Edebiyat dergilerini takip edenlerin uzun zamandır aşina oldukları bir isim Ahmet Edip Başaran ismi. Ve ilk kitabı henüz yayınlandı. ‘78 doğumlu bir şair için geç değil mi bu tarih? Yoksa bunun yaşı olmaz mı diyorsunuz?
![]() |
(+) |
Yazmanın, yazıp yayınlamanın elbette bir yaşı yok. İlk elde bunu söylemem gerek. Yazmak, her şeyden önce mesuliyet gerektiren bir eylem. Ki, insan yazma eyleminin derinliklerine indikçe, bu mesuliyetin daha çok farkına varıyor. Çünkü “şahit”lerinizi çoğaltıyorsunuz bir bakıma.
Bir de şu var; yazdığınız her şiirle her metinle onu okuyan insanların vaktini alıyorsunuz. Bu aldığınız vakit karşısında onlara giden vakitlerinden daha değerli bir “şey” sunmak zorundasınız. Bu nokta sanırım ‘yazmak’ın mesuliyetinden daha ağır. Bu açıdan bakıldığında çok kolay yazan birisi değilim. Kitabın ilk şiirini bir senede yazdım mesela.
İlk kitap için geç kalmadın mı, diye soruyorsun Abdüssamed. Evet, geç kaldım; belki de henüz erkendi. Gecikmek, geç kalmak bir korku imi olarak insanoğlunu her zaman rahatsız etmiştir, bilirsin. Bu böyledir. “Eve Geç Kalma Korkusu” başlıklı şiiri bu korkularla yazdım biraz da. İnsan korkularıyla yüzleşebilmeli en nihayetinde. Oyunbozan’ı ilk elime aldığımda o yüzleşmeyi saç diplerime dek hissetmiştim. Belki de bu yüzden “ev” ve “şiir” kelimelerinin zihin lügatimde işlevi inan aynıdır.
Kitabın ismine gelsek… Birçok şiirinizin kitaba isim olabilecek başlıklar taşıdığını görüyorum. Mesela “Gökçekimi Şehzade” ya da “Eve Geç Kalma Korkusu”. Bunlar da pekâlâ kitaba ad olabilirdi. Yani şu: Neden Oyunbozan?
Çünkü, dünya bir oyun ve eğlenceden ibaret. Mustafa Kutlu’nun öykülerinden birisiydi sanırım. Bir aile efradı lunaparka girer ve çıkışı kaybederler. Çıkış kapısı ölümdür. Lunapark ise dünya. Yani demem o ki, oyunu bozmadan ölümle, yani kendi hayat heybemizle yüzleşmek neredeyse imkânsız. Bir de küçük oyunlar var iç içe geçmiş. Bize ilkelerimizi, vicdanî hassalarımızı unutturan oyunlar bunlar. İşte gündelik hayatın içinde yığınla örneği var bu oyunların, köşe kapmacaların. Uzun uzadıya saymaya gerek yok. Ben risk alarak tarafımı seçmiş oluyorum bir bakıma. Çünkü hem küçükler hem de büyükler, oyunbozanlardan pek hazzetmezler. Canları sağ olsun ama, özellikle küçüklerin.
“Kız Meselesi” diye bir şiiriniz var. Bunun “Uzak İhtimal” filmine ilk düşünülen isim olduğunu duyduk bir aralar. Böyle bir şeyden haberiniz oldu mu?
Evet, bunu imza gününde sevgili şair ağabeyim Ahmet Murat söylemişti. İlk ondan duydum. Doğrusu böylesi bir “kesişme”den ancak memnuniyet duyarım. Ne güzel! Bütün kız meselelerini besleyen yegâne umut, işte o mum ışığı kadar sönük ‘uzak ihtimal’ler. Aşk, görüp görebileceğimiz en ağır sofra bana kalırsa. Ve dişimizi kırarak kalkarız bu ağır sofradan. Bak şimdi, Uzak İhtimal’in finalinde Musa’nın Klara’nın arkasından ağrılı ve acılı bir yüzle [b]akmasını hatırladım ne garip... “Kız Meselesi” şiirini Salinger’in Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar kitabındaki güvey anlatısından yola çıkarak uzun soluk bir şiir taslağında düşünmüştüm. Olmadı. Şiir, bir nasip işi sonuçta.
