İlk kitabın şüphesiz her yazar ve şair için ayrı bir serüveni var. İlk kitabını bastırabilmek için gezmedik yayınevi bırakmayanlar, hepsinden eli boş dönenler, yazmaktan ve kitap çıkarmaktan tamamen vazgeçenler vs. Bütün bu zorluklar bir yana, uzunca bir süre dergilerde boy gösterdikten sonra yazdıklarının dergi sayfalarında kalmasına gönülleri elvermeyen şair ve yazarların ilk kitap çıkarma serüvenlerini sorduk. Gördük ki ustalar bulundukları noktalara öyle kolay gelmemişler.
Ali Haydar Haksal: “Genç bir kalem sahibi için önemli olan kabul görmesi”
1980 yılından itibaren Mavera dergisinde öykülerim yayımlanmaya başladı. Rasim Özdenören’in ilk beş öyküm ile ilgili olumlu düşünceleri beni yeterince sevindirmişti. Yolumu bulmuştum. Öykülerimizin Mavera gibi bir dergide yayımlanıyor olması bile yeterli sayılabilirdi. Genç bir kalem sahibi için önemli olan kabul görmesi, ürünlerinin yayımlanıyor olması. Kimi zaman öykülerimle ile ilgili eleştiriler de alıyordum kimi haklı kimi haksız. Zamanla nasılsa kitaplaşacaktı. Çok da acelem yoktu.
Dergi İstanbul’a taşındıktan sonra bizler de fiilen derginin içinde yer aldık. Yayınların başında Mustafa Çelik vardı. Dergiyi de Alim Kahraman yönetiyordu. Yönetim ise merhum Bahri Zengin’de idi. Bahri Zengin daha çok dergiyi ve yayınevini ticari bir kurum olarak görüyordu. Yayınevini büyütmek amacındaydı. Bizim gibi gençlerin kitaplarını bu anlamda yayımlamayı pek de uygun görmüyordu. Biz de o sıralarda ticarete başlamıştık.
1986 yılında, öykülerim yayımlanmaya başladıktan altı yıl sonra Mustafa Çelik, Âlim Kahraman ve diğer arkadaşlarla istişarede bulunarak öykü dosyamı kitaplaştırmaya karar verdik. Dosyayı hazırladım, merhum Nedim Çeker dosyayı baştan sona okudu. Kimi eleştiriler getirdi. Mavera’da yayımlanan ilk beş öyküden üçünü aldık, diğerlerini koymadık. Nedim’in bu öykülere itirazı oldu. Kitabın maliyetini kendim karşıladım. Kapağını Hasan Aycın yaptı. Kitap o zaman 3000 adet olarak basıldı. Kitap çıktıktan sonra Rasim Bey o ilk öykülerin tamamını niçin almadığımı sitemle sordu. Doğrusu izah edemedim. O öyküleri daha sonra Yalnızlık Sarkacı dosyama dâhil ettim. Evdeki Yabancı ile Yalnızlık Sarkacı üslup olarak birbirine yakındırlar. Bu kitap ile ilgili Cemal Süreya Milliyet Sanat dergisinde kısa bir değini yazdı.
Biz ekip olarak Mavera’dan ayrıldık. Mustafa Çelik ile birlikte Nehir Yayınları’nı kurduk. Osman Bayraktar, Mustafa Çelik, Alim Kahraman ve ben Yedi İklim dergisini çıkardık. Bir süre sonra Evdeki Yabancı’nın elde kalan 1500 adetini Bahri Zengin’den satın aldım. Bu ilk kitabımın böyle bir kaderi oldu. Hem basarken parasını verdim, hem de kalanlarını satın aldım.
