İbrahim Al Jabin: “Suriye’de İsrail'e düşman görünen ancak aslında içerik ve uygulamada politikalarını destekleyen bir sistem oluşturulmuştur.”

"Türk aydınının görevi yalnızca 'duygusal turizmi' ve Suriye trajedisini izlemek değildir. Aksine uzun, kesintili bir aradan sonra ilerlemeli ve yüzünü Suriyeli komşularına çevirmelidir. Böylece musibet; yaratıcı, ilham verici, ortak bir eyleme dönüşür." Peren Birsaygılı Mut’un “Şamlı Bir Yahudi’nin Günlüğü” romanının yazarı İbrahim Al Jabin’le röportajı.

İbrahim Al Jabin: “Suriye’de İsrail'e düşman görünen ancak aslında içerik ve uygulamada politikalarını destekleyen bir sistem oluşturulmuştur.”

“Şam'dan Roma, Paris, Münih, Viyana, Belgrad, Budapeşte, Sofya ve İstanbul’a; Fahri Al-Baroudi'nin Avrupa Yolculuğu" isimli kitabıyla 2020 senesinde İbn Battuta Seyahat Edebiyatı Ödülü’nü kazanan Suriyeli yazar İbrahim Al Jabin, sadece seyahat edebiyatı değil, roman ve şiir dallarında da çok sayıda kitaba sahip. Güçlü tarihsel arka planı ile dikkat çeken ve yayınlandığı 2007 senesinde Suriye rejimi tarafından yasaklanan “Şamlı Bir Yahudi’nin Günlüğü”  kısa bir süre önce Türkçe’ye tercüme edildi.

İlk kez yazmaya ne zaman başladınız? Çocukluk günlerinizin yazar oluşunuz üzerindeki etkisinden bahsedebilir miyiz biraz?

Yazmak, ilk başlarda üzerine çok fazla düşündüğüm bir konu değildi. Gençlik yıllarında çektiğim yoksunluk hâlinin telafisi için başlarda resme yönelmiştim aslında. Zira o zamanlar hissettiğim görsel bir yoksunluktu. Ruhum resme bağlıydı ve resim ailemizde çok saygı gören bir sanat dalıydı. Dünyayı, Salvador Dali'nin tabloları gibi görüyordum ve odamda yalnız kaldığım uzun yıllar boyunca, zamanımı boyalarımla resim ve eskizler çizerek geçirdim ama ressam olarak hayatıma devam edemedim. Bu yüzden de düşüncelerimi kelimelere dökmeye başladım. Belki kendimi resme daha fazla adayabilirdim ama yazmanın getirdiği gerilim ve kaygının, benim için resimde ifade edildiğinden daha heyecanlı dünyalar yarattığını keşfettikten sonra resmi bıraktım. Böylece gençliğimden beri yazıyorum ve aynı zamanda gelmeyecek olan ânı çizmek için bekliyorum. Kesinlikle geleceğine dair inancımı koruyarak…

Doğdunuz şehir Şam’ın tarihsel olarak ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu biliyoruz. Şam aynı zamanda Arap dünyasının en önemli kültür başkentlerinden birisiydi. İşgalcilerin de ilk hedeflerinden. Bu büyük mirasın kaleminiz üzerinde çok önemli bir etkisi olduğunu biliyorum. Şehrinize dair en büyük esin kaynağınız ve sizi en çok heyecanlandıran şeyler nelerdi?

Aslında iki kez doğdum denilebilir. İlki; Suriye-Türkiye sınırında, Nusaybin'in Kamışlı adlı kardeş şehrinde, ikincisi Şam'da. İlkinde, Türkiye'nin Toros Dağları'na açılan Kuzey Suriye sınırında gökyüzünü izliyordum ve geceleri, hala kulaklarımda çınlayan müzikler eşliğinde, Türk şarkıcıların sınırı aşan seslerini duyabiliyordum.

