Sizi yazmaya yönelten ne oldu? Yazarlık hayali olan birisi miydiniz?
İlkokul yıllarımdan itibaren ninemin anlattığı masallar çok etkili oldu. Daha okuma yazma bilmediğim, okula başlamadığım yıllarda evdeki bir sandığın içinde amcamın romanlarını bulmuştum. İçlerinden bazıları resimliydi, onları incelemeyi, karıştırmayı çok severdim. Onlarla olan bu ilişkim edebiyata yakınlaşmamı sağladı. Bunun yanı sıra okul dönemimde öğretmenlerimin okuduğu kitaplar, bize okuttukları kitaplar benim bu konudaki ilgimi arttırdı. Bir süre sonra kendi hayal dünyamda kurmaca hikâyeler oluşmaya başladı. Örneğin okumamız tavsiye edilen “Yalnız Efe” kitabını okuduktan sonra onun üzerine bir şeyler ekleyerek, oradaki hikâyeden esinlenerek ben de kendimce bir şeyler yazmaya başladım. Bu süreç böyle böyle gelişti diyebilirim.
“Butimar” romanınızdan iki yıl sonra “Uzakların Şarkısı” romanınızı yayımladınız. Şimdi iki buçuk yıl aradan sonra da “Dünyasızlar” yayımlandı. Kitaplarınızın oluşum süreci nasıl gelişiyor?
Dönem dönem ilgi duyduğum bazı konular olur. Mesela, İkinci Dünya Savaşı öncesi Kafkas coğrafyasında yaşanan göç hikâyelerini araştırırım. Araştırırken ilgimi çeken bu konuyla ilgili benim de yazmam gerekir diye düşünürüm. “Butimar” romanım böyle ortaya çıktı. “Uzakların Şarkısı” ise uzun süren Osmanlı’nın Batılaşmaya giden süreci üzerine yaptığım araştırmalar sonucu ortaya çıktı. O dönem bu konuyla ilgili yabancı seyyahların defterlerinden, Osmanlı’nın zamanda bu konuyla ilgili yazılmış risalelerinden ilginç anektodlar okumuştum ve buna binaen karakterler oluşturmaya başladım. Tüm bu olayların ortasında bir karakter olsa ne yapar diye düşündüm ve 1753 Osmanlı’sını oluşturdum.
Son romanım “Dünyasızlar” ise ilgi duyduğum İkinci Dünya Savaşı konusu etrafında şekilleniyor ve içerisinde modern bir Harut ile Marut hikâyesi var. Romanlarımda modern dünyanın roman tekniklerini mitlerle, mitolojik görüntülerle kaplarım. Son romanımda da bunu yaptım. Masal ile romanı aynı hizada tutmaya çalıştım, “Dünyasızlar” böyle ortaya çıktı.
Kitaplarınızı yazma aşamasında, kılık değiştirip araştırma yaptığınızı okudum... Neler yapıyorsunuz? Bir kitap ortaya çıkmadan önce hangi aşamalardan geçiyor, nasıl bir ön hazırlık süreci oluyor?
Kitabın ana karakterini oluşturmak için o karakteri yaşamak, taklit etmek ve onunla ikizleşmek gerekir. Bu meseleler zaten modern romanın metotlarından bir tanesidir. Roman karakterinin iskeletini çıkardıktan sonra o karakteri sokakta yürütürüm. O karakter belki ben olurum belki de başkasını gözlemlerim ve sonuca ulaşırım. Böylelikle romanımın karakterine büründüğüm zamanlarda olabiliyor. Bu sadede yaşadıklarımı sadece kurmacanın sınırlarına bağlı kalmadan, kendi deneyimlerim sayesinde o karakterin özüne yedirme imkânım oluyor.
Peki, iki buçuk yıl boyunca “Dünyasızlar” romanın perde arkasında neler yaşandı?
Romanın yazım süreciyse iki buçuk yıl sürdü. Bu süreç başta hafif seyrediyor. Yani önce kurguyu kafanızda olgunlaştırıyorsunuz. Ardından kafanızda oluşturduğunuz kurgunun omurgasını, romanın başını, ortasını, sonunu, karakterleri, karakterlerin psikolojilerini oluşturuyorsunuz. Bunlar iyice olgunlaştıktan sonra yazma aşamasına geçiyorsunuz ve bu süreç çok daha ateşli bir hâl alıyor. Bu süreç insanda psikolojik, biyolojik bir takım komplikasyonlar geliştiriyor. Mesela, benim bağışıklığım düşüktür bu yüzden romanın yazım sürecinde üzerimde yoğun bir baskı, stres hissettiğim zamanlar oldu. Roman içerisinde bazı bölümleri yazmak daha zorlayıcı olabiliyor. Biz buna tıkanma diyoruz. Özellikle romanın sonlarına doğru bu gibi durumlar yaşanabiliyor. Tabi bir de bittikten sonra yazdıklarını tam olarak roman hâline getirmek için yazdıklarınızı baştan sona birkaç kez silkelemek gerekiyor. Aynı zamanda romanın tamamına hâkim olmanız ve mantık hatası yapmamış olmak için baştan sona tarama yapmanız gerekir. Bunlar zorlu ve stresli süreçler. İki belki de üç ay günde on üç saat çalıştığım oldu. Normalde Eylül ayında bitmesi gereken romanı Ağustos sonu gibi bitirmeyi düşünürken Ocak ayında bitirebildim. Çünkü bazen uyanıyorsunuz ve yazmaya başlayacaksınız ama bir bakıyorsunuz roman kahramanınız uyanmamış. Roman kahramanınız uyanmamışsa ona iş yaptıramıyorsunuz ve dolayısıyla uyanmasını bekliyorsunuz. Belki ilham olarak nitelendirilen süreç bu olabilir.
