Hülya hocam öncelikle söyleşi için teşekkürlerimi sunuyorum. Sizin çocukluğunuz Çengelköy’de geçti ve oradan Küçük Yalı’ya doğru uzanan, İstanbul’un değişim ve dönüşümünü, bahçeli evlerden, ağaçlıklı yollardan, sıcak komşuluk ilişkilerinden, sıkışık devasa binaların olduğu, kalabalık bulvarlara kadar uzanan, kentsel değişim ve dönüşümü ve insan ilişkilerine de yansıyan bu hızlı betonlaşmayı sizden dinlesek, çocukluğunuzun o müstesna anılarıyla şahitlendiği zamanları size sorsak bize neler söylersiniz?
Ben teşekkür ederim. O güzel yılları ne kadar yâd etsek az gibi. Hayatımızdan çıkardıklarımızla yerine koyduklarımızın bizi ne kadar fakirleştirdiğini çok hızlı bir dönüşümün tanığı olan yaşıtlarım bilirler. Bugün o yıllara dönüp baktığımda her şeyi paylaşmanın ruhumuzda bıraktığı doygunluğu ve lezzeti, bizi büyüten şeyin asıl bu olduğunu görüyorum. Şehrin, metropole dönüşümünün tarihine şahit olmak, önemli ölçüde yabancılaşmayı da beraberinde getiren bir süreç.
Çocukluk yıllarım Çengelköy sırtlarında mavi ile yeşilin buluştuğu, insanın ve yapının parmakla sayılacak kadar az olduğu, herkesin birbirini tanıdığı ve kimsenin yalnızlıktan kaynaklanan çaresizliklerden şikâyet etmediği bir döneme ait. Mahalle ortamının sıcaklığında geçen o sıcak ve güvenli yıllardan anlatacağım öyle çok anekdot var ki fakat bu sınırlı röportajın içine sığması mümkün değil sanırım. Çengelköy’den Beykoz a kadarki sahil şeridi bugün az da olsa eski yılların görünümünü koruyor hatta dikey olarak tepelere doğru yayılan kentleşme bu hızlı dönüşümün ne var ki olumsuz göstergesi. Artık mahalleler bir apartmana yahut dışarıya yalıtımlı, steril sitelere dönüşmüş durumda. Anadoluhisarı’nda, Kanlıca ve Beykoz’da yaşayan teyzelerim ve onlarla geçirdiğim uzun zamanlar ve hayatlarına dâhil olduğum yatılı misafirlikler, unutulmaz anılarla hala zihnimin önemli kısmında özel yerini koruyor. Yalnızca birinden bahsedeyim o yıllarda yazlık sinemalar revaçta Çengelköy de de Nur Sineması var. Ahşap sandalyelerin belli bir düzene göre sıralandığı, çekirdekçi ve gazozcunun buz gibi gazoz şişelerine çın çın vurarak aralarda dolaştığı, yakın binaların balkon ve pencerelerinden her gece tekraren izlenen haftalık filmlerin oynadığı yazlık sinemaların bir de çocuk versiyonu vardı bizim için ve her gece burada kendinize bir yer bulmanız mümkündü. Yeşilçam’da çalışan komşumuz Harun ağabeyin getirdiği renksiz ve sessiz sinemanın en iyi örneklerini, bizim evin duvarına çivilediğimiz beyaz bir çarşafta düzenli olarak ve mahallenin bütün çocuklarıyla birlikte izlediğimiz o güzel günler. Charlie Chaplin, Laurel Hardy, Türkan Şoray ve Ayşecik filmleri…
“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor” diyor Edip Cansever, sizin çocukluk günlerinizde muhatap olduğunuz, bahçeli evinizde büyüttüğünüz ipek böcekleri gün geliyor, sanat dünyanızda adeta eserlerinizi inşa ederken, onlar da sizi inşa ediyor neredeyse ve sizin için adeta muhteşem bir ilham kaynağı oluyor. Ve gün geliyor, ipek böcekleri kozasını örerken siz de kendi sanat kozanızı sabırla, sebatla ve büyük bir itina ile örerek, modern dünyaya seslenirken geleneğe de yaslanarak özgün, kendinize özgü, soyut, duygusal yoğunluğu ile simgesel atmosferler içinde, dokunaklı hikâyeler gibi eserler ortaya koyuyorsunuz. Bu bağlamda soracak olsam, ipek böcekleri ile ilgili derinlikli, sıcak ve ilhamlarla yoğrulmuş bağınızdan ve hikâyenizden bize bahsedebilir misiniz?