“bir kez daha sevineyim, ölüm bize uğruyor hâlâ” diyorsunuz. Ölümün uğramadığı kişi, eskitmediği yer var mı?
Elbette yok. Bu açıdan bakıldığında sözüne en sadık kavram ölümdür. Geleceğini söyler ve bir gün mutlaka gelir. Ölümün bize uğramasından niye memnuniyet duyulur? Sanırım bu, ölümün bizim için bir umut kapısı olma ihtimaliyle ilintili. Çünkü bir bağışlanma umudu, bir af tadı ararız ölümlerde.
Genel olarak bakıldığında ölümü sevmiyoruz ama. Çünkü çelişkiler var, kafamızı karıştırıyor. Doğmak bir çelişkidir, çünkü ölüyoruz. Ölmek de bir çelişkidir çünkü madem öleceğiz niçin doğuyoruz. Bunları uzatabiliriz. Hâlbuki hayatın en güzel esprisi ölümdür. Sanki hiç ölmeyecek gibi yaşar insan ve birden o espriyle ölüverir. Gülmekten ölmek, deyimi var ya bizde. Bence tam da bu hâl üzere söylemiş bu deyimi eskiler. Bir de şunu atlamayalım. Bütün bir şiir coğrafyasının sınırlarını handiyse tek başına ölüm çiziyor, diyebiliriz. Şairler için bitmez tükenmez bir kaynaktır orası. Ne diyordu Ece Ayhan: “Biz bir şairi şiir yazsın için ölümle korkuturuz.” Çünkü ölüm yeniler şiiri. Tabiatı ve evreni yenilediği gibi. İnsanı yenilediği gibi. Ölüm düşüncesi kadar insan zihnini sağaltan başka bir şey var mı bilmiyorum..
Başka bir şiirinizde de “ölüm gönül koymazmış kimseye ne dersin” diye soruyorsunuz.
Ölüm gönül koymaz kimseye evet, çünkü bizi karşılık beklemeksizin sever. “bize dönecek oysa o güzel ölüm/ yatacağız beraber güzellik uykusuna” diyor ya İbrahim Tenekeci. Tastamam bu aslında meselenin özü.
Bir şiirinizde Afrika’ya gönderme yapıyorsunuz. Eritre’yi, ‘konuşmaktan unuttuğumuz bir yer’ olarak görüyorsunuz. Afrika’nın şiirimizde yaygın olarak geçtiği dönem II. Dünya Savaşı sonrasına denk düşer. Siz ise 50 yıl sonra yeniden Afrika göndermeleri yapıyor, Afrika’yı bir şekilde şiirinize taşıyorsunuz.
Afrika evet. Benim en ışıltılı ana karam Afrika’dır. Evrensel bir bağ var Afrika’yla aramda. İnsan yüreğindeki özgürlük ve var olma tutkusuyla adaştır Afrika. Afrika’yı seviyorum çünkü Malcolm’ı, çünkü Muhammed Ali’yi, çünkü İmam Abdullah Harun’u seviyorum. Afrika’yı seviyorum çünkü Mekke’de inen dinin ilk ezanını Afrikalı Bilâl okumuştu. Nuri Pakdil, Batı Notları’nda Afrikalı aydınlarla yaptığı konuşmaları anlatır ve Habeşli Bilâl’i hatırlatır bize. Yirmi birinci yüzyılın en önemli kıtası Afrika olacaktır Pakdil’e göre. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Afrika denilince bir coşku ve heyecan patlaması yaşıyorum. Bak şimdi, 2010 Dünya Kupası Afrika’da olacak ve dört gözle bekliyorum maçları inan.
