Herkesin Klinik Psikolog olarak bildiği, kimilerinin televizyon programları sayesinde tanıdığı Mehmet Dinç kimdir, kısaca hikâyenizden bahsedebilir misiniz?
Ben İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Üniversiteyi İstanbul’da okuduktan sonra Yüksek Lisans için Avustralya’ya gittim. Sonra tekrar memlekete döndüm. Burada bir tane daha Yüksek Lisans yaptım. Daha sonra Gaziantep’teki Hasan Kalyoncu Üniversitesi’ne intisap ettim. Hâlâ orada ders veriyorum. Aynı zamanda Narrative Terapi üzerine çalışmalar yapmaya başladım. Avustralya Melbourne Üniversitesi’nde bir yıl misafir öğretim üyesi sıfatıyla bulundum. Oradayken Narrative Terapi üzerine bir Yüksek Lisans daha yaptım. Şu an da İstanbul’dayım. Aynı zamanda Türkiye Yeşilay Cemiyeti’nde genel başkan vekili olarak vazife yapıyorum. Ayrıca özel bir psikiyatri hastanesinde haftada bir danışan görüyorum, terapi hizmeti veriyorum. Bu şekilde hayatım devam ediyor. İmkânım oldukça da konuşmalar, yazılar, radyo programları hazırlamaya çalışıyorum.
Eğitimle hemhâl olmuş bir hayat diyebiliriz kısaca.
İşe yaramaya çalışıyoruz, diyelim. Bu hayatın hesabını vereceğiz. Gözümü kapattığımda “Ne yaptık, bizde ne kaldı, yaşıyor olmamız ne işe yaradı, neyin karşılığı oldu?” hesabını vermekle mücadele eden bir hayat yaşamaya çalışıyorum.
Üniversitede PDR bölümünü okumaya nasıl karar vermiştiniz? Sizi yönlendiren birisi veya teşvik eden bir durum olmuş muydu?
Doğrusu bizim okuduğumuz dönemde yönlendirme çok fazla yoktu. Dolayısıyla “İstekli, bilinçli, arzulu seçtim.” diye bir hikâyem yok. Bilmediğim bir alandı ama o dönemin ruhuna uygun olarak bir seçim yapmam gerekiyordu ve çok tesadüfi bir şekilde seçim yaptım diyebilirim. Fakat geriye dönüp baktığımda seçimimin tesadüf değil sevk-i ilâhi olduğunu görüyorum.
Peki, alanın içine girdikten sonra sizi heyecanlandıran şey ne oldu?
Bir insanın hayatına dokunabilme imkânının sağlanması. Psikoloji veya Psikolojik Danışmanlık, adına her ne derseniz deyin, bugüne ait bir şey değil. Tarih boyunca insanların birbirine yardım etme, destek olma, problemlerini çözme noktasında yardımcı olma adına bir misyonu olmuş. İnsanlar başka insanlara gidip danışmışlar, problemlerini anlatmışlar, akıl istemişler, yardım istemişler. Yalnız bunu tarih boyunca her daim toplumun bilge, tecrübeli, saygın insanları yapmışlar. Fakat tarihin bu döneminde, toplumun en saygın, en bilgin, en tecrübeli, en görmüş geçirmiş insanları olmadığımız hâlde zamanın ruhundan dolayı bize böyle bir misyon verildi. Dolayısıyla dünyada psikologlara, danışmanlara verilen misyon, tarih boyunca en seçkin insanlara verilen misyondur. Şu anda o imtihanları vermemiş, o olgunluğa erişmemiş, o yaşa varmamış insanlar da bu pozisyona sahip. Bu onur verici ve inanılmaz büyük bir ayrıcalık. İnsanlar size acılarını anlatıyorlar, güveniyorlar, inanıyorlar, sizden bir destek bekliyorlar, onun dünyasında sözünüzün değeri, kıymeti oluyor. Ama aynı zamanda bir yük. Niye yük? Hayat boyu ona layık olmaya çalışmak için onu hak etmeye çalışmak için kendinizi geliştirmeniz, olgunlaşmaya çalışmanız ve “Daha iyi nasıl yardım edebilirim.” derdine düşmenizi gerektiren bir yük. Dolayısıyla bu alanda çalışıyor olmak, insanlara yardım ediyor olmak, insanları anlamaya çalışıyor olmak çok güzel, çok onur verici bir şey. Ama ona layık olma hassasiyeti olmazsa çok büyük bir vebal, çok büyük bir yük olarak da insana geri döner diye düşünüyorum.
