İmdat Bey ile edebiyat dünyamızı konuştuk. Edebiyat tarihine yapmış olduğu çalışmalarla adını yazdırmış önemli edebiyatçılarımızdan bahsettik. İmdat Bey yazarlık sürecinden söz etti. Türk Edebiyatı Vakfı gibi tarihi ve edebi bir mekânda İmdat Bey ile röportaj yapmak çok kıymetli bir deneyimdi. İmdat Avşar Bey’e vakit ayırdığı için teşekkür ediyorum.
Kısaca kendinizden bahseder misiniz İmdat Bey?
1967’de Kırşehir’de doğdum. Bozkırın ortasında köylerde okudum daha sonra köy öğretmeni oldum. Müfettiş oldum. Anadolu’nun bozkırlarında otuz yılı aşkın görev yaptım ve daha sonra da emekli oldum. Yani kısaca kendimden bahsedersem böyle bir hayat yaşadım.
Yazarlık serüvenime ise küçük yaşlarda aslında şiirle, bazı hikâyelerle falan başladım ama uzun süre ben yazdıklarımı yayımlamadım. Belki de biraz cesaret bulamadım kendimde. O yüzden de bir yazar olarak edebiyat dünyasına geç geldiğimi söyleyebilirim ama şunu da söyleyebilirim ki iyi ki geç gelmişim çünkü yazdığım hiçbir eserden pişmanlık duymadım.
Eğer yirmili yaşlarda, otuzlu yaşlarda belki hevesle bir şeyler yazsaydım o yayımlanmış eserlerden belki de pişmanlık duyacaktım. O yüzden benim ilk hikâyem 40 yaşındayken yayımlandı ve bir usta eseri olarak değerlendirildi.
Bir usta hikâyecinin eseri olarak değerlendirildi. Oysa benim ilk hikâyemdi. Demek ki olgunlaşmak, pişmek gerekiyormuş ve önce dolmak sonra taşmak gerekiyormuş. Yıllardır kendi çocukluğumdan, kendi hayatımdan, öğrencilik öğretmenlik yıllarımdan gözlemlediğim, dinlediğim hadiselerden yola çıkarak hikâyeler kurguladım ve yazdım.
Bu yazdıklarım da edebiyat çevreleri tarafından ciddi değerlendirildi. Ciddi bir şekilde okundu, hakkında yazılar yazıldı, tezler yapıldı hikâyelerim hakkında. Böylelikle olgunluk çağında edebiyat dünyasına girmiş oldum ama zannediyorum güzel eserler verdim.
Yazmaya nasıl başladınız?
Yazı hayatı şöyle aslında benim çocukluğumdan itibaren bir şeyleri anlatmaya hevesli olduğumu düşünüyorum ben yani bunu yazı olarak kaleme almıyordum belki ama bir şeyi anlatma, bir şeyi daha geniş ifadeyle, bir kurguyla anlatma hevesi, isteği her zaman oldu bende.
O yüzden daha ilkokul yıllarında bile kompozisyon ödevlerinde ortaokulda falan iyi bir şeyler yazıyordum. Edebiyatım, Türkçem benim her zaman çok yüksek not aldığım derslerdi. Seviyordum. Tabii aileden gelen bir şey de var. Ailede ciddi bir edebiyat sevgisi, merakı vardı. Babam rahmetli ilgiliydi, abim edebiyat profesörüdür. Dolayısıyla onların etkisiyle evde bulunan kitaplar, o kitapları okumamız küçük yaşlarda başladı. Bu önemli bir fırsattı benim için. Dolayısıyla insan öğrendiği zaman, okuduğu zaman benzer şeyler yapmayı, yazmayı istiyor. Belki de bizi yazmaya iten en önemli sebeplerden biri buydu. Ben küçük yaşlardan itibaren kitaplarla tanışmak, okumak ve okuduğumuzdan kazandığımız şeyleri farklı gözlemlerle, farklı gözlerle yeni metinler hâline getirmek arzusuydu bizi belki de yazmaya sevk eden. Ben şöyle düşünüyorum: Ben uzun yıllar yazmadım ama hikâyelerimi hep gönlümde, kalbimde ve zihnimde biriktirdiğimi düşünüyorum. Yani benim hikâyelerim yazılmamış olsa bile kırk yaşına kadar hafızama kaydedilmiş yüzlerce hikâye vardı. Ben hafızama yıllardır yazmış olduğum hikâyelerden sadece kırk dört tanesini bu kitaplara aldım. Hâlâ zihnimde yazılmış ve yazılan, yazılmaya devam eden hikâyeler var. Onları da inşallah önümüzdeki dönemlerde fırsat buldukça yazacağım.