“Aylardan kiraz”, “ilk yaz kirazları” gibi ifadeler sizin şiirlerinizden aldığım ifadeler. Mustafa Kutlu’nun da kitap ve kiraz fiyatlarını karşılaştıran bir yazısı vardı sanırım Şehir Mektupları’nda. Nedir bu kirazın edebiyatımızdaki yeri?
Mustafa Kutlu, pahalı olduğu için kitap alamadığını söyleyenlerin bu tezlerini çürütmek için o kıyaslamayı yapmıştı sanırım. Kirazın edebiyatımızda her zaman mümtaz bir yeri olmuştur. Hüseyin Akın’ın ilk kitabının adı Sevmek, Karanfil ve Kiraz’dır mesela. Benim kirazla ve bütüncek meyvelerle kurduğum sahici bir dostluğum var. Seviyorum onları. Küçüklüğüm kiraz ağaçlarının tepesinde geçmiştir. O kadar çok yerdim ki, annem kirazlara atfen söylenilen “çok yeme beni, sapıma döndürürüm seni” sözünü söyler dururdu bana. Kirazın, çileğin, armudun ağzımızda bıraktığı o leziz tatlarla söyleşmeyi ne çok isterdim anlatamam.
Meyve sadece meyve olarak kalmıyor bir noktadan sonra. Çünkü onların bizim kişisel tarihimize denk düşen çağrışım alanları var. İlk kirazın, ilk vişnenin, ilk elmanın tadını alışımız, onları ilk ısırışımızda dilimize doğru yürüyen tatlarıyla ilk karşılaşmamız, ilk sabahı görüşümüz, ilk uykuyu uyumamız kadar heyecan verici bir duygu olmalıydı diye düşünmüşümdür çoklukla. Meyve ve geçmiş diyorum ben, çünkü meyvelere bizi sürükleyen haz, istek; geçmişte onların damaklarımızda bıraktığı tatlarla ilgili. İnsan hafızası tatlarla mündemiç, tatlarla iç içe. Birkaç yıldır meyvelerden yola çıkarak böyle bir ‘tat hafızası’ taslağıyla uğraşıyorum mesela. Çocukluğumu köyümde yaşadığım, hâlâ köyüme gidip geldiğim için meyveler bahsinde çok şanslı olduğumu düşünüyorum bir de.
Rilke, ölümü anlatırken ‘meyve ve çekirdek’ benzetmesini kullanır. Hölderlin, sarı armutlardan bahseder bir şiirinde. Sezai Karakoç, “Köpük” şiirinde portakal ve karpuzdan söz açar. Yani salt kiraz değil, meyvelerin bütüncek edebiyatta özgün, ayrıcalıklı bir yeri var. Bunu fazlasıyla önemsiyorum. Çok önemli bir nokta daha var Abdüssamed. Kıymetli şair ağabeyim İbrahim Tenekeci geçenlerde yeni neslin kiraz ile vişne ağacını bile birbirinden ayıramadığını, hal böyle olunca da sahici değil de mekanik şiirlerin ortaya çıktığını yazdı. İnsan ruhunu titretmeyen, ikna etmeyen, bir yere değmeyen şiirlerin...
Bu cümlelerde şiire başlayacak genç arkadaşlar için ve dahi hepimiz için harika bir ‘ev ödevi’ var aslında. Meyve ağaçlarını tanımak, toprakla kurduğumuz sahici ünsiyete bağlı biraz da. Toprak mübarek bir kelimedir çünkü. Ekmek gibi, insan gibi, alın gibi… Aramızı iyi tutmalıyız toprakla.
Profil Yayınları’nda geçenlerde düzenlenen imza gününüze Rasim Özdenören de geldi. Nasıldı?
Muhteşem bir andı benim için Rasim Özdenören'i orada görmek. Bu neslin Rasim Özdenören'den öğreneceği çok şey var. O, numara çekmeyen büyük bir sanatçımız. Şereftir onunla geçen her bir saniye. O kadar sevindim ki mahçup oldum hatta. Onun eserlerini okumamış nitelikli bir kültür adamı düşünemiyorum. Hangimiz Özdenören ummanından inciler kapmadık ki! İlk kitabımın en kıymetli imza gününün en önemli anlarıydı onun orada, aramızda olduğu anlar.