Bu alanda çalışabilmek için kendimizi sürekli geliştirmemiz lazım değil mi hocam?
Tabii. Bu işler para, statü, makam mevki kazanmak için yapılacak işler değil. Yük kaldıracak insanın, yük kaldırma niyeti haricinde başka bir niyetle bu işe girmemesi lazım. Yoksa mutlak bir hayal kırıklığı yaşar ve insanlara faydalı olamaz. Ama yük kaldırayım, insanların hayatına dokunayım, yardımcı olayım, hayatı bu şekilde anlamlandırayım gibi bir derdi varsa o zaman ciddi anlamda insanlara faydalı olur diye düşünüyorum.
Bildiğimiz kadarıyla araştırma alanlarınızdan biri psikolojik dayanıklılık. Hem akademik dünyada hem de günlük hayatta bu kavramı artık sıkça duyar olduk. Psikolojik dayanıklılığımızı arttırmak/güçlendirmek için en temelde nelere dikkat etmeliyiz, neleri bilmeliyiz? 2006 yılında internet bağımlılığı çalışmaya başlarken şu soruyu hep yanımda tuttum: “İnsan niye bir davranışa bağımlı olur, niye hayatını bir davranışın etrafında şekillendirip hayatının merkezinde yer edindirir?” Konu ile ilgili araştırmalar yaparken fark ettim ki insan psikolojik olarak zayıf olduğu zaman bir şeye tutunma ihtiyacı hissediyor. Bu noktada da “Psikolojik Dayanıklılık” kavramı gündeme geldi. 2010 yılında “Psikolojik Dayanıklılık” kavramı çalışmaya başladım, konuyla alakalı çalışmalar, okumalar yaptım.
Psikolojik dayanıklılıkla alakalı geldiğim nokta şu: İnsan esasında psikolojik olarak güçlü, bu hayatla başa çıkacak güce sahip. Her ne yaşarsa yaşasın, hayatın türlü renkleri var. Herkes imtihanını farklı şekilde veriyor. Fakat hangi imtihanı verirse versin aslında insanın adaptasyon kabiliyeti çok güçlü. Dolayısıyla insan dayanıklı olarak doğuyor, var oluyor. Ama ne zaman ki ayarlarını bozuyor, fıtratına aykırı olarak yaşamaya başlıyor o zaman sistemini, yapısını bozduğu için psikolojik olarak zayıf düşüyor ve hayatta karşılaştığı problemlerle başa çıkamamaya veya üstesinden gelememeye başlıyor.
Özet olarak, psikolojik dayanıklılığı nasıl arttıracağımız sorusuna bir cümle ile cevap verecek olursam: İnsanoğlu fıtratına, tabiatına uygun yaşadığı zaman esasında psikolojik olarak dayanıklı ve güçlü kalır. Ama fıtratını bozduğu, tabiatına aykırı yaşadığı zaman, psikolojik olarak zayıf düşer, normalde üstesinden gelebileceği yüklerin üstesinden gelemez hâle gelir. Temelde söyleyeceğimiz şey, hayat tarzı. Nasıl bir hayat tarzında yaşıyoruz, bu hayat tarzını bütünüyle ele aldığımızda, insanın tabiatına ne kadar uygun onu düşünmek, konuşmak lazım. İnsan, hayat tarzını geliştirdiğinde her türlü zorluğun üstesinden gelir.
Yani fabrika ayarlarımıza uygun yaşamak diyebilir miyiz hocam?
Aynen öyle. İnsanın doğduğu andan itibaren ona neyin iyi geleceği ile ilgili temel ölçülerimiz var. Bu ölçüleri gözetmek, bunlara uygun hareket etmek, bunların paralelinde bir hayat tarzı yaşamak gerek. Bunların dışındaki şeylerin hayat tarzını şekillendirmesindense, fabrika ayarlarımızın hayat tarzımızı şekillendirmesinin psikolojimizi daha güçlü kılacağını düşünüyorum. Bunun içerisinde fiziksel, psikolojik, sosyal, zihinsel ve ahlâkî gelişimimizle alakalı vazifelerimiz var. Bunları yerine getirdik mi, psikolojik olarak güçlü olmamamız için bir sebep yok. Ama bunları yerine getirmediğimizde, bunlardan çaldığımızda problemler ortaya çıkmaya başlıyor. Ne kadar çalıyorsak o kadar zayıf düşüyoruz, o kadar problemlerle başa çıkamaz hâle geliyoruz. Biz biliyoruz ki bize verilen her şey emanet olarak verildi. Dolayısıyla bu emanetlerin korunması, kollanması, bu emanetlere layıkıyla muamele edilmesi, hakkının verilmesi; heba edilmemesi, ziyan edilmemesi lazım.