Şu an zihninizde projeler var mı?
Tabii yazmak bir hevestir yani daha doğrusu insanın bir derdi varsa, insanın anlatacağı bir meselesi varsa bunu yazar. Yani insanı iter bu duygu, bu düşünce. Sıkıntısı olmayan, derdi, kederi olmayan dert keder derken burada insanın hastalığı, derdi sadece kendine ait, insana ait dert değil topluma ait dertlerle de bir aydın sorumlu olabilir.
Kendini sorumlu hissedebilir. Yani çevrenize baktığınızda niye mesela bir çocuğun kıyafeti, ayakkabısı, bir kış gününde bakıyorsunuz tir tir titreyen bir çocuk ama öte yana baktığınızda mesela aynı tramvayın içerisinde ya da aynı şehrin aynı sokakların içerisinde adeta marka elbiseleriyle, kabanıyla gezen çocuğu da görüyorsunuz. Şimdi o garip olan çocuğun derdi aslında bir yazar olarak sizin derdinize dönüşüyor. Dolayısıyla görmüş olduğum bu adaletsizlikler, insanların çekmiş olduğu acılar, insanların vermiş olduğu yaşama kavgaları etkiliyor insanları ve biz insanı yazıyoruz zaten insanın problemlerini yazıyoruz. Dolayısıyla gördüğümüz, gözlemlediğimiz o problemler, o dertler hikâyeye dönüşüyor, kaleme geliyor, dile geliyor diyebiliriz.
Yani bir adamın yazması için derdi olması lazım. Bir yazarın problemi, derdi olması lazım.
Benim de bir sözüm vardır İmdat Bey, mutluluktan şiir çıkmaz derim.
Mutluluktan edebiyat çıkmaz. Güzel bir söz vardı son zamanlarda internette falan da meşhur oldu. “Konfordan başarı gelmez.” Konfordan başarı sağlanamaz yani insanların başarılı olabilmesi için hayatla biraz yüz yüze hayatın acımasızlığıyla karşılaşıp mücadele vermesi yaralanması gerekir daha doğrusu. Yaralanmayan bir insan hayat içerisinde yaşam kavgasıyla, geçim kavgasıyla, toplumun meseleleriyle insanların dertleriyle yaralanmayan insanların ürettiği metinler de bence çok sığ olur. Yani insanlara dokunmaz. Cemil Meriç güzel söyler aslında: “Yaşamak yaralanmaktır.” der. Eğer yaralanmıyorsanız yazamazsınız ya da yaralanmadan yazarsanız yazdıklarınızda bir samimiyet oluşmaz. O acıyı, o kederi, o sevdayı, o ayrılığı, o aşkı kendi kalbinizde duymadığınız sürece anlattığınız şeyler sığ bir metin olarak kalır.
O hâlde yarası olan yazar diyebilir miyiz?
İşte o yaralanmak bambaşka bir şeydir. Bazen yokluk kılıcıyla yaralanırsın, bazen gönül ağrısıyla yaralanırsın yani yaralanmanın çok farklı yönleri vardır. Metaforik bir şeydir yaralanmak.
Peki, yazmak sizin için neyi ifade ediyor?
İşte o ağrıyı, o derdi ifade etme anlamına geliyor. Yani insan eğer bir problemi, bir derdi, bir ağrıyı, bir ayrılığı, bir ölümü, insanın ruhunu daraltan, insanın ruhunun dengesini bozan, onu üzen, yaralayan, kanatan bir hadiseyi uzun süre zihninde taşıyamaz. Mesela insanların öyle problemleri vardır ki hiç kimseye diyemez. Öyle problemler vardır yakınındaki bir dost ile paylaşır ve acılarını dindirir kendisini anlayan bir insanla.
