1917 yılında ortaya çıkan Balfour Deklarasyonu ve o dönemin şartları hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
Balfour Deklarasyonu “Şark Meselesi” denilen ve özünde Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma gayesi taşıyan meselenin bir parçası olarak değerlendirilmelidir. İngiltere, Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikrini en rasyonel çözüm olarak gördü. Bununla birlikte 1917’nin savaş şartlarında ortaya çıkan deklarasyonun arkasında birçok bileşenin etkisinin olduğu söylenebilir. Bunların en önemlisi uluslararası yapıyla ilgili sistemik belirleyicilerdir. Mesela İngiltere, savaştaki konumunu güçlendirdikten sonra Sykes-Picot’u revize etme fikrini gündeme getirdi. Aynı zamanda Siyonizm’e gereken desteğin verilmesinin önündeki engelleri de kaldırmış oldu.
O hâlde Siyonizm’in desteklenmesinin arkasında pragmatik amaçların olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, Siyonizm’i destekleme konusunda büyük devletlerin çıkarları oldukça belirleyicidir. Nitekim uzunca bir geçmişi olmasına rağmen Siyonizm ancak 1917’de siyasi bir destek bulabilmiştir. Tabii diğer taraftan Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştaki konumu da Siyonizm’in hayata geçirilmesi açısından bir fırsat niteliğindedir. Nitekim imparatorluğun görece istikrarlı ve güçlü olduğu dönemde Siyonist projenin hayata geçmesi pek mümkün olmamıştır. Burada II. Abdülhamid döneminde yürütülen Siyonist faaliyetlerin uluslararası alanda karşılıksız kalması da önemli bir faktördür.
Bugüne kadar yapılan çalışmalarda Balfour Deklarasyonu’nun pek çok yönünün hâlen daha aydınlatılamadığını görüyoruz. Siz bu konuda nelerin aydınlatılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
20. yüzyıl siyasetine etki eden büyük devlet politikalarının arşiv belgelerinin ışığında değerlendirilmesi büyük önem arz etmektedir. Bu konudaki baskın literatür, büyük oranda Batı’da yazılmış eserlere dayanmakta. Bugün uzman adayları Orta Doğu tarihini Bernard Lewis, Albert Hourani gibi isimlerden okuyorlar. Balfour Deklarasyonu ile ilgili dikey okumalar yapmaya kalktığınızda da benzer durumla karşılaşırsınız. Orta Doğu’nun sonraki tarihini en fazla etkileyen bu dış politika kararıyla ilgili Türkçe literatürde çok az sayıda bilimsel çalışma olduğu görülür. Balfour Deklarasyonu ve I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan statükoya ilişkin arşivlere dayalı çalışmaların sayısının artması gerekmektedir. Bunların yalnızca tarihsel çalışmalar olarak kalmaması, uluslararası siyasetin ve uluslararası ilişkiler tarihinin bir parçası olarak eklemlenmesi de elzemdir.
Balfour Deklarasyonu kitabınızda deklarasyonu Neoklasik Realizm Teorisi ile açıklayarak bir ilke imza attığınızı söyleyebiliriz. Bize Neoklasik Realizm Teorisi’nden ve bu teorinin Balfour Deklarasyonu bağlamındaki öneminden bahseder misiniz?
Teoriler bize uluslararası siyaseti anlamada ve analiz etmede kullanışlı ve sistematik yöntemler sunar. Devletlerin dış politikalarını anlama noktasında ise Neoklasik Realizm Teorisi’nin açıklamaları son derece faydalı olmaktadır. Realist yaklaşım tarihsel örneklerde yapısal/sistemik belirleyicilerin etkileri üzerinde durmaktadır. Neoklasik yaklaşım ise realist yaklaşıma katkı sağlayarak lider, iç siyasi dengeler, stratejik kültür vs. gibi ara değişkenleri göz önünde bulundurur. Böylece etkili olan bütün belirleyicileri hesaba katmayı amaçlar. Bu konu, uluslararası ilişkiler disiplini içinde büyük bir tartışma konusudur aslında. Ancak tüm bu tartışmaların ötesinde, neoklasik yaklaşımın dış politika analizinde kapsamlı ve verimli analizlere kapı açtığını söyleyebiliriz. Balfour Deklarasyonu gibi çok boyutlu bir dış politika kararını tek bir lider, ya da bir grup isim üzerinden değerlendirmek imkânsızdır. Bu konuda Neoklasik Realist Teori, bize yol gösterir ve ortaya koyduğu yaklaşım sayesinde uluslararası siyaset analizinde bize kapsamlı sonuçlar verir.
Peki, sizce Orta Doğu araştırmalarında birincil kaynakların önemi nedir? Daha doğrusu bu kaynaklar bizlere farklı olarak ne söyler?
