Hüseyin Özhazar, seksen kuşağı olarak adlandırılan kuşağın bir mensubu. Seksen kuşağı, bir dönem özellikle üniversitelerde düşünce ve eylem bağlamında etkin olan gençlerden müteşekkildir. Yoğun bir okuma, düşünme süreci içinde şekillenen ve daha çok idealizme yaslanmış olan bir gençlik. Seksenli yıllarda Anadolu’nun her yerinden büyük şehirlere, özellikle İstanbul’a okumaya gelen gençlerin bir araya geldiği, ideallerin, hayallerin birbirlerini sıkı sıkıya bağladığı kuşak.
Bu kuşağın İslamcı gençlerinin en belirgin vasfı okumak, alabildiğine okumaktı. Önlerine çıkan her şeyi yutarcasına… En çok da tercüme yoluyla ülkemize giren İranlı, Mısırlı, Pakistanlı düşünür ve yazarların kitapları okunuyordu. Seksen kuşağı üzerinde İran İslam Devrimi’nin de derin etkileri olmuştu. Özellikle Humeyni, Ali Şeriati… Bunların yanında Mevdudi, Seyyid Kutup, Hasan El Benna ve daha birçok Müslüman yazar ve düşünür. Aynı zamanda Kur’an-ı Kerim tefsirleri de yutulurcasına okunmaktaydı. Bütün bunların sonucunda hareketli, yoğun, hızlı bir tempo ile yaşıyordu bu gençler.
Hüseyin Özhazar da o hızlı tempoyu yaşayan ve halen öğrencilerden kopmamış olan, şimdi de koşturup duran bir seksen kuşağı ferdi. Seminerler, kitap çalışmaları, konferanslar, dersler ve Anadolu Platformu sekreterliği… Hüseyin Bey’le ile bu yoğun ve hızlı temposunun içinde geçmişten bugüne bir söyleşi yaptık.
Öncelikle kısaca tanısak sizi?
Tahminlere göre 1968 Malatya doğumluyum. Tahminlere göre diyorum, çünkü tam olarak ne zaman doğduğumu belirleyebilmiş değilim. Ben doğduktan sonra doğan kardeşimle ikiz olarak yazmışlar nüfus kütüğüne. Nüfus kütüğünde de 1970 doğumlu görünüyorum. Hâlbuki 1979 yılında Malatya İmam Hatip Ortaokulu’na başlamıştım. Eşimden dolayı kendimi 22 yıllık Trabzonlu olarak tanıttığım da olur. 1986 yılından beri kesintisiz olarak İstanbul'da yaşıyorum. Aslında kendimi en fazla İstanbullu olarak görüyorum ve İstanbul'u çok seviyorum. İstanbul'da yaşamanın bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. “İyi ki üniversite hayatımı İstanbul'da geçirmişim” diye düşünüyorum. Çünkü İstanbul'un benim üzerimde çok büyük emeği var.
Oldukça kalabalık sayılabilecek bir ailenin çocuğuyum. Hatta eşimle tanıştığımda eşim bana kaç kardeş olduğumuzu sormuş, ben de epeyce duraksadıktan sonra net bir cevap veremeyince bunu oldukça garipsemişti. Hâlâ kaç kardeş olduğumuzla ilgili net bir cevabım yok. Ama kalabalık olduğumuz kesin. Bazılarıyla ancak İstanbul'a geldikten sonra tanışabildim.
Nasıldı çocukluk günleriniz? Var mı o günlere özleminiz?
Şehirde doğdum ve büyüdüm. Şehir dedimse bugünkü şekliyle düşünmeyin. Mahallede yetiştik. Bağlar, bahçeler içinde. Sürekli olarak çobanlık yaptım bir taraftan. Bağ bahçe işleriyle uğraştım. Arkadaşlarımızla birbirimizi büyüttük.
İmam hatip okuluna başladığımda güreşe de merak sarmıştım. Sıkı bir şekilde antrenmanlara katılıyordum. Bu antrenmanlar ve katıldığım çeşitli müsabakalardan sonra lise yıllarında bırakmak zorunda kaldım. Çok teknik bir güreşçiydim. Güreş arkadaşları ekibimiz de oldukça kaliteliydi. Arkadaşlar güreşe devam etmemi çok fazla tasvip etmeyince bıraktım. Zaman zaman keşke devam etseydim diye düşündüğüm olmuştur.