Bunun yanında ana akım psikoterapilerden başta felsefî olmak üzere pek çok noktada ayrışan Narrative Terapi’nin Türkiye’deki temsilciliğini yürütüyorsunuz. Narrative Terapi hikâyeniz nasıl başladı?
Hasan Kalyoncu Üniversitesi’nde ilk çalışmaya başladığım yıllarda psikoterapi ile ilgilenen insanlara güzel bir “Psikoterapi Yaz Kampı” yapmaya niyetlendim. Üç misafirimiz vardı. McGill Üniversitesi’nden Prof. Jaswant Guzder, Harvard Üniversitesi’nden Dr. Sadeq Rahimi ve Melbourne Üniversitesi’nden Dr. Radhika Shanthanam Martin. On gün boyunca misafirlerimizle psikoterapinin farklı alanlarını konuştuk. Konuşmalar esnasında çok kısa bir şekilde Radhika, Narrative Terapi’den bahsetti. Uzun yıllar Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) eğitimi ve süpervizyonu almış bir olarak, güzel etkileyici bir yaklaşım olsa da BDT’de aklıma yatmayan şeyler oluyordu. Ama ben kusuru kendimde buluyordum, “Ben anlayamıyorum herhâlde kendimi bu sisteme uydurmam lazım.” diye düşünüyordum. Sonra Radhika, Narrative Terapi ile alakalı bir şeyler anlatınca “Allah Allah bunlar bana sıcak, yakın geliyor, biraz daha öğrenmem lazım.” dedim. Radika’ya “Ben biraz daha Narrative Terapi’yi öğrenmek istiyorum.” dedim. Beni Narrative Terapi Merkezi’nin başındaki Cheryl White ve David Denborough ile irtibata geçirdi. Onlarla görüşmelerimiz oldu, sonra Türkiye’de Narrative Terapi eğitimlerini başlattık. Onlarla Filistin’e, Rauanda’ya gittim ve saha çalışmaları yaptık. Sonra davetleri üzerine Avustralya’da Narrative Terapi üzerine yüksek lisans yaptım. Oradaki çalışmalarda yer aldım, beraber dört tane proje yaptık. O dönem Narrative Terapi’nin Uluslararası Fakülte Kurulu içerisine girdim ve hâlâ da üyesiyim. Dünyanın farklı yerlerinde eğitimler veriyoruz. Geçen haftalarda Brezilya’da bir eğitim verdim. Amerika’da, Avustralya’da, Ruanda’da eğitim çalışmaları yaptık. Yoğun bir şekilde devam eden bir iş birlikteliğimiz var. 2013 yılında başlayan yolumuzun kesişmesi hâlâ devam ediyor.
Narrative Terapi’nin insana yaklaşımı, insana bakışı, dünyayı okuyuşu, alt yapısı bana çok sıcak ve doğru geliyor. Dolayısıyla bu bakış açısının, bu yaklaşımın Türkiye’deki uygulamacılar tarafından da bilinmesi ve Türk insanının istifadesine sunulması ile alakalı bir arzum, bir derdim var. Bu çerçevede çalışmalar yapıyoruz, eğitimler düzenliyoruz, üniversitelerde ders olarak okutulması ile alakalı çalışma yapıyoruz. Geçen sene “Narrative Terapi Uygulamaları-Türkiye’de Yürütülen Bireysel ve Toplu Çalışmalar” isimli bir kitap yayınladık. Türkiye’de birçok uygulamacının elini kolaylaştıracak, psikolojik sorun yaşayan insanların hayatını kolaylaştıracak bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum.
Alanda soru işaretleri yaşadım dediniz. Sizin gibi benzer tereddütler yaşayan meslektaşlarınız bunu nasıl anlamalı?