Romanın birinci bölümü günümüzde geçen zor bir hikâyeyle başlıyor. Genç bir kadının başından geçen talihsiz olaylar ve sonrasında dayısının evine gitmesiyle beraber hayatına giren bir karakterin hikâyesi var. Bu hikâyenin belki de Joseph Campbell’ın “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” teorisine de uyan bir yanı var. Çünkü burada da düşmüş bir karakter ve ona elini uzatan bilge bir karakter var. Birinci bölümde o bilgenin bu kadını iyileştirme süreci ve iyileştirme sürecinin devamında yaşanan birtakım olaylar yer alıyor.
Romanın ikinci bölümüyle ilgili çok fazla araştırmalar yaptım. İkinci Dünya Savaşı’nın cereyan ettiği coğrafyalara gittim. Rusya’da, Azerbaycan’da, Doğu Avrupa ülkelerinde birtakım araştırmalar yaptım. Aynı zamanda romanın esas karakterleri olan “Ayvaz” ve “Firuz”u oluştururken o dönemin Bakü’sü ile ilgili çok fazla araştırma yaptım. Bu araştırmalarım sayesinde işime yarayacak pek çok bilgiye ulaştım. Çünkü İkinci Dünya Savaşı dünyanın başına gelmiş geçmiş en büyük felakettir. Burada bizim belki de atladığımız bir konu var ki bu savaş sırasında Azerbaycan nüfusunun büyük bir bölümü özellikle genç erkekler ölmüştür. Biraz bu konu üzerinde durmak istedim.
“Dünyasızlar” romanını kaleme alışınızın temel dinamiği neydi? Bu romanınızın bir hedef kitlesi ve belli bir alt metni var mı?
Ben yazdıklarımı ilk olarak kendim için yazarım. Canımın okumak istediği tarzda, konuda bir roman olmadığında oturup kendim yazarım. Bir anlamda yola çıkış noktam kendi hevesim oluyor. Dolayısıyla yazdıklarım kafamın içindeki o kurmaca zincirler, kendi yaşadıklarım, yaşayamadıklarım, yaşayacaklarım ya da yaşayamayacaklarım üzerinde yükseliyor.
“Dünyasızlar”, Nergis karakterinin dramıyla başlıyor. Bu romanınızda da önceki romanlarınızda da kadın karakterler ön planda. Kadın psikolojini, dünyasını hakkıyla anlatmak zor değil mi?
“Butimar” romanımla ilgili çok fazla olumlu eleştiriler aldım ama bunun yanı sıra bazı olumsuz eleştirilerde geldi. Bunlardan birisi romanımın maskülen bir dille anlattığım, kadın karakterleri geri planda bıraktığım, silik tuttuğum, kadın psikolojisini tam olarak özümseyemediğimle ilgili eleştiriler aldım. Bu eleştiriyi ciddiye alarak kadın psikolojisi üzerine birçok araştırma yaptım. “Uzakların Şarkısı”nda kadın psikolojisi üzerine epey bir araştırma yapmıştım. Orada birçok insanla da konuşmuştum. Bu süreç “Uzakların Şarkısı”nda tamamlanmış bir süreçti. “Dünyasızlar”a kadar olan süre zarfında da bunun üzerine eklemeler yaptım ve neticede kadın psikolojisini, kadınları bir erkek olarak daha derin düzeyde anlamak ve anlatmak üzerine bir çaba çıktı ortaya.
Romanlarınızın dili ve edebi yönü için hem batılı, hem doğulu diyebilir miyiz? Siz kendinizi hangi yöne yakın görüyor ve nasıl tanımlıyorsunuz?