Şam'da ise kendimi yeniden tanıdım ve burası benim doğduğum yer, ebedi ilham kaynağım ve masalsı evim oldu. Sadece en önemli Arap kültür başkentlerinden biri olduğu için değil, Doğu başta olmak üzere tüm medeniyetleri özetlediği için de Şam'da yaşayan herkes sadece Şam'ın çocuğu değil, burada yaşamış tüm kültürlerin torunudur. Ve Şam’ın hem merkezi hem de çevresi, söylediğin gibi işgalcilerin tarih boyunca ve günümüzde en önemli hedeflerinden biridir. Her metrekaresinde pek çok sır ve hikaye saklıdır. Öte yandan, kendisini meçhul ve esrarengiz bir hazine olarak gören herkesi heyecanlandırmıştır. Büyük İskender’in fethiyle birlikte gelenlerden tutun da Endülüs Medeniyeti’ne değin büyük bir aşkla peşine düşülmüştür.

Bana olan da buydu. Şam, beni New York ya da Parisli birisinin şehriyle ilişkisinde görülebileceği gibi sadece bir yer olarak heyecanlandırmıyordu. Başta İstanbul olmak üzere, dünyadaki pek çok şehrin anasıydı. Bağdat ve Kahire, Şam’dan intikam almak için ortaya çıkan iki şehir olmasına rağmen, İstanbul ilhamını buradan alıyordu. Bağdat büyük bir toprak kırsalıdır ve Kahire ise modern bir şehirdir. Oysa Şam'ın sertliği eşsizdir. Toprağın, taşın, yasemin çiçeklerinin, kıvrımlı patikaların ve yeraltının yedi katmanının enerjisi, bu şehre bağlanma dürtüsünü kışkırtır. Burası sıradan bir şehir değildir. Yani tüm hikayelerim Şam ve onun hakkında dönüyor. Yine de kahramanlarım kendi alanlarına sahiptirler çünkü burası dar bir hapishane değil, geniş bir boşluktur.

Ünlü bir Türk romancımız vardır; Ahmet Hamdi Tanpınar. Der ki; “Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabrederseniz herşey ayağınıza geri gelir.” Siz Şark’ı birkaç cümle ile tarif edecek olsanız ne söylerdiniz?

Doğu'da sizden hiçbir şeyin kaybolmadığını söyleyeceğim, çünkü her şey aslında size giden yolu biliyor. Bekleme fikrine katılmıyorum, hareket bence daha doğru bir cevap. Doğu'da bir tasavvuf kuralımız var, onunla ilgisi yokmuş gibi duran bir şey yaptığınızda bir mucize olur, salihlerin haysiyeti gibi. Yani adeta bazalt bir heykel gibi durağan olmanıza gerek yok. “Şüphesiz hiçbir insana kendi emeğinden başkası verilecek değildir.” diyen bir Kuran ayeti vardır. Demek ki Doğu'daki öncüller sonuca götüren şeyler değil, Doğu'nun kendi gizli denklemleri var ve onlara göre çalışıyor ve tarihin işleyişine göre hareket ediyor.

Taha Turfullu tarafından Türkçeye tercüme edilen romanınızın ismi "Şamlı Bir Yahudi'nin Günlüğü". Siyonistler tarafından yapılan Anti-semitizm suçlaması, Arapların karşılaştığı başlıca suçlamalardan birisi. İlk olarak mademki Arap ulusları da Nuh Peygamber’in en büyük torunu Şem (Shem)’in soyundan gelmekteler, onlar da Semitik değil midir? Siz Yahudilerin Suriye halkının kaderi üzerinde nasıl bir etkiye sahip olduğunu düşünüyorsunuz?