Ömer Erdem: “Şiir de şairlik de kesintisiz mutsuzluk ikliminde bu ülkede”
Bir ara Üç Çiçek Dergisi benzer bir dosya yapmıştı. O günün şairlerine sormuştu aynı soruyu. Gel gör ki her zaman acı anılar vardır geride. Şair saf, iddialı ve heyecanlıdır fakat yayın ve kültür dünyası burnu yukarıda dolaşır hep. Bizde genç şair, yeni şair, daha doğrusu has şair pek tutulmaz, sevilmez. Yatırım değeri yoktur her bakımdan. Bir de ne yapacağı, oyunu nerede bozacağı hiç belli olmaz.
“Dünyaya Sarkıtılan İpler”, içimde tamamlanıp da dosya yoğunluğuna vardığında, istedim bazı şiirlerin yayınlandığı Nar Dergisi’ni de çıkaran Oğlak Yayınları bassın diye. Onlar çok sıcak bakmadılar. Şiir yayınlarken sergiledikleri şevki, kitap söz konusu olunca esirgediler. Geri durdular. Sebebi, elbette malum. Bir macun gibi her kesimden herkesin çiğnemeyi çok sevdiği taraf, sizden bizden meselesi. Ben de tuttum Yapı Kredi’ye gönderdim. Onlar ilkin geri çevirmediler. Şimdi söylemek istemediğim bazı tartışmalar olmuş yayın kurulunda, bazı üyeler ısrarla savunmuşlar kitabı. Lakin, Selahattin Özpalabıyıklar’ın benimle konuşurken hayli zorlandığını, tam da izah edemediğini anladım. Bir şeyler olmuş işte. Deşmeye de gerek yok. Hem niye bassınlar. Basmamak da bir bilgi oluyor çünkü günü gelince. Basmamış bulunmak da sicile işleniyor. Bu bakımdan çok hoş olmadı ilk kitabın serüveni. Asil, asaletli, şiire ve şaire yakışır olmadı. Elbette basacaklardı. Basmalıydılar diğer yandan. Bu onların varoluşlarının gereğiydi. O günler üzüldüm. Ne yalan söyleyeyim. Zaten bildiğim kültürel kılıçların beni de bölüp yaralamasından öte ne olabilirdi.
Mehmet Varış, sağ olsun, Kitabevi çerçevesine aldı. Çok da güzel bastı. O günün şartları içinde ilk kitabım çok sevildi. Çok konuşuldu. İçimdeki saçmalık bir kum kalesiydi, bilmez değilim. Ama şiir de şairlik de kesintisiz mutsuzluk ikliminde bu ülkede. Olsun, hepsi çok yaşasın. Şiir varsa, şairseniz bunlar anılara dönüşüyor işte. Bu da az güç değil. Çünkü her iki yayınevinin hararetle sarılıp da bir süre sonra çoktan çöpe dönen bir yığın şairi oldu. İnsan gülümsemez mi bu teneke çağa…
Necati Mert: “Kitabı Kafdağı kadar uzak ve hayali buluyordum”
İlk öyküm Temmuz 1972’de Yansıma’nın yedinci sayısında çıktı: “Mustafa’nın Karesi”. Gözüm tiyatrodan başka bir şey görmemişti o güne kadar, öyleyken tiyatroyu bıraktım. Sosyal şartlar bindirmiş, kabuğuma çekilmiştim. Fakat yaşadıklarım var, diyeceklerim var, bir yandan da bunları dışa vurmanın yolunu arıyorum. Öykü böyle çıktı. Bir kâğıt, bir kalem gerekliydi öykü için, daha önemlisi bir başınıza yapıyordunuz. O gün bugün yazarım.
Fakat kitap fikrim yok. Yazıyorum sadece. Yazdıklarımı bir sıraya koymak, kitaplaştırmak aklımın ucundan bile geçmiyor. Neden geçsin? Yazıyorum ya, Yansıma’da da yayımlanıyorum ya, bu bana yetiyor. Belki de dergiyi çıraklara mahsus bir alan olarak görüyor, kendime yakıştırıyordum da, kitabı Kafdağı kadar uzak ve hayali buluyor, alt bilincimde saklıyor, yüze çıkarmıyordum.