Edebiyat dergilerinde görüyoruz sizi. Önümüzdeki günlerde önemli bir şiir programına siz de davetlisiniz. Edebiyat ortamını nasıl buluyorsunuz?
Evet, Salı akşamı bir şiir gecesine davetliyim. Bu, katılacağım ilk şiir gecesi olacak kısmet olursa.
Edebiyat ortamının hâli ortada. Dergiler çıkıyor, kitaplar yayımlanıyor. Görece bir hareketlilik var yani. Bir usul, erkân, bir edep noksanlığı da almış başını gidiyor bana kalırsa. Bazen öyle metinlerle karşılaşıyorum ki hayret edesim geliyor. Yüz yüze geldiğimizde, birbirimizin gözlerinin içine baktığımızda asla söyleyemeyeceğimiz şeyleri, oturup bilgisayar başında kolaylıkla yazıveriyoruz. Çok şey bildiğimizi iddia ediyoruz ama hiçbir şey bilmiyoruz. Hayatın, edebiyatın sınırlarını çok büyük ‘iddia’larla çeviriyoruz. Her iddia, bir Tanrı olma özlemidir bana kalırsa. Hâlbuki insanız biz ve ilk ev ödevimiz haddimizi bilmektir. Ben çok şükür usta değilim. Çünkü usta olmak, öğrenecek hiçbir şeyimizin kalmamış olması demektir. Oysa ben hayatın her dakikasını bir öğrenme hâli üzere yaşamak derdindeyim.
Sanırım edep’ten neşet etmiş bir edebiyatın kavgasını vermeliyiz öncelikle. Öğreneceğimiz ilk edep diskuru ise kendimizi bilmektir. Şahsen ortamdaki polemiklerden, dedikodulardan uzak durmaya çalışıyorum. Dostluklarıyla, şiirleriyle mağrur ve mutlu olduğum arkadaşlarım, ağabeylerim var. Onların yazdığı her satırı bana gönderilmiş bir mektup heyecanıyla okuyor ve işime bakıyorum Abdüssamed. İşime bakıyorum, yani “iç”ime.
Kitabınızı Ezra Pound’un bir ifadesiyle bitiriyorsunuz: “Kalk ve işe yarar bir şey yap!” Tüm çabanızın bu olduğunu söyleyebilir miyiz?
İşe yarar bir şey yapmak, evet benim okumak ve yazmak’a dair bütün samimi kaygılarımın kaynadığı yer orası. Elle tutulur bir şeyler yapmak. Sadece kendim için değil, çevremdeki insanlar için de faydalı olmak. Fayda, bize zararı olmayan ender kelimelerdendir. “Ara sıra elle tutulur bir şeyler yapamadığımız için mi böyle perişanız”, mealinde bir söz hatırlıyorum Zarifoğlu’ndan. Ezra Pound bahsini ise önemsiyorum. Mustafa Akar’la yazışmalarımızda Pound’un şu dizelerini okurduk birbirimize: “Onların uşakları var, dostları yok/ Bizim dostlarımız var, uşaklarımız yok.” Tüm çabamız işte bu dostluk kelimesinin atardamarlarında saklı aslında. Bizim ve bütün bir insanlığın çabası.
O halde ben kitabınızdan altını çizdiğim bir mısra ile bitirmek istiyorum: “usulca sokulurum kalbime, unutulurum: unutulmak da güzel!”
Eyvallah. Unutulmak, Allah’ın bize bahşettiği en güzel nimetlerden birisidir.
Abdüssamed Bilgili konuştu
takdir ettim doğrusu. şair ölümle öyle barışık ki birçok insanın aksine. hem de genç yaşta. içime su serpti yani. ikinci takdir de afrika sevgisine. üçüncüsü, "yaşlılar gibi genç olmak" hadisi vardır ya onu hatırlattı bana başaran. ancak şiir için bu iyi bir şey mi orasını ben bilemem. selamlar