“Butimar” romanımı yazana kadar yüzü hep Doğu’ya dönük biriydim. Hem kişisel beğenilerim hem ilgi alanlarım hem eğitimim hep Doğu’ya yönelikti. Fakat “Butimar” romanından sonra biraz Batı’ya da yaklaşmak gerektiğine inandım. Bu sebeple bir süre Avrupa’da bulundum. Batı edebiyatını, felsefesini, kültürünü idrak etmeye çalıştım. Dolayısıyla yönümü biraz Batı’ya çevirmiş oldum. Ben hem Doğu’yu hem Batı’yı bir araya getirirken bunu oryantalizme düşmeden yapmaya çalıştım. Netice de Türk bir yazar da oryantalist olabilir illa yabancı yazar olacak diye bir kaide yok. Ama şu var ki Batılılardan kendimizi okumak bizi her zaman oryantalist bir okumanın içine çekiyor da diyemeyiz. Onlarında yazdığı bir takım doğru şeyler de var ve insan bir başkasının kendi hakkındaki fikirlerini merak eder, okumak ister. Dolayısıyla Batı’nın bizi nasıl gördüğü meselesi benim için önemli. Bir de aslında ben şuna karşıyım; kimisi 1923’ten öncesini kimisi 1923’ten sonrasını reddediyor. Biz bunu bir bütün olarak düşünmeliyiz. İnsanlığın ortaya çıktığı günden itibaren yaşanan her gelişme çok değerli. Daha özel anlamda Orta Asya’dan başlayıp 2020 yılına kadar geldiğimiz bu süreçte yaşanan olaylar sürecin içindeki dertler, meseleler doğal olarak benim de meselem hâline geliyor.
Geniş bir okur kitleniz var. Böyle bir başarıya ulaşmasının bu kadar okunuyor olmanın sırrı, sebebi nedir?
Okura saygımı bir şekilde göstermem gerektiğinin farkındayım bu yüzden kitaplarımın oluşum süreci en az iki buçuk yıl sürüyor. Bu süre zarfında ince eleyip sık dokuyorum. Sonucunda da okurumdan beklediğime değmiş cümlesini duyduğum an inanılmaz mutlu oluyorum ve evet amacıma ulaştım diyebiliyorum. Yazar adaylarına verebileceğim çok fazla bir tavsiyem yok. Çünkü başka bir yazardan tavsiye almak genç yazarların pek hoşuna gitmez. Bu dünyanın her yerinde böyledir. O yüzden tavsiyeden ziyade kendimden örnekler verebilirim. Ben yazmaya başlamadan önce çok fazla kitap okumuştum. Okuduğum kitapları da sırf çok kitap okumuş olmak için değil tekniğini, dilini, çatışmalarını tespit edip kavrayabilmek, başka çatışmalar temin etmek için okudum.
Okuduklarımdan kendime başka çatışmalar temin etmeye çalıştım. Bizim dertlerimizi, neşemizi, huzursuzluğumuzu, mutluluğumuzu, bağlarımızı tetkik etmek için okumalar yaptım. Yaşadığımız dönemin sorunlarını gözlemlemek, sosyolojik sebepleriyle ilgilenmek gerekir. Bunun için hem Doğu’dan hem Batı’dan kurmaca tekniklerine dair dile dair bir takım okumalar yapmak gerekiyor. Çok kitap okumaktan kastım bu aslında, nitelikli okumak! Çok kitap okumak, çok film izlemek, sanata her zaman yakın olmak… benim naçizane tavsiyelerim bunlar olabilir.
Edebiyat üzerine ciddi eğitimler almış ve üniversitelerde, edebiyat atölyelerinde yazı sanatı üzerine dersler vermiş biri olarak günün edebiyat algısını nasıl yorumluyorsunuz?
Günümüz edebiyatını değerlendirdiğimde roman türünde biraz geride olduğumuzu düşünüyorum. Daha çok şiir dünyası üzerine bir edebiyatımız var. Öykü ve roman çok fazla okunuyor olmasına rağmen üzerine az düşünülen az üretilen az konuşulan türlermiş gibi geliyor bana. Burada ideolojik ayrımlarında payı olduğunu düşünüyorum. Roman, meşakkatli bir iştir ve bir anlamda toplumu tahrik eder bir yönü vardır. Şiir ve öykü öyle değildir demiyorum ama kendi alanımda değerlendirdiğimde nitelikli roman eksikliğinin söz konusu olduğunu görüyorum. Günde belki yüz tane roman basılıyor ama ne kadarı nitelikle. O yüzden romanın okunduktan sonra içindeki meselelerin oturulup tartışılmasına ihtiyacı var.
Edebi yolculuğunuzda özellikle etkilendiğiniz, birikiminizde kilometre taşı niteliğinde diyebileceğiniz şair/yazar/düşünce adamları kimlerdir?
Türk edebiyatından; Orhan Pamuk, İhsan Oktay Anar, İsmail Güzelsoy gibi yazarları; İsmet Özel, Haydar Ergülen, Turgut Uyar gibi şairleri severek takip ederim. Klasik edebiyattan Fuzûlî’yi, Nesîmî’yi, Nef’i’yi, Nedim’i okurum. Dünya edebiyatında ise her ülkeden beğendiğim, takip ettiğim bir iki yazar muhakkak vardır. Bu isimler genellikle roman yazarlarıdır. Mesela, Gabriel Garcia Marquez, Jorge Luis Borges, Yukio Mişima, Natsume Soseki, Yōko Tawada, Yu Hua var. Rus edebiyatında Gogol’den, Puşkin’den başlayıp Dostoyevski’den Tolstoy’dan günümüze kadar uzanan klasik romanları çok severim, dönüp dönüp okurum.