Kitap fikrini veren, derginin sahibi ve yönetmeni şair Tekin Sönmez’dir. 1979 yılıydı, kitap için vaktin geldiğini, yayımlanmış öykülerime birkaç öykü daha ekleyip bastırmamı söyledi, adını da koydu: Gramofonlar, Radyolar, Teypler. Toplumsal değişim ana izlekti öykülerimde, bu ad bunu simgeliyordu sanki; Tekin Sönmez’i dinledim, o adla ve kendi imkânlarımla yayımladım. Bugün pişmanım. Çağrışımsız bir ad bu. Öykü kitabı adı değil de tamirci el kitabı adı gibi duruyor.
1979, Dünya Çocuk Yılı ilan edildi UNESCO tarafından. Hemen her yazarın çocuk kitabı oldu o yıl. Benim bile oldu: Bir Bir Değilken. Üstelik Tekin Sönmez’di bu defa masrafı karşılayan; telif de aldım. Kitap fikrim hiç yokken, iki kitabım vardı. Ya bir de kitap fikrim olsaydı erkenden âsâr sahibiydim demek.
Özal Matbaası’nda basıldı her ikisi de. “Gramofonlar…” on formaydı, çocuklar için olan beş. Kitap, yazarındır. Yazarla var olur. Fakat o tarihte bunun farkında değilim pek, kâğıtçıyı, matbaacıyı da olmazsa olmazlardan görüyorum. Bu yüzden elime aldığımda sevinemedim kitaplarıma, yabancılarıymışım gibi durdum. 1994’te Minnacık Bir Uçurum’da böyle olmadım ama; bir anne sevinciyle karşıladım kitabımı.
Bir yanlışımı daha hatırlıyorum: Gelene geçene imzalayıp kitap vermemem için uyardılar beni. Alaya alınırmışım, arkamdan konuşulurmuş. Doğru. Fakat ben kendimi koruyan biriyim zaten, bunu iki katına çıkardım mı! “Gramofonlar…”ı ne dergilere gönderdim ne ustalara, Necatigil’e de. Elimde bir taneyle matbaadan çıktık, sahanlıkta Necati Tosuner’le rastlaştık, oturduk, konuştuk, kitabı hacimli buldu, “İlk kitap gibi olmamış, çok profesyonel” dedi adaşım. Ona da vermedim, öyle hatırlıyorum; verdiysem de esirgemiş sayılırım.
Velhasıl, ilk kitabım, ilk yanlışlarımdır.
Hüseyin Sorgun: “Salyangoz, ‘yazı’yı ‘yazgı’ya dönüştüren ilk ‘taş’ idi”
İlk harf, ilk kelime, ilk cümle ve “ilk”lerle başlayan bir yazı serüveninin heyecanı… Farklı şekil ve formlarda “zuhur” etse de, bir harfin peşi sıra giden “hercai” bir “arayış”… Salyangoz, bu ilklerin “ilke”siydi… Başlangıçta, bilgisayar ekranında beliren beyaz boşluk üzerinde çoğalan bir heyecanken, sonraları bir derginin sahifelerinde yeşeren bir başka heyecana dönüştü. Ve sonunda kitap formuyla okurun karşısına çıktı Salyangoz…
Beklemek ve belki de sabırla beklemek bu serüvenin özeti olabilir… Bizde “simyacı” editörler ne yazık ki az ve bunlara tesadüf etmek de nadirattan… Yazarak dünyayı kurtarmak hayaline tutuşan her kalemşörün Don Kişot yazgısına tutulması ve yel değirmenleriyle vuruşması da mukadderattan… Yaşlı bir bunak gibi horlanmak da cabası… Fakat “Sisifos” gibi bir muhalin cenderesinde bir yukarı bir aşağı ırgalanmak pahasına, bir “fecr-i kazib”in aydınlığında soluklanmak da bir “ilenç” olarak düşüyor kimi zaman hissesine talibin…
