“Kusurlu Güzellik” ne güzel bir isim. Güzel olan her şeyde kusur var mıdır? Kusursuz bir güzellik mümkün değil midir?
“İnsan” kelimesinin kökü için nisyan ve ünsiyet kelimeleri gösterilir. Bu köklere bakarak insanın unutan ve ilişki kuran bir varlık olduğunu söyleyebiliriz. Güzelliğe gelince, güzelliğin kaynağı Allah’tır; o güzelliği algılayan, seyreden estetik özne ise insandır. “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim, bilineyim diye kâinatı yarattım” şeklinde bir kudsi hadisin olduğu rivayet edilir. Buna göre “insan, mutlak güzelliği tanımak ve “temaşa etmek” üzere yaratılmıştır”, diyebiliriz. İngilizce’de temaşa etmek, “contemplation” kelimesi ile karşılanır. İbret almak, derin düşünmek için atılan bir nazardır bu. Derin bakıştır. Bu derin bakış, mükemmel olan güzellik karşısında insanın tavrıdır. “İnsan” kelimesinin ise “ünsiyet” ve “nisyan” kökünden doğduğu söylenir -ki eni sonu insan kusurlu bir varlık olması ile bilinir. İnsan, Hazreti Âdem’den başlayarak ilk günahın işlenmesiyle kusur üzerine dünyada kendi var oluşunu kurar. Bu kusurun iki ayağı vardır. Birincisi, şeytanın yaptığı gibi kusuru meşrulaştırarak kendini yüceltip isyana kadar gider. Şeytan, Allah’a karşı çıktıktan sonra tövbe edebilirdi ama o karşı çıkışını meşrulaştırmak için kendince mantık geliştirdi, insandan üstün olduğunu iddia etti. İkincisi ise kusuru kusur bilip yücelik karşısında acziyetini ortaya koyarak kul olma bilincine ermektir. Bu bilinç, kusuru bile kıymetli hâle getiren bir bilinçtir. Kusurlu güzellik, Japon sanatında kırılan kıymetli bir vazonun altınla birleştirilmesi sonucunda daha kıymetli bir hâle getirilmesi işlemine verilen isimdir. Benim bakışımda kusurlu güzellik aynı zamanda varlığa bir yaklaşım tarzıdır. Güzeldeki kusur, bu yaklaşım tarzının oluşması için Allah’ın kuluna ihsanıdır aslında. Aksi takdirde kul azacak ve güzelliğin kaynağı olarak kendisini görme gafletine düşecektir. Bu da aslında Nemrut ve Firavun örneklerinde görüldüğü gibi insanı zalimleştirecektir.
Kitaptaki ilk metin “İyi Şiir, Kötü Şiir” adını taşıyor. Yazı, şiir yazmaya yeni başlayan gençlere tavsiye niteliğinde cümlelerle bitiyor. “Her tarzda başarılı şiirler yazılabilir. Bu sizin yeteneğinize kalmış. Yoksa yazdığınız tarz, sizi başarılı kılmaz.” Bu ifadeleri açabilir miyiz? Başarılı şiir yazmak için ne yapmak gerek?
Bu çağın diğer çağlara göre belirgin bir farkı var. Önceki zamanlarda şairlerin şiir yazma şekilleri belirgindi. Mesela Osmanlı dönemine bakıldığında iki şekilde şiir yazıldığı görülür: Halk şiiri formları ve Divan şiiri formları. Diğer milletlerin şiirleri de bizimkine benzer şekilde geleneksel formlarla yazılıyordu. Modern dönemle birlikte yine belirgin bazı formlar oluştu. Ancak günümüzde birden fazla şiirsel form ve şiir anlayışı aynı anda edebiyat dünyasında varlığını sürdürünce bir kafa karışıklığı oluştu. Mesela heceyle yazmak ya da aruz ile yazmak başarılı şiir yazacağınız anlamına gelmediği gibi serbest tarzda yazmanız da başarılı şiir yazacağınız anlamına gelmez. Benzer şekilde deneysel, popüler, imgeli, imgesiz vb. şekillerde şiir yazıyor olmanız sizin başarınızı göstermez. Bunlar sizin tercihleriniz ve kişisel olarak kendinize yakın hissettiğiniz teknik meselelerdir. Asıl mesele kullandığınız bu teknik aletleri sizin bireysel olarak ne kadar etkili kullandığınız ve onlara sanatçı kimliğinizle neler kattığınızdır. Diyelim ki heceyle modern şiir yazıyorsunuz. Hemen şiire bakmak gerek. Şiirde hece kalıbı mı baskın yoksa sizin şiirinizin sesi mi? Şiirde hece kalıbının zorlama sesi geliyorsa bu, başarısız bir şiirdir. Ya da serbest şiir yazan bir şairsiniz diyelim. Yazdığınız şiirin kendine ait formu, sesi, güçlü imgeleri, şiirsel teknikleri yoksa o şiir daha çok art arda gelmiş kelimeler yığını olur ve buna şiir bile diyemeyiz. Postmodern tarzda parodiyi, pastişi, ironiyi kullanacaksanız, asıl metin/önceki metin dediğimiz metni şairi kadar iyi bilmeli, bunları da iyice hazmedip kendinize özgü hâle getirmelisiniz.