Ama öyle problemler, yaralar vardır ki bunları ancak kendisine itiraf edebilir. Dolayısıyla yazmak aslında kimselere diyemediğimiz, ifade edemediğimiz, dertleri, ağrıları, problemleri, metaforik bir dille, sembolik bir dille farklı kahramanlar, farklı insanlar aracılığıyla, farklı diyaloglarla anlatmaktır. Yazarın anlattıkları kendi yaşadıklarından çok da bağımsız değildir. Oradaki her kahraman aslında biraz da yazarın kendisidir. Dolayısıyla insanın bir problemin karşısında ruh dengesi sarsılır, bozulur ve insanın denge hâline gelmesi lazım. Dolayısıyla benim bu tip metinler oluşturmamın en önemli sonuçlarından biri de o problemi kendi ruhumda, kendi yüreğimde duyup dengesizlik hâlimi yazarak dengeli bir hâle getirmektir. Yani aslında o problemi eğer anlatıyorsam, başarılı bir şekilde ifade ediyorsam ben o problemin yarattığı dengesizlikten kurtuluyorum demektir.
Tabii bir hikâye yazmakla, üç hikâye yazmakla da o problemlerden kurtulmak mümkün değil çünkü her an bir hikâye ile karşı karşıyayız.
Her an bir acıyla, bir kederle, bir yarayla karşı karşıyayız. Dolayısıyla bir yazar dikkatiniz varsa eğer bir sanatçı sorumluluğunuz varsa çevrenizdeki hikâyeleri mutlaka görüyorsunuz yani ben her zaman söylüyorum. Diyorum ki aslında her insanın ömrü bir hikâyedir, her insan hayatı bir romandır ama insanlar bu hikâyeleri ve bu romanları çok büyük bir oranda yazarak dile getiremiyorlar. O romanı, o hikâyeyi yaşıyorlar ama o hikâyeyi ve romanı yazmak sınırlı sayıda insana nasip oluyor. Bunun için de bir sanatçı yaratılış gerekiyor yani bir anlatma istidadı, yeteneği gerekiyor. Bu da her insana verilmiyor ben öyle düşünüyorum. O yüzden toplumun tamamı, insanların tamamı bir roman, bir hikâye gibi hayatını yaşasa da bunları edebi şekilde dile getiremiyor. Dolayısıyla biz aslında kendi hayat hikâyelerimizle, kendi romanımızla çok büyük bir romanın içerisinden geçiyoruz yani hayatın içerisinden geçiyoruz. O hayatın içerisinde çok farklı romanlarla, hikâyelerle yani insanlarla, insan hikâyeleriyle karşılaşıyoruz. Olgu ve olaylarla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla bir yazar sorumluluğu, bir yazar dikkati, sanatçı dikkati varsa o hikâyelere temas edebiliyoruz. Çoğu o hayatın içinden geçerken bir sanatçının, yazarın gördüğü hikâyeyi görse de onun bir hikâye olduğunun farkında olmuyor. Eğer öyle bir duyarlılık, öyle bir gözleme yeteneği varsa, öyle bir istidat var ise siz o hikâyelere temas edebiliyorsunuz. O hikâye sizi tutuyor. Siz o hikâyeyi görüyorsunuz. Pek çok insan herhangi bir meseleyi izler mesela bir videoyu, bir filmi, bir tabiatın herhangi bir şeyini, görüntüsünü, bir ırmağın akışını ya da dinlediği bir türkü olabilir bu. Bunları dinler, duyar, görür tüm insanlar ama her insanda bu aynı etkiyi yaratmaz. Dolayısıyla yazarlarda, sanatçı yaratılışta bir etki bırakır ve biz onu farklı bir gözle görürüz. Farklı bir bakış açısıyla görürüz ve onu farklı bir gözle, farklı bir dille anlatırız okuyucuya. Sanatçılık da bu olsa gerek.