İlk yetişme, bilinçlenme dönemlerinizi soracak olursak nasıl anlatırsınız?
Biz kendimizi ‘80 Kuşağı olarak görüyoruz. 1979 yılında ortaokula başladım. ‘80 yılında şu an içinde bulunduğum atmosfere girdim. Çok iyi bir arkadaş çevremiz vardı. Ve biz o dönemde olabildiğince fazla okumaya çalıştık. Aslında bizim cenahtan çıkmış tüm kitapları okuduk. Arkadaşlarımızla şöyle bir kararımız vardı: her gün bir kitap okuyacağız. Bunu başardık. Hemen her gün bir kitaba denk gelecek sayfa miktarı okuduk. Bir süre sonra artık okuyacak kitap kalmamıştı diyebilirim. Malatya'daki tüm kitapevlerini, bu kitapevlerindeki kitapları, hatta bu kitapların hangi rafta olduğunu ve fiyatının ne olduğunu bilirdik. Hatta bu kitapevlerinin depolarındaki kitapları bile bilirdik.
Sadece okumuyorduk. Okuduklarımızı paylaşıyor ve her fırsatta ve zeminde bunları paylaşıyorduk. Çok güçlü bir sorumluluk duygusu hücrelerimize kadar sinmiş durumdaydı. Okul bizim için iyi bir çalışma alanıydı. Mahallemiz, akrabalarımız vs. Lise dönemlerinde köylere gider, onlara kavradığımız İslam'ı anlatırdık. Lise yıllarında yine camilerde hutbe verir, cuma namazları kıldırırdık. Müthiş bir özgüven duygusuna sahiptik.
İnandığımız değerler bize olgun insanlar gibi davranmamızı salık veriyordu. İnandığımız değerler doğrultusunda hocalarımızla tartışırdık. Hocalarımızla ilişkilerimiz öğretmen öğrenci ilişkisinden çok eşitler arasındaki konuşmalar şeklinde olurdu. Hocalarımızın da bizlere karşı büyük bir saygısı ve sevgisi vardı. Çünkü sürekli okuyor, Türkiye'de çıkan tüm dergi vs. matbuatı takip ediyorduk. Gündemi çok yakından takip ediyorduk. Ayrıca okul dışında medrese usulüyle Arapça dersleri alıyorduk.
Yine bunların yanında Kur'an'la çok sıkı bir ilişki kurmuştuk. Kur’an sanki ilk defa bize iniyormuş gibi okuyorduk. Kur’an ayetlerini mutlaka sure ve numaralarıyla ezberliyorduk. Bu bize has bir uygulamaydı. Bir süre sonra kafalarımız Kur’an fihristi gibi olmuştu. Hangi konuda hangi ayetlerin olduğunu bir çırpıda sayabilirdik. Bu Kur'an okumaları bizi çok yoğun biçimde tefsir okumalarına taşıdı. Fizilal'il Kur’an’ı, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın tefsirini, Ömer Nasuhi Bilmen’i, Mehmet Vehbi Efendi'yi, Tefhim'ül Kur’an-ı ve Arapça olarak basılmış birçok tefsiri bu dönemde baştan sona okuduk. Okuduk ve anlattık. Kime ulaşabilirsek…
Üniversite döneminiz?
1986 yılında İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi'ne başladım. Fakat okul istediğim gibi değildi. Hedeflerim açısından bir ayak bağı olarak görünüyordu. Onun için okulu mutlaka, bir an önce bırakmam gerektiği düşüncesi oluştu bende. Onun için 2. yılın sonunda okuldan ayrılarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne geçtim. 1992 veya 93'te bu okuldan mezun oldum.
Meslek hayatınıza ne zaman ne şekilde adım attınız?
Öğretmenlikle birlikte birçok işi daha birlikte yürütmeye çalıştım. ‘93 yılından beri aslında hep öğretmenlik yaptım. Fakat resmi olarak bir devlet kurumunda bildiğiniz öğretmen gibi bir öğretmen hiç olmadım. Daha çok özel kurumlarda bu işi yapmaya çalıştım. Bu süre içinde çok büyük bir zevk ve iştiyakla yaptım bu işi. Öğretmenlik işini çok sevdim. Bu mesleği asla başka bir mesleğe değişmem diye düşünüyorum. Maalesef şu an bildiğiniz biçimiyle resmi ya da özel bir kurumda bu mesleği icra ediyor değilim.