“Şiir ve İdeoloji” isimli yazınızda, bu coğrafyada ideolojisiz şiir yazmanın çok zor olduğunu söylüyor ve egemen yahut muhalif görüşlerin şiirde bile kendisini hissettirdiğinden yakınıyorsunuz. İnsan fıtratında olan “bir yere yaslanma” ya da “aidiyet” ihtiyacından mı kaynaklanıyor bu? İnsan mutlaka taraf olmalı mı?
Aslında “ideolojik şiir” ile “ideolojisi olan şiir” diye ayırmak gerekiyor bu tarz şiirleri. Tıpkı partisi olmak ile partizan olmak arasındaki fark gibidir bu. Mesela siz bir partiye oy veriyor olabilirsiniz ama o partinin yanlışlarını bile meşru görecek kadar partizan değilsinizdir. İdeolojik şiir, partizanlara benzer; züccaciye dükkânına girmiş fil gibidir bu şiir. Şiirin şiiriyetine saygı duymaz, bencildir ve faşisttir. Kendi varlığından başkasına tahammül edemez. Doğal olarak şiirin evinde yatıp kalkmasına karşın şiire saygı duymaz, misafir gibi davranmaz, ev sahibi gibi davranır. Sonunda şiir evden kaçar. İdeolojisi olan şiirde ise şiir baskındır, ideoloji ise terbiye edilmiştir. Öne çıkmaz. Mahcup bir misafir gibi kendine gösterilen yere oturur, söz hakkı verilmezse konuşmaz, verilirse yeteri oranda alçak sesle konuşur. O zaman şiirde ideolojinin olması göze batmaz. Mesela ben Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü”, “Zindandan Mehmed’e Mektup” gibi şiirlerine ideolojisi olan şiir diyorum ama “Büyük Doğu Marşı” ya da “Utansın” gibi şiirlerine de ideolojik şiir diyorum. Nazım Hikmet’in de “Kerem Gibi” ve “Davet” şiirlerine ideolojisi olan şiir diyorum. Onlarca da ideolojik şiiri vardır Nazım Hikmet’in.
Bizim kültürümüzde kavga da aşk da isyan da şiirle ifade edilmiştir. Doğal olarak ideolojiden kaçmak mümkün değildir. Yani ideolojiyi, nesirle anlatmakla şiirle anlatmak arasında fark vardır. Bizde muteber olan şiirle dile getirilmesidir. Hâl böyle olunca da ondan kaçmak zordur ve şair bunu, kendisine vazife edinir.
Bizimki gibi kökleriyle sorunlu toplumların aidiyet konusunda ciddi sorunları olur. Köklerimizle ilgili sorunlarımız olmasaydı ideolojilere bu kadar bağlı/bağımlı olmazdık. Çünkü bu toplum aidiyet olarak tutunacak bir yer arar. Bu bazen bir futbol takımı, bazen siyasi bir parti olabilir. Oysa ideolojiler, milletleri hatta dünyayı kurtarmayı vaat ediyor, kendisine tabi olana. Böyle bir vaat, boşlukta ve yönsüz bir insana bir anlam bahşediyor, yaşama ve var olma amacı veriyor.
İnsan, taraf olmak zorunda hissedebilir. Ancak taraftarlık, kişiyi vicdansız olmaya itmemelidir. Bir dünya görüşü ya da ideolojiye sahip olmanız, eleştirel düşünemeyeceğiniz anlamına gelmez.
Son yıllarda en çok konuşulan konulardan biri olan “kültürel iktidar” kavramına siz de değiniyorsunuz kitabınızda. Şiirin hiçbir iktidar karşısında önünü iliklemediği ve hatta sivil olup takım elbise dahi giymediği minvalinde şeyler söylüyorsunuz. “Şiirin iktidarı belirlediği bir zeminde, kültürel iktidar kavramından söz edebiliriz. Aksi takdirde kültürel iktidar değil, iktidarın kültürü ortama hâkim olur” diyerek aslında bir reçete de sunuyorsunuz. Tarih boyunca şiirin yahut daha genel konuşursak sanatın iktidarı belirlediği dönem olmuş mudur? Bir de gelecekteki kültürel iktidar konusundaki öngörünüz nedir?