Bu nasıl oluyor? Yani bu içeriden gelen bir ilham mıdır, nasıl yazılıyor?
Yazarlık veya sanatçılık için Tanrı’nın bahşettiği bir yeteneğin olması lazım yani Tanrı sana söz söyleme istidadı vermişse bir olayı, hadiseyi anlatma, kaleme alma, ifade etme yeteneği vermişse oluyor. İlk önce o ama tabii sadece yetenek yeterli mi elbette değil. Bunun birtakım verilerle de dolması lazım. Mesela, iyi bir gözlem yeteneği verilmiştir, iyi bir hafıza verilmiştir. Olaylara, olgulara farklı bir gözle bakma, farklı cümlelerle, farklı bir dille ifade etme yeteneği olabilir ama bu yeteneğin gelişmesi lazım. Onun için de sözlü kaynaklardan çok iyi beslenmek lazım yani buna folklorik unsurlar diyoruz. Zengin bir çocukluk döneminin yaşanmış olması lazım yine bana göre yani olaylarla, hadiselerle, acılar, yokluklar, savaşlar…
Bunların hepsini katabilirsiniz. Böyle bir çocukluk dönemi, böyle bir zengin yaşanmışlık, hadiseleri, bir de sizden öncekilerin ne yazdıklarını da bilmek lazım, okumak lazım. Bu üçü bir araya geldiğinde insan ciddi bir yazar olabilir. Yani dediğim gibi bir yetenek, iki zengin malzemeler sunulmuş bir hayatı yaşamış olmak, gözlemler, insanlarla temas, hikâyelerle temas ve sizden önceki yazılanları, edebiyatın okunması bu konuda bir birikime sahip olmak gerekir.
Peki, yazmak eylemi için birikimin dolup taşması diyebilir miyiz?
Mevlânâ’nın güzel bir sözü var. Der ki Mevlânâ: “Testi dolmadan taşmaz.” Yani önce testinin dolması gerekir. Dolayısıyla biz o çeşmeyi, testiyi dolduran çeşmeyi işte o yaşanmışlıklar, hadiseler, tanık olduğumuz olaylar, insanlar ve sözlü ve yazılı metinler olarak değerlendirebiliriz. Bütün bunlardan beslendiğinizde, testi dolduğunda artık o birikim mutlaka taşacaktır. Yazacaksınız, anlatacaksınız, farklı bir şey söyleyeceksiniz. Söylemeniz gerekir çünkü duramazsınız. Eğer dolmuşsanız mutlaka taşacaksınızdır.
Varsayalım ki bizim yazmaya yeteneğimiz var ve biz hiç denemedik. Denemeden bu yeteneği ortaya çıkarabilir miyiz?
Denemeden o yetenek ortaya çıkmaz. Denemek lazım. Yani belki ilk denemelerde başarısız olabilirsiniz. Bunun tekniği de var. Anlatma teknikleri var, tarzları var yani hikâye anlatma biçimleri var. Teknik bilgi, edebi bilgi de gerekir bunun için. Siz kendiniz karar veremezsiniz ama tabii burada yetenek var mı yok mu ancak bir eser, bir hikâye, bir yazı, bir metin ortaya koyarsınız ve ortaya koyduğunuz metin diğerleri tarafından böyle değerlendirebilir. Siz kendinizi çok yetenekli görebilirsiniz ama baktığınızda aslında öyle bir yeteneğin olmadığı da anlaşılabilir. Çünkü yazma hevesinde olan çok insan var.