Şamlı Bir Yahudi'nin Günlüğü'nde, nüfusun doğal bir parçasını oluşturan Doğu Yahudilerinin, hayatımızdaki en tehlikeli ve en önemli yasak konularından birine değinmeye çalıştım. Siyonist proje kapsamında dünyanın dört bir yanından getirilen Yahudi yerleşimcileri kastetmiyorum. Daha ziyade, Doğu'da mezhepsel ve ırkçı çatlakların başlamasından önce zamanı geri almaktan bahsediyorum. Ayrıca her zaman olduğu gibi Şam'da da romancıların olay ve sahne kahramanlıklarında, insan mekâna ortak olur. Kendi adıma bu Yahudileri, Suriye, Irak, Mısır, Türkiye ve Yemen'deki topraklarından sürülerek yerlerinden edilen ve yeni bir yere yerleşen Doğu'nun diğer sakinleri, Müslüman ve Hristiyanlar gibi kurbanlar olarak görüyorum. Ülkem Suriye'de olanlarla ilgili İsrail’in sorumluluğuna gelince, ben “Doğu’nun Gözü’nde”, 50’li yılların sonunda Suriye konusunda üzerinde çalışılan projelerden birinin başarıya ulaştığı ana geri dönüyorum. Başarılı olan İsrail projesiydi. Suriye’de İsrail'e düşman görünen ancak aslında içerik ve uygulamada politikalarını destekleyen bir sistem oluşturulmuştur. Suriye'nin sosyal yapısını yok eden, ekonomisini tahrip eden ve tarihsel bağlamını ve onu karakterize eden eşsiz kültürel oluşumu bozan bir siyasi, sosyal ve güvenlik sistemidir bu. İsrail projesi veya İsrail'in Suriye'deki rejim vizyonu, şimdi yine milyonlarca insanı yerinden eden, şehirleri bombalayan, kırsal alanları harap eden ve insanları kimyasal silahlarla vuran Beşar Esad'ı koruyor.

Suriye halkı bugün tarihin gördüğü en büyük trajedilerinden birinin kurbanı olarak karşımıza çıkıyor. Suriyeli yazarların çoğunun sürgünde yaşadığını biliyoruz. Sizce bu yazarlar, Suriye’de yaşanan trajediyi dünyaya duyurma konusunda yeterli güce sahip mi? Ve özellikle son 10 yılda üretilen edebi eserleri nasıl buluyorsunuz?

2011 yılında Suriye bölündü, ancak bu bölünme siyasi, mezhepsel ve etnik bir bölünme değil, daha çok bilgi düzeyinde bir bölünmeydi aslında. Bilgi ve bilinç düzeylerinin yüksekliği, Suriye halkının büyük bir bölümünün zorba yönetim altında yaşamalarını engellemiştir. Diğer bir kısmı ise, kanlı yönetimle kurnazca yöntemler ve akıllıca ilişkililer kurularak, işlerin yürütülebileceğini düşünüyordu. Her iki düşüncenin de taraftarı yazarlar ve sanatçılar vardı ve iki taraf da son yıllarda üretime devam ediyor. Ancak tarafların sanatsal üretimine nasıl bakmalıyız? Dolambaçlı edebiyatın ürettiği muhtelif ilkel eserler bu çağa uymuyor. Bu zihniyet sahipleri hala diktatör başkanı, zalim bir paşa, bir köydeki zorba bir ağa şeklinde sembolize etme, tasvir etme eğilimindedirler. Bu, okuyucunun bilincini tahfif etmedir. Buna karşılık zorbalığı reddeden yazarların büyük bir kısmı, bağlı kalınması gereken mesajın; diktatörlüğün suçlarını ifşa etmek, devamlı bir şekilde muhalefeti dile getirmek ve Suriye halkının trajedisini resmetmek olduğuna inanıyordu. Burada yeniden gündeme getirilmesi gereken, yaratıcı bir düşüncenin ve aklı kalıpların dışında kullanmanın teşvik edilmesi. İnsanların ulaştıkları noktaya nasıl ulaştıklarını bilmeleri için önceden hakkında konuşulmamış olgulara geri dönülmesi gerekir. İyi girişimler mevcut ancak kanaatimce siyasi yönlendirici kalıpların dışına çıkamadılar. Bu, bir sorun, çünkü edebi ürün bilinci yönlendirir. Kamuoyu sadece siyasilerin söylemleri ve sloganlarla oluşturulmaz. İyi haber şu ki bir hareket var ve edebi üretim alanında çalışmalar devam ediyor. Bu, başlı başına bölgenin ve Suriye’nin tarihindeki bu önemli aşamada etkili ve önemli eserlerin ortaya çıkması, önemli referanslara dönüşmesi için iyi bir iklimdir.