Kant, sanatın asli özelliklerinden birisi olarak maddi karşılığının olmayışını gösterir. Eğer şiir, paraya tahvil ediliyor olsaydı talep edeni çok olurdu. O zaman iktidar ile güçlü bir bağı da oluşur ve iktidar olabilirdi. Ancak biz biliyoruz ki şiir, hiçbir zaman maddi anlamda ötekilerle yarışacak duruma gelmeyeceği için iktidar da olamayacaktır, olmamalıdır da. Çünkü o zaman alınıp satılabilen bir metaya dönüşerek şiir olma özelliğini yitirir. Sanatçı da özgür yaratma vasfını yitirerek tüccar olur.
Toplum-sanatçı-eser-okur dörtlemesindeki denge oturursa şiir ve genel anlamda sanat da belli bir seviyeye yükselir. O zaman Posta Gazetesi’nde yayımlanan tekerlemeleri kimse şiir adıyla yayımlama cüretini gösteremez. Bunun için toplumun, sanatçının, eserin ve okurun kültürel çıtayı yükseltmesi gerekir. Eğer birisi çıtayı yükseltirse diğerleri ona uymak zorunda kalacaktır. Bunun için toplumun önce güvenlik, gıda, gelecek kaygısı gibi birçok kaygısının minimum seviyeye çekilmesi gerekir ki toplum, bir üst aşamaya geçebilsin. Çünkü açlığın, geçim sıkıntısının, güvenlik sorunlarının kol gezdiği bir ortamda sanat da şiir de lükstür. Bu durumda “Şiir yazılmaz mı?” derseniz elbette yazılır. Ne var ki toplumsal karşılık olarak fazla talibi olmaz. “Sanatın iktidarı belirlediği dönemler olmuş mudur?” sorusu önemli. İktidardakilerin sanatsal zevki yüksekse çıta yükselebilir. Yani şiir, iktidarı belirlemese bile iktidarın sanat zevkini yukarı çekerek iktidara yön verebilir. Örneğin Osmanlı’da III. Selim dönemi, sanatın iktidara yön verdiği bir dönem olarak görülebilir.
Bugün, gelecekteki kültürel iktidar konusunda öngörüde bulunmak oldukça zor. Bir kültür olacak mı? Şayet olacaksa bu kültürde sanata, şiire yer olacak mı? Bir kültür olacaksa bu kültür aşağı bir zevkin (kitsch) kültürü mü olacak? Bu soruların temel sebebi, dünyanın bir aşağı kültür zeminine doğru kaymasından ileri geliyor. Çünkü tüketim kültürü, sanatı da bir tüketim malzemesine dönüştürmek istiyor. Sanata bir üretim olarak bakan Althusser, kapitalist ve sömürgeci iktidarların kendi sanatlarını ürettiğini ve bu eserleri incelerken söylenenden çok söylenmeyene, gizlenene dikkat etmek gerektiğini söyler. Bugün tüketim olarak sanat kavramından söz edilebilir. O zaman alınıp satılabilen bir metaya dönüşen sanatın bizim anladığımız anlamda bir kıymeti kalmayacak ve iktidar olsa bile bu şiirin bize göre önemi olmayacaktır. Böyle bir durumda has şiir yazan gerçek şairlere de kıymet verilmeyecektir. Bu durumun göstergeleri yavaş yavaş belirmeye başladı. Bir yayıncı eğer şairin şiirine değil de Twitter, Instagram, Youtube ve Facebook takipçi sayısına bakarak bir kitabın yayınlanmasına karar veriyorsa, işte burada tüketim olarak sanat (şiir) kavramı yürürlüğe girmiş olur. Posthümanizm kavramının dünya gündeminde önemli bir yer edindiği bir zamanda insana dair umudumuzu korumaya çalışsak bile pek umut verici bir gelecek tasavvur edemiyoruz ne yazık ki. İnsanın olmadığı yerde anlamın da, estetiğin de, şiirin de olamayacağının fazlasıyla farkındayız.