Burada mesela “Bitmeyen Roman” hikâyesi var, okumuşsunuzdur. “Bitmeyen Roman” hikâyesinde ben bu konu üzerinde durdum. Mesela yazma heveskârı, yazmak, kitap yayımlamak falan öyle heveskârları çok fazla görüyoruz etrafımızda. Büyük bir hevesle atılıyor. Bir kitap, iki kitap… Bir bakıyorsunuz yani ortada bir şey yok. Kitapta bir şey yok. Dolayısıyla bir metnin orijinal, bir metnin özgün, güzel olması için bir yazarın dile ve üsluba sahip olması gerekir. Sizi sürükleyip götürmesi lazım yazarın. Ama okuduğunuz metin sürekli sizi aksatıyorsa, geriye dönüp bakıyorsanız, ilerlemiyorsa, hayalinizde bir şeyler canlandırmıyorsa, sizi anlattığı dünyaya götüremiyorsa o sığ bir metindir. Ben beş, on sayfa okuduktan sonra bırakırım o kitabı; çünkü beni bir yere taşımıyor, beni bir yere götürmüyor o dil, o üslup. Aslına bakarsanız dünya edebiyatına genel olarak baktığınızda yazarların aynı şeyleri anlattığını görürsünüz. Yani savaşı anlatırlar, aşkı anlatırlar, ölümü anlatırlar, ayrılığı anlatırlar. Yani hemen hemen herkes bunları anlatır ama edebi metni farklı kılan yazarın dili ve üslubudur. Yazarın sizi götürdüğü dünyadır. Edebiyatın ham maddesi dildir. Dili ne kadar iyi kullanırsanız ne kadar iyi işlerseniz dilin kudretiyle okuyucuyu peşinizden sürükleyebilirsiniz. Ona da üslup diyoruz.
“Bitmeyen Roman” adlı hikâyenizde bir yandan Mevlânâ’dan bir yandan da postmodern edebiyattan bahsediyorsunuz. Bu hikâyenizde postmodern edebiyata karşı bir eleştiri söz konusu mudur?
Bana göre postmodern edebiyat, anlatmama üzerine kurulu bir edebiyat. Neyi anlatacaksınız, neyi yazıyorsunuz diye bir soru soruyorum ben mesela bu tür metinlerde. Yazar yazdı, ortaya koydu. Farklı anlamlar çıkaracak insanlar… Her okuyan başka bir şekilde anlayacak falan… ben bunlara pek inanmıyorum. Dolayısıyla bir insan anlatabileceği bir şeyi anlatmalı, neyi anlatıyorsa onu anlatmalıdır. O hikâyenin, romanın evrenine girip onun evrensel dilini yani o evrenin dilini yakalayarak bir hikâyeyi ya da romanı sonlandırmak gerekir. Anlatmama üzerine kurulu bir metni ben niye okuyayım ki. “Bitmeyen Roman” hikâyesinde postmodern edebiyata ya da postmodern anlatı tarzına karşı birtakım şeyler var tabii. İronik yaklaşımlar var. Öte yandan yine mesela son dönemlerde insanlar oturup Yunus Emre ile ilgili roman yazıyorlar. Bir bakıyorsunuz elli tane Yunus Emre romanı var. Mesela elli tane Mevlânâ romanı var. Bu romanlara baktığınızda konu hep aynı. Yunus Emre romanlarına bakıyorsunuz Hacı Bektaş Dergâhına gidiyor ve buğday istiyor. Mesela Mantıku’t Tayr kitabını alıyorsunuz, esasında başka bir şeye götürüyor.
Burada yazar yaratıcılığından bahsetmek bana göre mümkün değil. Biz yaratıcıysak eğer onların daha önce yazmış olduğu klasik metinleri yapı bozumuna uğratarak kendi romanlarımıza alet etmemeliyiz. Metinlerarası ilişki mutlaka olur, kurulur o ayrı şeydir ama ben diyorum ki Yunus Emre’nin, Şemsi’n, Mevlânâ’nın bunların kesesinden üreterek yazar olunmaz. O metin sözünü söylemiş. Dolayısıyla yazar bugünün insanına bakmalı ve onun üzerinden metinler üretmeli. “Bitmeyen Roman” hikâyesinde de bu tip anlayışları ironik bir şekilde eleştiriyorum. Çok da komik oldu, beğenildi.
Takdir ettiğiniz, örnek aldığınız, kaleminize yön veren edebiyatçılar var mıdır? Bu edebiyatçılar kimlerdir?