Levant kültürleri arasındaki büyük örtüşme, son 100 yılda, bir tür parçalanma ve kırılmaya maruz kaldı. Ve bu kültürler arasındaki, özellikle Türk ve Suriye Arap edebiyatı arasındaki mesafe ne yazık ki, uzun yollar boyunca birbirinden uzaklaşmıştır. Avrupa ve Arap edebiyatları arasında da aynı şey geçerli mi? Her ne kadar iki kültür doğrudan temas halinde olsa da... Romanlarınızda sürekli İstanbul'dan, Şam'daki Türk mimarisinin sırlarından ve maneviyatla ilişkisinden bahsediyorsunuz. Lütfen bize bundan bahseder misiniz?

Evet, birinin laik kimliğini koruma diğerinin bu laikliğin diğer kültürü üzerindeki etkisinden korkma bahanesiyle Suriye kültürü ile Türkiye kültürü kasıtlı bir kopuşa maruz bırakıldı. Fiilen Türk edebiyat sahnesinde olup bitenler, ortak sınırları 900 kilometreyi aşan komşu bir ülkede yaşayan okuyucunun ulaşamayacağı bir hale geldi. Oysa başka toplumlardan çok daha fazla iki toplum arasında ortak gelenekler, kelimeler ve tarih var. Suriyelileri Türkiye'den, Türkleri Suriye'den izole etmek, bölge üzerinde uluslararası hegemonya anlayışının bir parçasıydı ve aynı zamanda iki yakada, Suriye ve Türkiye'de hükmeden zorba yönetimlerin gerekliliklerinden biriydi. Son on yılda Türkiye'deki milyonlarca Suriyeli mülteci ve Türkiye'nin Suriye sahnesindeki rolü, Türk ve Suriye kültürlerinin dosyasını yeniden gündeme getirdi. Türkiye'ye gittiğimizde Türkler “Şam Şerif'ten geliyorsunuz”, Suriye’ye döndüğümüzde ise yaşlılar, “Celaleddin el-Rumi’nin memleketinden ya da İstanbul sokaklarından, Ayasofya'dan veya Fırat kaynağından geliyorsunuz." diyerek omuzlarımızı okşardı. Birkaç gün önce dedemin konuşmasında kullandığı Türkçe kelimeleri yazmıştım. Babası Osmanlı kadısıydı ve bizim ailemizde dedelerimizden Osmanlı ordusunda kıdemli subaylar vardı. Bu büyük etkileşim, 20. yüzyılda ne yazık ki sadece Nazım Hikmet’in şiirleri, Aziz Nesin’in hikayeleri ve Yılmaz Güney'in ünlü filmi "Yol"la sınırlı kalmıştır. Ancak artık işler yavaş yavaş değişiyor. Her iki taraf da,  üzerlerinde aslında büyük bir etki bırakacak etkileşime girmeye başlayacak inşallah.

Geçtiğimiz on yıl boyunca, biri özgürlük ve demokrasi talep eden ve devrimlere eşlik eden, diğeri ise tiranlıkla ve hakim rejimlerle ilişkisinin ona sağladığı konuma bağlı kalan iki Arap yaratıcı yazı akımı ortaya çıktı. Bu ayrımın sizin açınızdan doğası nedir ve politik, edebi, estetik ve kültürel sebeplerin ötesinde bir açıklaması var mı?

