikaten de öyle oluyor. Her toplantıdan çıkışta kendimizi biraz daha beslenmiş, biraz daha doymuş gibi hissediyoruz.
Sohbet toplantılarının dönüşü nasıl oluyor, katılanlar ne diyor?
İnanın dinleyicilerin büyük bir kısmı teşekkür ederek ayrılıyor. “İyi ki geldim, sohbeti dinledim, dostları gördüm ve şimdi de huzurlu bir şekilde ayrılıyorum.” diyorlar. “Ünal Sakman’ı, Hasan Çelebi’yi, Uğur Derman’ı, İhsan Süreyya Sırma’yı, Mehmed Şevket Eygi’yi, Hekimoğlu İsmail’i, Yavuz Bülent Bâkiler’i, Mehmed Niyazi’yi, Dursun Gürlek’i sayenizde tanıdım” diyenler var.
Bu sohbetler bir bakıma geçmişle bugün arasında bir köprü oluyor değil mi?
Aynen öyle.Tabii ki günümüzde Üstün İnanç meselâ. Yani bunu değerlendirmemiz, bizim sarılmamız lâzım. gençlere de tanıtmamız lâzım. Bunu ben gerçekten bir vecibe olarak, bir görev olarak kabul ediyorum. Yarına kalmak istiyorsak, ayakta kalmak istiyorsak öz kültürümüze, benliğimize, değerlerimize sarılacağız. Başka çaresi yok. Son olarak şunu sorabilirim: Bu toplantıları bir şekilde yayın olarak, edisyon yayın olarak yayınlama niyetiniz var mı? Kitaplaştırmayı düşünüyor musunuz? Meselâ sonradan haberim oldu, çok önemli bir toplantıyı kaçırmışım. 100’ncü Bâbıâli Sohbetleri konusu tam ilgilendiğim bir konu idi, ama kaçırmışım, bunu daha sonra dinleme, seyretme imkânı olabilir mi? Kültür çevreleri eski programlara nasıl ulaşabilir?
Aslında bu bize hep soruluyor. Meselâ “İttihat gazetesi toplantısını kaçırmışım, keşke gelseydim, ama haberim olmadı.” diyenler var. Eski kayıtları isteyenler var. Çok soruyorlar, şu anda imkânlarımız buna elvermiyor, ama ileride inşallah kayda başlayacağız. Bir ara başladık ama sürdüremedik, yakın bir gelecekte tekrar kamera sistemiyle toplantıların tamamını kayda almayı düşünüyoruz. Hatta ileride mümkün olursa kitap olarak da yayınlamayı tasarlıyoruz. Belki seçerek, her toplantı notlarını değil de, bazılarını seçerek yayınlayabiliriz. Gelecek nesiller Cahit Öney’in, İlyas Çelikoğlu’nun, Semavi Eyice’nin, Necdet Yaşar’ın, Alaeddin Yavaşça’nın sesini duysunlar, konuşmalarını dinlesinler. Olacak inşallah. Tabii bunun için biraz da gönüllüye ihtiyacımız var.
Verdiğiniz cevaplar için teşekkür ediyorum.
Ben de bu konuya ilgi gösterdiğiniz ve okuyucularınızı aydınlattığınız için size teşekkür ediyorum. Dunyabizim.com internet sitesi, başından beri düzenli takip etmeye çalıştığım seviyeli, güzel bir site. Sizin de yolunuz her daim açık olsun. Bütün seçkin okuyucularınızı programlarımıza, sohbetlerimize dâvet ediyor, bekliyoruz.
Mehmet Erken konuştu