Beni en çok etkileyen hikâyeciler bir: Ömer Seyfettin, iki: Cengiz Aytmatov diyebilirim. Onların benim üzerimde çok ciddi etkileri vardır. Çok severim, çok beğenirim. Tabii edebiyatımızın çok ciddi hikâyecileri var hepsinin yeri ayrıdır ama bu iki isim benim için çok önemlidir.
Türk edebiyatında en çok hangi kitaplardan etkilendiniz?
Türk edebiyatında etkilendiğimiz pek çok hikâye, roman vardır yani ben genel olarak Türk edebiyatı denildiğinde Türk dünyası edebiyatını da düşünürüm. Mesela romanlardan Milli Mücadele dönemi romanları beni ciddi şekilde etkilemiştir. Halide Edip Adıvar’ın, Yakup Kadri’nin romanları beni ciddi şekilde etkilemiştir. Sabahattin Ali, Memduh Şevket Esendal, Refik Halit Karay ismini şimdi hatırlayamadığım pek çok yazar, şair beni etkilemiştir.
Cengiz Dağcı, Cengiz Aytmatov, Azerbaycanlı yazar Anar bunlar da çok beğendiğim yazarlardır. Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” kitabı üzerinde saatlerce konuşulacak bir romandır. Klasik eserlerimiz bizim testimizi dolduran, bizi besleyen kaynaklardır.
Hikâyelerinizde şiirsel bir dil var. Şiirlerinizi okuyoruz, gözümüzün önünde hikâyeleriniz canlanıyor. Siz yazarken hatıralarınızdan mı besleniyorsunuz?
Ben edebiyata şiirle geldim. Önceleri şiir yazıyordum. Çok iyi bir şiir okuyucusuydum. Ezberimde şiirler vardır. Severdim şiirleri. Necip Fazıl’ı da okuyordum, Nazım Hikmet’i de okuyordum. Bahattin Karakoç’u da okuyordum. Ataol Behramoğlu’nu da okuyordum. Diğer farklı şairleri de okuyordum.
İyi bir türkü dinleyicisiyimdir. Halk edebiyatını da çok severim. Dertli’yi, Karacaoğlan’ı halk edebiyatının da neredeyse bütün şairlerini okumuşumdur, dinlemişimdir. Bunlar aslında bir yazarı besleyen çok önemli kaynaklardır. Şiirle uğraşmak, insana çok ciddi bir ifade gücü kazandırıyor.
Folklor da bunlardan biridir. Halk edebiyatı muhteşem bir ifade gücü kazandırıyor. Ben o şiirlerdeki dil hassasiyetini, şiirlerdeki anlatım inceliğini nesre taşıdığımı söyleyebilirim.
O yüzden de pek çok insan benim hikâyelerimin şiirsel dilinden bahsediyor. Hatta hikâyelerimin bazı bölümlerinin şiir olduğunu söyleyenler var. Mesela “Güvercin Sevdası” adlı kitabımda “Sarı bir eylüldü. Yağmurun çürüttüğü bir yeşilin üstünden geçiyorduk.” Bu mısraları şiir cümleleri olarak değerlendiriyorlar. Ben bu mısraları metni hareketlendiren, okuyucuyu düşünmeye sevk eden cümleler olarak değerlendiriyorum.
Yazarken asıl niyetiniz okuyucuyu güldürerek düşündürmek mi yoksa sade insanlar vasıtasıyla yurdunuzu anlatmak mı?
Ben metne odaklanan bir yazarım. Benim kafamda, düşüncemde okuyucuya şu mesajı vereyim, okuyucuyu şöyle yönlendireyim diye bir düşünce yok. Metin verir, benim söylemek istediklerimi. Metin anlatır kendini. Metinde ne varsa odur. İroni vardır kahkahayla gülersiniz, keder vardır belki üzülüp ağlarsınız. Orada tamamen tarafsız, objektif bir anlatıcı vardır. Metinde ne vermek istiyorsa metin aracılığıyla verir. Yazarın da öyle olması gerekiyor.
Yani siz sadece yaşadıklarınızı anlatmak istiyorsunuz öyle mi?