Salyangoz’un telaşı, bu ilklerle birlikte bir yolculuğu başlattı… Bu gelgitlerle devam edecek ve havf ile reca arasında ilerleyecek bir yolculuk bu… “Sabır” ile “müjde”lenmişliğe sığınan, ağyarı yâr belleyerek sınanan ve çoğu zaman “yersiz” bir kekremsiliği damağa emanet bırakan bir yolda, yalınkat ilerlemektir yol… Kelimelerin kararsızlığını, suretlerin istikrarsızlığını ve gölgelerin manasız idmanlarını boşa çıkaracak bir “müjde”, bir “muştu”dur kalem ve kelam… Ezberini buradan yapıp yola çıkan her talip gibi, payımıza düşünden yüksünmeden tahammül etmektir “yük”…
Salyangoz, ilk hikâye kitabımdı… “Yazı”yı “yazgı”ya dönüştüren ilk “taş”… Merkezden muhite genişleyen dalgalar, bu ilk taşın taşkınlıklarıdır kuşkusuz… Halkalar bir sonraki halkayı, o da ötekini doğuracak belki bir süre… Her “yazar”, “yaşar” kisvesini gömer kuşkusuz… Bu peşin kabulün şartlı refleksiyle “kitapsız”lıktan azat olunan bir zaman, kitabın gölgesinde genişleyen ilerleyen zamanları çağırdı…
Sanırım dilim döndüğünde sektörün manasını, “bir yazar”ın “ilk” kitap yazma serüvenini, heyecanını anlatabilmişimdir. Hülasası işin, bir hikâyenin peşine düştüm yıllar önce, hâlâ o hikâyeyi anlatmaya çalışıyorum…
İnanıyorum, günün birinde anlatmayı başaracağım o hikâyeyi…
“Rağmen”!..
Savul ya “Entropi”!..
Mustafa Uçurum: “Hiç ummadığım bir zamanda bir kitabım olmuştu”
Edebiyatla uzaktan yakından ilgili herkesin gizli ya da açık bir kitap sevdası vardır. Yıllarca kitapçı raflarını, evindeki kitaplığını izleyen biri, günü geldiğinde kendi kitabını da bu raflarda görmeyi arzular.
Ben de elbette bir kitabım olmasını ve kitabımın raflardaki yerini almasını istiyordum. 90’lı yılların sonlarıydı ve kendi dergimizi çıkardığımız yıllardı. Dergimiz Martı, o dönemin en dikkat çeken dergilerinden biri olmayı başarmıştı. Yayınevlerinden kitap çıkarmak –hele de şiir kitabı- her dönemde olduğu gibi o zamanlar da hayal kadar uzaktı. Dergimizden aldığımız güçle kendi yayınevimizi kurup kendi kitaplarımızı basmayı bile düşündüğümüz olmuştu. Yaptığımız araştırmalardan sonra öğrenci bütçesiyle bunun imkânsız olduğunu da anlamıştık.
Şiirlerim bir kitap boyutuna ulaşmıştı. Dönemin birçok dergisinde şiirlerim, denemelerim çıkıyordu. Martı’dan sonra Polemik ve Yitik Düşler dergilerini de arkadaşlarla çıkarmıştık. Fakat bütün bunlar bile bir şiir kitabının yayınlanması için yeterli değildi. Şu bir gerçek ki bir yayınevine ulaşabilmek için “hatırı sayılır bir tanıdık” bulmak gerekiyordu. “Bize bizden gayri dost yok” sözünü sık sık tekrarladığım günlerdi. Bırakın hatırı sayılır tanıdığı, yayınevlerinin nerede olduğundan bile haberim olmadan sadece yaptığım işi en iyi yapma gayretindeydim. Çünkü görüyordum ki bir yolunu bulan, kitabını hayal bile edemeyeceği yerlerden çıkarıyordu. Bunları gördükçe kitap çıkarmak denen hayalin içimde bir serüven olarak kalmasına karar verip dergiler çıkarmaya devam ettim.