Şiir ve yanlış bilinç ilişkisi üzerine de yazmışsınız. Bir şair ve eleştirmen olarak toplumun bilinç seviyesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bizim toplumumuz bilinçli mi yoksa bilinçsiz bir toplum mu size göre? Ya da yanlış bilinçle mi yaşıyoruz? Bir toplum analizinden sonra bilinçsizlik ve yanlış bilinç arasındaki farkı açıklayabilir misiniz?
“Şiir ve Yanlış Bilinç” başlıklı yazıda en yüksek bilinç seviyesine sahip olması gereken şairlerin yanlış bilinç üzere olmaları sebebiyle kendilerini de, şiiri de yanlış bir yere konumlandırdıklarını ifade etmiştim. Bir has bilince sahip olması gereken şairin durumu böyle iken toplumun yanlış bilinç içinde olması elbette doğaldır.
Bir medeniyet değişimi yaşayan toplumun düşünce ve kavram haritası tamamen değiştiği için kavramlar ve bu kavramlara tekabül eden anlamlar konusunda toplumda bir mutabakat olduğu söylenemez. Hâl böyle olunca da kolektif bilinç diyeceğimiz bir bilinç oluşmadı bizde. Toplumun değişik katmanlarında bulunan kültürlü-kültürsüz, okumuş-okumamış ayrımına gitmeden çok bariz bir bilinç problemi yaşadığımız ortada. Söz gelimi yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir toplumda herkesin İslâm kültüründen haberdar olması gerekir. Oysa bizde dindar insanlar bile temel dini bilgiden uzaktır ve din ile kültür arsındaki farkı görememektedir. Kişinin kendini ve toplumsal sorunları değerlendirmesi ise genel olarak medyanın yönlendirmesi ya da kendi kliğinin, cemaatinin, ideolojik fraksiyonunun WhatsApp gruplarındaki söylemlerinden oluşuyor. Bilinç dediğimiz yekûnu oluşturan düşüncelerdir. Düşünme zahmetine katlanmadan bir bilinç oluşturulamaz. Bizde toplulukları harekete geçirmek kolaydır çünkü topluluk düşünerek hareket etmez, içinde bulunduğu grubun tepkilerine göre hareket eder. Böyle bir toplum yapısında en rahat işleyen sistem ise hâliyle linç ve onunla birlikte gelen linç kültürsüzlüğüdür.
Birey kavramı her ne kadar çok kullanılan bir kavram olsa bile bizde kendi kararlarını düşünerek veren kişi anlamında bireyin az bulunduğunu söyleyebiliriz. Yanlış bilinç, bilinç sahibi olmaktan çok farklıdır. Bilince benzer bir durum vardır ama yanlış önermelerden hareket ettiği için safsataya benzer bir sonuç elde eder kişi. Mesela küçük bir sol fraksiyonun içinde bulunan bir kişi, en yakın zamanda bir devrim beklentisine girebilir. Ya da tarikat mensubu bir kişi, toplumun en temel meselesinin tarikattan uzak yaşamaları olduğunu söyleyebilir. Gerçek kimlik sahibi olmayan bir kişi, bir futbol takımının taraftarı olmakla aidiyet güdüsünü tatmin ederek bir kimlik kazandığını düşünür. Oysa dışarıda bambaşka bir dünya vardır. Kısaca yanlış bilinç, devekuşunun kafasını kuma gömmesinden başka bir şey değildir. Bunun faydası da vardır elbette. Yanlış bilinç sahibi kişi, ne kendinin ne de toplumun acı gerçekleriyle yüzleşmez ve birçok konuda başkalarını suçlayarak rahatlamış olur.
Bilinçsizlik ve yanlış bilinç de birbirinden oldukça farklıdır. Yanlış bilinç, herhangi bir konuda yanlış çıkarımda bulunma durumudur. Bilinçsizlik ise etrafında neler olup bittiğine dair fikrinin olmaması durumudur. Dünyanın, ülkenin gidişatı ya da kültürel, toplumsal, psikolojik konular hakkında toplumun ciddi sayılabilecek bir bölümünün bir fikri olduğunu sanmıyorum. Bilinçsiz olmak mı daha kötüdür, yanlış bilinçli olmak mı, emin değilim açıkçası. Zira yanlış anlamak, bazen hiç anlamamaktan daha kötü sonuçlar doğurabiliyor. Bildiğim bir şey varsa toplumumuzda bilinçli insan sayısının çok az olduğu ne yazık ki. Zaten eleştirel düşünen her sanatçının kaygısı, bilinçli bir toplum inşasına yönelik değil mi?
Söyleşi: Eyyüp Akyüz
Teşekkürler kardeşim..güzeldi söyleşiniz..selamlar olsun...