Ben realist bir yazarım. Gerçek hadiselerden yola çıkarak kurguluyorum hikâyelerimi ve benim hikâyelerimde %99’u yaşanmış, gözlenmiş, duyulmuş gerçek hadiseler vardır. O gerçek hadiseler üzerine kurguladığım metinlerdir, benim hikâyelerim. Hayatın bir kesitidir, bir parçasıdır. İlginçtir benim hikâye kahramanlarımın pek çoğu. Gerçek adlarıyla yer alırlar hikâyelerimde ve bu kahramanların pek çoğu da halen hayattadır. Mesela, “Hamdi Kirpi” hikâyesindeki Hamdi, onun kızı Bağdat, onun oğlu Alper yaşıyorlar. Mesela “Muhterem” hikâyesindeki zurnacı çocuklar, Muhterem yaşıyor.
Çeviriler yapıyorsunuz. Türk edebiyatının yanı sıra Türk dünyası edebiyatıyla ilgileniyorsunuz. Peki, karşılaştırmalı edebiyat alanında çalışmalarınız var mı? Örneğin, Türk edebiyatındaki bir edebi metin ile Azerbaycan edebiyatındaki bir metni kıyaslayıp değerlendiriyor musunuz?
Konferanslarda, seminerlerde bazı şeyleri karşılaştırma yapıyoruz ama karşılaştırmalı edebiyat mesela Azerbaycan edebiyatı; hangi dönemler, Türk edebiyatında nedir benzerlikler, farklılıklar kıyaslanıyor. Bilimsel çerçevede yapmıyoruz. Karşılaştırmalı edebiyat çok geniş bir alandır. Bu ilim adamlarının işidir. Biz sanatçı kişileriz.
Başarılı ve çok yönlü bir yazar olarak bizim gibi yazmaya gönül vermiş edebiyatla ilgilenen kişilere neler tavsiye edersiniz?
Birincisi, bol bol okuyun. İkincisi, yazma denemelerine başlayın ve yazın. Olmadı bir daha yazın. Önce farklı yazarları okuyup daha sonra yazın.
Sizce bir edebiyatçı kendini nasıl yetiştirmeli?
Edebiyatçı kendinden öncekiler ne yapmış ne yazmış okumalı, birikime sahip olmalı. Ciddi bir okuma yapması lazım. Okumadan sonra iyi bir birikim olacak ondan sonra taşmaya başlayacak.
Türk Edebiyatı Vakfı’nda çalışmaya başlamanız nasıl oldu?
Türk Edebiyatı Dergisi’ni çocukluğumdan beri takip ediyordum. Daha önce de farklı dergilerde çalıştım. Mesela Kardeş Kalemler Dergisi’nde çalıştım. Türk dünyasıyla ilgili ciddi tecrübelerim, çevirilerim vardı. Burası da Türk Dünyası ile ilgili bir kurum. Benim bu çalışmalarımdan haberdar idi. Davet ettiler, geldim. Faaliyetlere destek olmaya çalıştık. Çalışmaya başladım. Derginin genel yayın yönetmeni oldum ve şimdi dergiyi yönetiyoruz. Türk Edebiyatı Dergisi, bizim için vazgeçilmez önemli bir görev. Bu derginin kurucusu Ahmet Kabaklı gibi çok büyük bir zat ve biz bugün 51. Yılına devam eden yayın hayatına bu dergiyi devam ettiriyoruz.
Türk Edebiyatı Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni olarak Türk Edebiyatı Dergisi’nin genel bir değerlendirmesini yapar mısınız?
Türk Edebiyatı Dergisi, Cumhuriyet tarihinin bana göre en önemli burçlarından, kalelerinden birisidir. 50 yıllık geçmişine baktığınızda bu derginin vermiş olduğu bir mücadele var. Dil mücadelesi var, edebiyat mücadelesi var. Milli ve manevi değerlere bağlı, kendi köklerimizden beslenmeye yönelik faaliyetler, yetiştirdiği şairler, yazarlar… Yani Türkiye belli ideolojik dönemlerden geçmiştir. Sağ-sol veya İslamcı görüşlerden gelen insanlar farklı ideolojilere uygun dergiler çıkarmışlardır.