Eski gerçekliğe bağlı kalan akımın, eski yaratıcı usulle üretmeyi sürdürdüğünü, şüphesiz var olmaya devam ettiğini, kurumlarının ve kendine has özelliklerinin olduğunu söyleyebiliriz. Devrimlerle isyan eden, özgürlük ve demokrasi talep eden akım ise daha büyük bir sorumluluk üstlenmiştir. Talep edilen entelektüel gelişim düzeyinde üretimde bulunuyor ve bu tür yeni eserler; kadınları ezen, tabulara bağlı, ötekine nefreti kışkırtan ya da toplumdaki çeşitliliği reddeden eski sisteme ait fikirleri içermiyor. Değişim sadece içerikte değil, şekil ve formda da olmalıdır. Yeni akımın yazarlarının ellerinden çıkan taş heykel; altın ve mücevher kuyumcusunun elinden çıkmış gibi zarif, emsalsiz ve özenle cilalanmış olmalıdır. Aynı zamanda yeni okuyucunun ulaştığı seviyeye uygun keskin bir zekâya sahip olmalıdır.

Bugün ülkemizde birçok Suriyeli aileyi misafir ediyoruz. Ve bir arada olmak bizim için büyük bir zenginlik. Ayrıca bizim için harika bir fırsat. Ancak çoğunlukla Suriye halkının sahip olduğu büyük kültürel miras değil, şu anda içlerinde bulundukları zor durum ve mağdur statüsü görülüyor. Acıma beni çok rahatsız eden bir duygudur. Ve gerçeği gizler. Belki birileri daha önce Naci el-Ali'ye acımıştı, çünkü o kamplarda kaldı. Ancak, çok az insanda bulunabilecek muazzam bir yeteneğe sahipti. İster Suriyeli, ister Türk, ister Meksikalı. İnsanlara acımanın onların sahip oldukları yetenekleri gölgede bıraktığını hissediyorum. Bu olduğunda, birbirimizi eşit görmüyoruz. Bu durumu aşmak için bence biz Türklerin çokça Suriye edebiyatı okuması ve ülkemizdeki Suriyeli yetenekleri ortaya çıkarmaya çalışma gerekiyor. Edebiyatın toplumlar arasındaki ilişkileri düzenlemede nasıl bir misyonu olduğunu düşünüyorsunuz? Ne yapmalıyız?

Şefkat ve empati belirli zamanlarla faydalı olabilir, ancak asla yeterli değildir. Ayrıca sadece Türklerin bu bakıştan değil, Suriyelilerin de mazlum psikolojisinden kurtulması ve yaratıcı eylem durumuna geçmeleri gerekmektedir. Bu mantığı edebiyata yansıttığımızda, yazarların mazlum imgesinin sonsuza kadar satılmaya uygun olmadığına dikkat etmeleri gerekir. Türkiye’nin kurban imajından uzak Suriyeli şahsiyeti tanımaya ihtiyacı var. Şu an kültürel etkileşim ilerliyor, ama yavaş. Belki sizin, mütercimlerin ve yayıncıların çabalarıyla Türklerin tanıdıkları yetenekli ve yaratıcı Suriyelilerle konuşmaları mümkün olacaktır. Edebiyat, Türk ve Suriyeli tarafları birbirine bağlayabilecek tek ve güçlü köprüdür. Türk aydınının görevi yalnızca “duygusal turizmi” ve Suriye trajedisini izlemek değildir. Aksine uzun, kesintili bir aradan sonra ilerlemeli ve yüzünü Suriyeli komşularına çevirmelidir. Böylece musibet; yaratıcı, ilham verici, ortak bir eyleme dönüşür.

Röportaj: Peren Birsaygılı Mut

YORUM EKLE