Daha fazla üzerinde durulabilir ama temel mesele diğer terapi ekollerinin danışanın hayatındaki insanları dışarıda bırakmasıyla alakalı soru işaretlerim vardı. Bir kişi geliyor, konuşuyor, gönderiyorsunuz. Ama bu insanın hayatı başka insanlarla devam ediyor. Mesela, anne babası çocuğunu getiriyor ama “Aman anne baba bilmesin, duymasın, konuşmasın.” diyerek dışarda bırakılıyorlar. Fakat anne baba... en çok dertlenen ve terapi dışında da bununla yaşayanlar. Bunun yanı sıra terapideki şeffaflık ve hiyerarşi ile alakalı birçok soru işaretlerim vardı. Narrative Terapi bunlarla alakalı çok güzel cevaplara sahip. Ayrıca terapi odasının dışında insanlara yardım etmek ya da geniş kitleye yönelik terapi birikiminin veya psikoloji bilgi birikiminin kullanılması ile alakalı soru işaretlerim vardı. Narrative Terapi bunların da hepsine çok yardımcı oldu.
Miras denilince akla genellikle mülk, bina, arsa geliyor fakat siz mirasın bir de bize duruş sağlayacak, güç verecek, ümitlendirecek kısmı olduğunu dile getiriyorsunuz. Sahip olduğumuz mirastan faydalanabilmek için gözlük ayarlarımızı nasıl güncellemeliyiz?
“Gözlük ayarı” güzel bir ifade. Ben de dün modern dünyanın hayata bakış ayarlarımızı nasıl değiştirdiğini düşünüyordum. Önemli şeyleri önemsiz, önemsiz şeyleri de önemli gösteriyor. Hiçbir şeyi yalın hâliyle göstermiyor. Örneğin, “Like” almak çok önemli hâle geliyor. Hâlbuki hayatımızda hiçbir karşılığı olmayan, tanımadığımız, karşılaşmayacağımız bir sürü insanın beğeniyor olmasını önemsiyoruz. Ama öte taraftan da çok önemli olan şeyleri önemsemez hâle geliyoruz. Bu noktada insanın kendisiyle, hayatla, diğer insanlarla ilişkisini yeniden kurgulamasında fayda var diye düşünüyorum. Ama bunun için de önce kendimizle tanışalım.
Ben kimim, ne istiyorum, nasıl bir hayat yaşamak istiyorum? Şahıs olarak, kültür olarak, aile olarak tarih olarak neye sahibim? Bunların hepsi ile ilişkimizi yeniden organize etmemizde fayda var ve bağlarımızı yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. İnsan, kendi kendine ortaya çıkmıyor. Bir tarihin, bir ailenin, bir kültürün, bir birikimin ürünü. Bu bağların bilinmesi, gözden geçirilmesi, yeniden değerlendirilmesi lazım. Bunlar yeniden gözden geçirilmeden insan tek başına ele alındığında, hikâyenin çok fazla bir yere gidemeyeceğini düşünüyorum.
Gözlük ayarlarımızı düzeltme anlamında, hayata bakış ayarlarımızı, bütün ilişkilerimizi gözden geçirelim. Allah ile kendimizle, tabiatla, hayvanlarla, zamanla… A’dan Z’ye her şeyle ilişkimizi gözden geçirmeliyiz. Bu bir süreçtir. Bir anda olacak bir şey değildir. Büyük ve zor bir şey söylüyorum belki ama bir anda çat diye olmasına gerek yok. Parça parça katsak güzel olur. Çünkü bu dünyaya olmuş olarak gelmiyoruz, olmak için geliyoruz. Olmadan ölmememiz lazım. Yaşıyor olmamız bizim olmamız, ermemiz, olgunlaşmamız için bir süreçtir. Olacağız, ereceğiz, olgunlaşacağız ve emaneti öyle teslim edeceğiz.
Kronometreye karşı bir yarış içerisine girebiliyoruz. Zamanın bizi değil de bizim zamanı kontrol edebilmemiz nasıl mümkün olur?
Aslında bu tabirlerin ikisinde de bir hiyerarşi var. Bu hiyerarşiyi kırarsak iş kolaylaşacak. Zamanı kontrol etmek yerine “Zamanla ilişki kurmak” desek olay çözülecek esasında. Zamanla ilişki kurmak ne demek? Zamanla beraber, zamanı incitmeden, zamanın hukukunu gözeterek hayata devam etmek. Bunun içerisinde mikro zaman da var makro zaman da var.
Mikro zamandan kastımız nedir? Sabah vakti de var, ikindi vakti de var, seher vakti de var. İnsanın mikro zamanların farkına vararak zamanı okumaya, onu memnun etmeye, razı etmeye, hakkını vermeye dönük bir ilişki kurması önemli. Bu noktada Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” diye bir yazısını çok önemsiyorum. “Müslüman Saati” yazısını tekrar tekrar okuyup anlamaya çalışmamız lazım.