Edebiyat ortamının içinde bulunmaya başladıktan 10 yıl sonra kitap çıkarma sayfasını da kapatmıştım. Çünkü yayınevlerinin şiir kitaplarına tavrı hâlâ olumsuzdu. Bir gün, Konya’daki şair dostum M. Ali Köseoğlu, bir yayınevinin şiir editörlüğünü üstlendiğini, özellikle şairlerin ilk kitaplarını yayınlayacaklarını söyledi ve benden şiir dosyamı istedi. Dosyayı gönderdim ve kısa sürede kitap basıldı, elime ulaştı. Şiirlerimi kitap halinde görmek beni son derece mutlu etmişti. Hiç ummadığım bir zamanda bir kitabım olmuştu. Dönüp dönüp bakacağım, her sayfasını özenle açacağım bir kitap. Bu kitap belki edebiyat dünyası için değil ama benim için büyük bir olaydı.
Şimdilerde yayınevleri şiir kitaplarına kapılarını açtı. Çok iyi şiir kitapları yayınlanıyor. Fakat durum ve sayı ne olursa olsun yazdıklarının kitaplaşmasını görmek bir edebiyatçı için çok büyük mutluluk. Bu ilk kitap da olsa dördüncü kitap da olsa aynı derecede bir mutluluk. Kendimden biliyorum.
Hayrettin Orhanoğlu: “Kargoyla gelenin kendi kitabım olduğunu görünce şaşırdım”
İlk kitabım Hafız ile Katip, doğrusunu söylemek gerekirse bir tesadüf eseri bir dosta göndermem sonucu, onun da bir yayınevine tavsiye etmesi sonucunda yayımlandı. Bir gün okuldaki odama bir telefon geldi. Karşı tarafta bir ses bana Hafız ile Katip'i bir dosttan aldıklarını ve yayımlamak istediği söylüyor. Ben de şaşırdım. Çünkü kitap çok anlaşılmaz bulunmuştu; oysa ben çok basit yazdım diye kendime kızıyor, yayımlamamayı bile düşünmüyordum. Ama ne olduysa olmuş, kitap bir iki ay sonra yayımlanacaktı. Öyle de oldu. Bir gün koliyle bir kitap geldi. Üzerinde sadece standart gönderici alıcı ismi yazılan bir koli kitap… Bazen dostlar yahut yayınevlerinden kitap, dergi gelirdi, onlardan biri sandım. Ama kendi kitabım olduğunu görünce şaşırdım. Çok şaşırdım. Bu dünyada yalnızca bana ait olan bir kitabı tutuyordum elimde. Kendi kitabımı bir başkasınınmış gibi tutamazdım elbette. Ellerim titredi.
Kitap yazmanın serüveni bambaşka bir hikâyedir. Hele yazdığınızı önemsiyor ve her satırında yazarken az sonra ne olacak diye meraklanıyorsanız.
Her anını bir başka zevkle hatırladığınız çalışma, işte kitap halinde elinizde idi. Tuhaf oluyorsunuz. Başkalaşıyorsunuz. Hele bu ilk kitap ise…
Her kitabımı aşkla yazdım. Malum ki her aşkın bir sonraki anını merak edersiniz. Aşkın içinde bir başka aşkın varlığını hissedersiniz. İşte kitabımı böyle yazmıştım. Ve nihayet aşk en son hamlesini beni hepten güçsüz bırakarak yapacağını yapmıştı. Ben aşkın kitabını yazmamış, aşk olmuştum ve o aşk karşımda idi. Tıpkı daha sonra yazdığım ama yayımlanmayı bekleyen diğer kitaplar gibi…
Ercan Köksal sordu