Kısa adı “Anadolu Platformu” olan Anadolu Eğitim ve Davet Gönüllüleri Platformu’nda genel sekretersiniz. Nedir Anadolu Platformu? Neler yapar?
Anadolu Platformu, kırkın üzerindeki dernek ve vakfın bir araya gelmesiyle oluşan eğitim, kültür ve dayanışma platformudur. Anadolu’nun dört bir yanında müstakil çalışmalar yapan kuruluşların birbirini tanımak, tecrübe paylaşımında bulunmak, ortak değerler etrafında buluşmak suretiyle bir araya gelmelerinden oluşmaktadır. Bu kuruluşlar, yerel farklılıklarını muhafaza ederek, paylaşımı, diyalogu ve ortak değer üretmeyi amaçlayan kuruluşlardır.
Bir araya gelmekteki maksat, dinimizin ve kültürümüzün güzel gördüğü temel ahlakî özellikleri taşıyan insanlarla; açıklık, verimlilik, üretkenlik niteliklerine sahip kurumlarla; erdemli, ahlaklı, dayanışmacı bir toplum üzerinden; huzurlu, güvenli, yaşanabilir bir dünyanın imar ve inşasına çalışmaktır. Platform olarak en büyük gaye ve gayretimiz, insanımızı tarihiyle, değerleriyle ve insanlıkla yeniden buluşturmak için; dinimizden, tarihimizden, kültürümüzden ve insan zenginliğimizden kaynaklanan potansiyelimizin ortaya çıkarılması çabalarına; üretip, geliştireceği model, ürün ve projelerle ve en önemlisi yetişmiş insan gücüyle katkı sağlamak.
Anadolu Platformu, bağlı dernek ve vakıflarıyla kendi içinde eğitim seminerlerine, programlarına, konferanslara, istişare toplantılarına, bir çok alandaki komisyonların çalıştaylarına devam ederken, geleneksel hale gelen “Anadolu Buluşmaları” adı verilen uluslar arası çapta bir etkinliği de gerçekleştirmektedir. Bu yıl yedincisi yapılan “Anadolu Buluşmaları”nda “İnsanlığın Adalet ve Özgürlük Arayışı” tartışılmıştır. “Anadolu Buluşmaları”, alanlarında yetkin olan yerli ve yabancı ilim ve kültür adamlarını bir araya getiren bir organizasyon işlevini de görmektedir aynı zamanda…
Anadolu Platformu Genel Sekreterliği, mesainizin büyük bölümünü o işe ayırmanızı gerektiriyor. Bunun dışında bireysel olarak neler yapıyorsunuz? Sanırım Ahiret Bilinci kitabınız dışında kitap yayınlamadınız. Var mı yeni kitap çalışması?
Bir tarihçi olmam hasebiyle tarih okumaları, Aksa Eğitim ve Dayanışma Vakfı’nda tarih dersleri, seminerler, konferanslar…
Ahiret Bilinci uzun yıllar önce yayınlanmış bir kitaptı. Şu an yeni bir kitap çalışmamız var. Bir aksilik olmazsa…
Bütün konuşmalarınızda “dün” vurgusu yoğun olarak hissedilmekte. “Dün” nedir sizin için? “Dünden Yarına Bugünü Konuşmak” ne oluyor acaba?
Eğer biz yeni bir ‘gelecek inşası’ arzusu taşıyorsak, bu türden endişelerimiz varsa, geçmişe bigane kalmamız, geçmişin birikiminden uzak kalmamız mümkün değildir. Ayrıca bugünümüz geçmişten bağımsız değil. Bugün yaşadığımız sıkıntıların tamamının kökeni daha önce yaşadığımız olaylardan kaynaklanıyor. Bu olayların kaynaklarına vakıf olamayınca bugünkü sorunları da çözümlememiz ve sağlıklı sonuçlara ulaşmamız mümkün olmuyor. Bizden önceki insanların açmazlarını tekrar ediyoruz. Onların debelenip durduğu yerde bizler de debelenip duruyoruz. Sorunlarımız içerisinde boğuşurken kırıyoruz, döküyoruz. Hem kendimize hem etrafımıza hem de geleceğimize zarar veriyoruz. Bu yüzden dün üzerine yoğunlaşıp bugünü anlamlandırmak gerekiyor.