Makro zaman anlamında da dünya kaç yaşında tam olarak bilmiyoruz ama çok yaşında. Ve bu dünyanın çok yaşında olması esasında bizim inandığımız ahiret zamanına göre uzun bir zaman değil. Çok daha uzun bir zaman bizi bekliyor. O yüzden uzun zamanı da görebilmek lazım. Biz sadece bu zamanın çocuğu değiliz. Bu zaman, bütünün çok çok minik bir parçası. Geçmişimiz, geleceğimiz, bugünümüz var. Dolayısıyla kendimizi, yaşadıklarımızı, dertlerimizi vb. değerlendirirken geçmişi de geleceği de görerek, bugünü anlamaya çalışmak lazım. Bunula alakalı Kur’an-ı Kerim’deki “Bizden öncekileri affet Allah’ım.” ifadesi çok dikkatimi çeker. Yani sadece bu dönemde beni, ailemi, yaşayan Müslümanları değil, bizden öncekilere de karşı bir sorumluluğumuz var. Ayrıca bizden sonra gelen zürriyetimiz için de dualar var. Bizden sonra gelenlere karşı da bir sorumluluğumuz var. Dua bunun bir boyutu. Dua haricinde geçmişimize, geleceğimize karşı sorumluluğumuz yok mu? Var. Zamanı makro bir şekilde okur, o makro bakışın bir parçası olarak kendi hayatımızı görürsek o zaman geçmişe ve geleceğe dair sorumluluklarımızı anlama adına daha doğru, daha sahih bir pozisyona gelmiş oluruz.
Zamanla entegresyonu sağlamak lazım değil mi hocam?
Tabii, insan kendinden, kendi hayatından, kendi yapabileceklerinden ibaret görmemeli.
Rollo May “Kaygı Çağı”nda yaşadığımızı belirtiyor, şu anda içinde yaşadığımız çağa bir isim vermek isteseydiniz bunun adı ne olurdu?
Ben bu çağa “İmkân Çağı” derdim herhâlde. Çünkü her türlü yola girmek için imkân var. Erişilebilirlik çok arttı. Kaygılanmak istiyorsa insan kaygı için de çok imkân var O yola girecekse o kapıyı açacaksa kaygının dibine vurabilir. Sükûnetin, huzurun dibine vurmak istiyorsa o kapıyı açar. O yüzden bu çağa isim vermek istesem “İmkân Çağı” derdim. Her türlü imkân fazlasıyla mevcut olduğu için. Bu iyi bir şey mi, konuşulabilir. Ama iyi mi kötü mü olduğu bize bağlı gibi. Bu sayımızda Hüma Dergisi olarak gökyüzü ile ilişkimizi irdeliyoruz. Sizce “Üzerimizdeki yıldızlı gök”ten bize neler kalmalı? “Yıldızlı gök” deyince bana göğü kısıtlıyoruz gibi geliyor. Ben “Gök” denildiğinde ucu Allah’a kadar giden bir şey görüyorum. Onun içerisinde yıldızlar var evet ama yıldızların da ötesi var. Nitekim Peygamber Efendimiz de gururlanacağı, sevineceği zaman toprağa, sıkıldığı zaman gökyüzüne bakarmış. Niye? Gökyüzü umut, gökyüzü heyecan, gökyüzü imkân, gökyüzü rahmet, gökyüzü her şey... Dolayısıyla “Yıldızlı gök” gökyüzünü ifade etmeye yetersiz benim için. Bunun yanında daha önce de dediğim gibi insanın ilişkilerini yeniden gözden geçirmesi gerekiyor. Bunlardan biri de gökyüzü. Gökyüzü ile yeniden ilişki kurmamız lazım. Bir gök kubbemiz var. Bu gök kubbenin altında yaşıyoruz, onunla da ilişki kurmamızı gerekiyor. Dolayısıyla ne kadar yakın, sıcak, irtibatlı bir ilişki kurarsak gökyüzünün bize o kadar iyi geleceğini, ne kadar uzak düşersek o kadar zarar göreceğimizi düşünüyorum. İnsan makineyle, bilgisayarla etkileşim kura kura ilişkilerini öldürdü, daralttı; tabiatla, hayvanlarla, diğer insanlarla, nihayet kendisiyle olan ilişkiyi öldürdü. Nihayetinde gökyüzüyle, yeryüzüyle, ölümle, hayatla her şeyle mekanik bir ilişki kurdu. Gökyüzü