Bu noktada Türk Edebiyatı Dergisi de bütün sağ camianın kabul ettiği ve pek çok yazarın, şairin boy gösterdiği, onlara zemin hazırlayan çok önemli bir dergidir. Türkiye’nin kültür ve fikir hayatında çok önemli roller oynamış bir dergidir Türk Edebiyatı Dergisi.
Mutlaka okunmalı dediğiniz kitaplar ve dergiler nelerdir? Öneride bulunabilir misiniz?
Dergilerden bazılarını takip etmek gerekir. Dergiler, günümüz edebiyatına dahil şeylerdir. Gündemi oluşturan edebiyat hadiseleri, yazılar, romanlarla ilgili değerlendirmeler falan yer almaktadır. O yüzden birkaç dergiyi takip etmekte fayda var. Türk Edebiyatı Dergisi’ni takip edebilirsiniz. Şu anda pek çok dergiler çıkıyor. Mesela Yozgat’ta bir dergi çıkıyor “Çare Dergisi” gayet güzel bir dergi. Anadolu’nun pek çok yerinde çıkan dergiler var. Mesela hikâye ile ilgileniyorsanız “Hece Öykü Dergisi” var. Takip edersiniz.
Türk edebiyatını bütünüyle okumanızı tavsiye ederim ama tabii her yazarı aynı derecede değil. Sevdiğiniz yazarların bütün külliyatını okuyun. Mesela bir yazarı beğendiniz, külliyatını okuyun. Örneğin İskender Pala’nın bir romanını okudunuz hoşunuza gitti diğer romanlarını da okursunuz.
Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim İmdat Bey.
Ben teşekkür ederim Tuğba Hanım.
İmdat Avşar kimdir?
İmdat Avşar, 5 Mayıs 1967 tarihinde Kırşehir’e bağlı Kaman’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Kaman’da tamamladı. 1989 yılında Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Yüksekokulundan mezun olarak öğretmenliğe başladı. Malatya ve Erzurum illerinde bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra 1993-1997 yılları arasında tekrar tahsil hayatına döndü.
İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Yöneticiliği ve Deneticiliği anabilim dalından mezun olduktan sonra 1999 yılında Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Yüksek Lisansını tamamladı ve aynı yıl Iğdır iline maarif müfettişi olarak atandı. 2000 yılında Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde doktora öğrenimine başladı ancak farklı sebeplerle doktora öğrenimine devam edemedi. Halen Türk Edebiyatı Vakfı’nda görev yapmaktadır. Türk Edebiyatı Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenidir.
İmdat Avşar’ın 2007 yılından bu yana yazdığı şiir ve hikâyeleri, Türkiye’de Türk Edebiyatı, Kardeş Kalemler, Herfene, Köroğlu, Sancaktar, Gökbayrak, Bizim Külliye, Berceste, Şehriyar, Kün Edebiyat, Kümbetaltı, Agora, Çıngı, Alatoo gibi dergilerde yayımlandı. Türk lehçelerine çevrilen şiir ve hikâyeleri, Kardeşlik (Kerkük), Bayrak (Bağdat) Ulduz, Azerbaycan Edebiyatı, Edebiyat Gazetesi, Literaturniya Azerbaycan (Azerbaycan) Kırgız Edebiyatı, Cangı Alatoo (Kırgızistan) Ümit Kervanı, Nenkecan (Kırım), Ağidil (Başkurtistan), Türkçe’m (Kosova), Turnalar (Kuzey Kıbrıs) gibi dergilerde yayımlandı. Türk lehçelerinden hikâye ve şiir çevirileri de yapan İmdat Avşar’ın bu çevirileri Türkiye’deki önemli edebiyat dergilerinde yayımlanmaktadır. Türk lehçelerinden çevirerek yayımladığı yüzden fazla eser vardır.
Yayımlanmış Eserleri: Çiğdemleri Solan Bozkır (2009), Evliya Çelebi’nin İzinde Azerbaycan (2011), Soğuk Rüya (2012), Karabağ Hikâyeleri Antolojisi (2015), Güvercin Sevdası (2021).