Tarihsel süreçleri anlayabilmek birinci el kaynaklar olmadan ve onlar üzerinde çalışmadan mümkün değil. Orta Doğu’nun statükosunu anlayabilmek müzakere süreçlerine, tartışmalara, ekonomi-politiğe hâkim olmakla ilgilidir. Konferanslara, toplantı tutanaklarına, görüşmelerin içeriğine hâkim olmadan statükonun ne olduğunu, neden olduğunu, kimin ne düşündüğünü, ne konuştuğunu anlamak mümkün değildir. Yani yalnızca ikinci el kaynaklardan 20. yüzyıl siyasetini araştırmak mümkün değildir. Tarihsel süreç, belgeler üzerinden değerlendirildiğinde çok farklı bir içerik sunmaktadır. Devletlerin çıkar çatışmaları, şirketlerin pay alma çabaları, devlet adamlarının gerçek görüşleri ancak birinci el kaynaklar vasıtasıyla anlaşılabilir.
Bu bağlamda birincil ve ikincil kaynakları genel olarak değerlendirebilir misiniz?
Bu konuda öncelikle mevcut literatürü anlamak açısından Batılı kaynaklara hâkim olmak büyük önem arz ediyor. Nitekim literatüre eleştirel yaklaşabilmek ancak ve ancak mevcudu iyi anlamakla mümkün olabilir. Dediğim gibi maalesef baskın literatürde Avrupa merkezci modernist bir yaklaşım hâkim. Ancak bu “modernci” anlatıya rağmen, mesela Balfour Deklarasyonu özelinde konuşmak gerekirse, arşivler bu anlatıyı yerle bir edecek ciddi bilgi ve belgeler barındırıyor. Bu hikâye bir taraftan yurtsuz Yahudilere yurt edindirme çabası gibi görünürken, madalyonun arka yüzünde büyük devletlerin girift ilişkileri, çıkar çatışmaları, devlet adamlarının ilginç düşünce ve davranışları bariz bir şekilde görülüyor. Dolayısıyla meseleye nereden baktığınız çok önemli. Şayet Avrupa merkezci yaklaşımın rüzgârına kapıldıysanız bu hazır paket bilgiye razı olabilirsiniz, ancak küçük bir soru ile başlayıp gerçekte ne olduğunun peşine düştüğünüzde bambaşka bir hikâyeyle karşılaşırsınız.
Orta Doğu çalışmalarında tarih ve uluslararası ilişkiler disiplinleri nasıl bir ilişki içinde olmalı? Sizce Orta Doğu çalışmalarında disiplinler arası ilişkilere yeterince önem veriliyor mu?
Tarih ve uluslararası ilişkiler disiplinleri birbirini tamamlayan iki çalışma sahası. Tarihteki somut örnekler, uluslararası ilişkiler disiplininin temel ayırt edici özelliklerinden olan teorilere zengin bir içerik sunuyor. Dünyada iki disiplini yan yana getirme çabalarının son dönemlerde arttığını söyleyebiliriz. Batı’da birçok üniversitede tarih ve uluslararası ilişkiler programları açılıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun uluslararası siyasete eklenmesi her ne kadar ihmal edilmiş olsa da Türkiye’de disiplinler arası çalışmaların artması bu ezberi bozuyor diyebiliriz.
Peki Osmanlı İmparatorluğu’yla ilgili disiplinler arası çalışmaların artmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dış politika analizi çerçevesinde bir tarih yaklaşımı, Osmanlı İmparatorluğu tarihi kapsamında pek fazla görülen bir durum değildir. Yani mesela II. Abdülhamid’in dış politika anlayışını sistematik bir yöntemle teorik düzeyde ele almak, bir yandan mevcut literatüre katkı sunacağı gibi imparatorluk tarihinin dünya tarihi içerisinde hak ettiği yeri alması açısından büyük önem arz etmektedir. Bu nedenle Osmanlı dönemine ait örnek çalışmaların çoğalması, Batı dışı uluslararası ilişkiler teorisine ve literatürüne büyük katkı sunacaktır.
Avrupa merkezli tarih anlatıları Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl ele alıyor? Sizce alışılagelen eğilimleri değiştirmek mümkün mü?
Maalesef ki dünyada baskın literatürde Osmanlı İmparatorluğu hak ettiği değeri bulamamıştır. Uzunca bir süre süper güç olarak uluslararası siyasetin ve Avrupa ittifak sistemlerinin belirleyici aktörü olsa da Osmanlı İmparatorluğu, modern tarih anlatılarında Avrupa merkezci yaklaşımın kurbanı olmuştur. Dolayısıyla tarih ve teorinin birbiriyle iletişim kurduğu çalışmalar, Osmanlı-Türk tarihi açısından büyük önem arz etmektedir. Orta Doğu açısından bakıldığında da durum benzerdir. Batıda “Modern Orta Doğu” diye anılan tarih yazımı, aslında Osmanlı/Türk imgesinin ötekileştirildiği bir yöntemle kaleme alınır. Dolayısıyla yaklaşık yüz yıldır varlık gösteren güçlü bir literatür karşısında bunu tersine çevirmek son derece zor olsa da alanda yapılacak çalışmalarla birlikte gelecekte çok daha iyi yerlere varmak mümkün görünüyor.
Söyleşi: Hacer Yeğin