ile ilişkimizi yıldız var mı, yağmur var mı, kar, güneş var mı, sıcak mı soğuk mu soruları üzerine kuruyoruz. Hâlbuki insan bunun ötesine geçebilir. Geçebilmek için göz ile bakmaktan, mekanik ilişki kurmaktan vazgeçmemiz lazım. Ne diyor Kur’an-ı Kerim: “Esas gören kalptir, göz değildir.” Kalple görmeye çalışmak lazım. Küçük Prens’in de dediği gibi: “Gözler kördür. İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçeği görebilir.” Gökyüzüne bakarken yüreğimizle bakmaya gayret etmemiz lazım. Alışveriş ilişkisi kurmaktan vazgeçmemiz lazım. İlişkiler bağlamında devam edecek olursak son zamanlarda psikolojik rahatsızlıkların konu edildiği diziler oldukça artmaya başladı. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? İnsan insanı merak eder, bu çok doğaldır. Psikoloji dizilerinde anlatılan insanların hayatlarını merak ediliyor. Fakat bu dönemde daha çok merak ettikleri, daha az gördükleri daha az bildikleri bir şey var. Nedir o? Ne düşünmüş ne hissetmiş ne yaşamış, içerde neler oluyor? İnsanlar birbiri ile mekanik ilişki kurmaya başladıkları için diğerinin dünyasında görünenin ötesinde ne düşünüyor ne tecrübe ediyor, hikâyenin bütününde ne oluyor bilmeye muhtaç. Çünkü gerçek hayatta bu ihtiyaçlarını karşılama imkânı kayboldu. İnsanlar birbirleriyle derinlikli ilişki kuramıyorlar. Derinlikli ilişki kuramadıkları için hissettiklerini, düşündüklerini, yaşadıklarını birbirlerine eskisi gibi sansürsüz, sınırsız, samimice anlatamıyorlar. Samimi, sahici ilişkilerden yoksunuz. Hâlbuki buna ihtiyacımız var.
İhtiyacımızı dizilerdeki karakterlerle, sosyal medyadaki insanlarla ilişki kurarak karşılamaya çalışıyoruz. Bu, tuzlu su içmek gibi bir şey. Susuzluğu gidermez aksine arttırır. Gerçek şifa yamacımızdaki, yakınımızdaki insanlarla sahici, derinlikli ilişki kurmak olmalı. Yoksa bugün psikoloji dizileri moda olur, yarın cinayet, öteki gün dedektif dizileri moda olur. Modalar değiştirir ama temelde ihtiyaç aynıdır. İnsanın ilişki kurmaya, karşı taraftaki insanın hislerini, duygularını, düşüncelerini anlamaya, paylaşmaya ihtiyacı var. Bu ihtiyaca dönük bir şey yapılmadığı sürece ne yapılırsa yapılsın tuzlu su içmek gibi olacaktır diye düşünüyorum.
Çocukluktan beri hâlâ tadı damağımda dediğiniz lezzet nedir?
Erken kalkmalar. Hani İsmet Özel diyor ya “Yeryüzünün bütün sabahlarına uyanmak isterim.”
Hayatınızda en çok etkisi olduğunu düşündüğünüz üç kişi kimdir?
Çok daha fazla var. Üçle sınırlandırırsam ötekilere haksızlık olur.
Ruhunuzu yansıtan renk nedir?
Gökyüzü mavisi
Hangi kitap karakteriyle arkadaş olmak isterdiniz?
Hz. Osman
Psikoloji tarihinden kim ile arkadaş olmak isterdiniz?
Micheal White
Gençlerin size en çok sorduğu soru nedir?
İrade meselesi
Size mutlu ve huzurlu anları hatırlatan bir koku var mı?
Limon çiçeği kokusu
Okumayı en sevdiğiniz sure hangisidir?
Doğrusu ruh hâlime göre değişiyor. Ama İnşirah, Duha ve Âlâ Surelerini çok severim.
Başucu kitaplarınız nelerdir?
Hep değişir.
Çok teşekkür ederiz hocam.
Ben teşekkür ederim sayenizde insanlara faydalı olabildiysek ne âlâ.
Söyleşi: Feyzanur Taştekne
Hüma Dergisi, Sayı: 10
Allah sizin gibi ilim yapan insanlarımızın sayısını arttırsın ..kaleminize emeğinize sağlık