“Dün” derken aynı zamanda tarihin belli dönemlerine ve kişilerine takılıp kalmamak gerektiğini de söylüyorsunuz. Burayı biraz açsak…
Artık dünyanın birikimine yaslanalım diyorum. İnsanlığın ortaya koymuş olduğu tüm miras bizim mirasımızdır. Bu hikmettir ve bizim yitik malımızdır. Ne yazık ki burnumuzun dibinde duran bu hikmetten yoksunuz; elimizi uzattığımızda kavuşacağımız o insanlardan uzağız. Hatta bu kişileri “satılmış kalemler, onursuz insanlar” olarak tanıyoruz. Yazık çok yazık…
Tarih okumalarımız böyle bir işe yarayacaksa elbette anlamlı olacaktır; yoksa kuru kuruya tarih okumanın da bir anlamı yoktur. Tarih dediğimizde aklımıza sadece Asr-ı Saadet geliyor. Ne Emeviler ne Abbasiler hakkında öncesi ve sonrasıyla bilgi sahibi değiliz. Tüm bu birikimden faydalanmak gibi bir duyarlılığa sahip değiliz. Her şeyi kendimiz yeniden keşfetmeye çalışıyoruz; buna ömrümüz yetmez.
Hz. Ömer’in İran’ın fethi sonrasında, Sasani’nin Bizans topraklarını fethettiğinde Bizans’ın ortaya koymuş olduğu birikimi almak konusundaki özgüveni yeniden yakalamamız lazım… Bizim tarihindeki ilk büyük içtihat hareketini başlatan Hz Ömer’in bu konudaki duyarlılığına bakın, ne demek istediğim daha rahat anlaşılır.
Sizi etkileyen, önemli bulduğunuz, üzerinde düşünülmesi gereken kurumlar ve kişiler kimlerdir?
Beni etkileyen ve düşündüren kişi ve olguların en başında Osmanlı yıkılırken ortaya çıkan “Teşkilat-ı Mahsusa” ve orada yer alan insanlar gelir. Enver Paşa’nın liderliğindeki “Teşkilat-ı Mahsusa”, Osmanlı’nın dağılışını durdurmak için kurulmuş olan ve içinde imparatorluğun bütün dinî ve etnik unsurlarını barındıran bir örgüttür. Dünya istihbarat tarihinin bile çözemediği bir teşkilat. Bu teşkilat içinde çeşitli etnik kökene sahip idealist subayların yanı sıra yüzlerce aydın, şeyh ve din adamı da yer alıyordu. Bediüzzaman Said Nursi'den Mehmet Akif'e, Dürzi prens Emir Şekip Arslan'dan Mısırlı Şeyh Abdulaziz Çaviş'e, Tunuslu Şeyh Salih Şerif et-Tunusi'den Libyalı Şeyh Ahmet es-Sunusi'ye, Hintli Muhammed Bereketullah Efendi'den Ebul Kelam Azad'a, Pakistan'ın ilk devlet başkanı Muhammed Ali'den kardeşi Şevket Ali'ye, İbnürreşid'den Şeyh Mehdi'ye pek çok önemli isim Teşkilat'la bir şekilde ilişki içindeydi.
Teşkilatın yapısı Osmanlı'nın etnik yapısını içinde barındırıyordu. Hepsinin ortak bir gayesi vardı: Osmanlı’yı ayakta tutabilmek… Kendisi Kafkas kökenli olan Kuşçubaşı Eşref, teşkilatçıların bu yapısına dikkat çekerek, "Ben ne Dağıstan rüyalarını gören bir Çerkes, ne Arap, ne de Rum'dum; ben Türkçe konuşan Müslüman bir Osmanlıydım." diyordu. Fuat Bulca da, Teşkilat-ı Mahsusa'nın esas vazifesinin imparatorluğun ayakta kalabilmesi için bağlanılmış olan büyük davaları gerçekleştirecek şahsiyetleri teşkilatlandırmak olduğunu belirterek şöyle diyordu: "İstiklal Savaşı ile ilk fiilî neticesini veren, II. Dünya Harbi nihayetinde ise bütün dünyaya yayılan ve sayısı elliyi geçen müstakil devlet kurdurmuş olan milli uyanışların fikrî oluşumunda, bizim Teşkilat-ı Mahsusamızın büyük himmeti vardır.”
Bize bu söyleşi için vakit ayırdığınızdan dolayı teşekkür ediyoruz.
Ben teşekkür ederim.
Muaz Ergü konuştu