Evet, sıkça söz ettiğim ipek böcekleri, benim hayat yolumda karşılaştığım en önemli işaretlerden. Tevafuk bu ki hayatımın farklı evrelerinde yolum onunla kesişti, adeta önüme çıktı diyelim. Farketmeyip geçebilirdim ama sanatçının gözlemi, arayışı sonra ayırdına vardıklarını zihninde depolaması, belki farkında olmadan onlardan bir hayat felsefesi, bilgisi oluşturması hiç de tesadüf değil. İpek böceği çok naif bir varlık ve bu olağanüstü nahifliğine rağmen ürettiği şey bilgece örülmüş bir sanat eseri, söküldüğünde giysi olabilecek değerli bir iplik ve değişimini (metamorfoz) tamamladığı korunaklı bir ev ve kendini yok ettiği mezarı. Çocukken tanıştığım bu muhteşem varlıkla dönem dönem çarpıcı karşılaşmalar yaşadım, dönüp ona hayranlıkla tekrar tekrar baktım ve son on yılımın bahar aylarını onunla geçirdim, ondaki hikmeti anlamaya çalışarak, hemhal olarak. Bu süreçte yaptığım çalışmalar elbette onun bana kattıklarıyla dolu.
Sanat ve özellikle resim, plastik sanatlar kendi içinde zorlu, meşakkatli, yeri geldiğinde adanmışlık isteyen, toplumsal yaşamdan soyutlanmayı gerektiren ve bazen de yaşanılan duygusal gerilimlerle eserlerin ortaya çıkma aşamasında sanatçıyı duygusal anlamda çıkmazlara sürükleyen bir saha, siz bu zorlu sahada resim gibi bir alanda çalışmalar yapıyorsunuz. Neredeyse yoğun, imgesel hikâyeler barındıran eserlere imza atıyorsunuz. Bu alana yönelerek uzmanlaşmanız, kavramsal sanat alanına da yönelerek özgün eserler ortaya koymanız kolay oldu mu, karşılaştığınız zorluklar nelerdi, bu konuda okuyucularımıza neler söylersiniz?
Sanat, hayatımızın içinde var olan bir olgu, varlıkta her şey sanatlı yaratılmış. Yalnızca sanatla mı aynı zamanda hikmet ve bilgiyle, bunu görmezden gelen, buradan giderek uzaklaşan insanoğlu büyük bir ziyanda. Çünkü bu ilham ve bilgi bize insan olmanın yollarını öğreten en önemli kaynak. Güzelin bilgisi elbette geniş kapsamlı, içerisinde doğruluk, faydalılık, farkındalık gibi birbirinden ayrılmaz özellikleri de barındırıyor ve bazılarımız için buraya dikkat kesilmek yaradılışımızla ilgili olmazsa olmaz bir hayat biçimini benimsemek anlamına geliyor, bedeli ne olursa olsun. Sanatın hayatımıza kattığı derinliği, gözümüzü çevirdiği medeniyetler oluşturan zengin dünyaları anlamak, o yolda emek vermek önemli bir çaba. Bu yoldaki handikapları umursamadan yürüyenlerin, sonucu ne olursa olsun üretenlerin yaşamını kolaylaştıracak imkânları sağlamaksa diğerlerinin görevi olmalı. Sanatın gelişmesini sağlayacak en önemli ve yok sayılan konu bu elbette, ben de pek çok sanatçı gibi bu konuda sıkıntılar yaşadım ve yaşamaktayım. Bu konu uzun açılımlı olduğu için bahsetmeyeceğim fakat şunu söylemeliyim ki hayatımızın her alanına yansıyan estetik bilinç yoksulluğu bu konuda giderek azalan algımızın bir göstergesi.
“Sanat çok zengin bir dil, kelimeleri imgeler olan. Sanatın bu bütün insanlığı muhatap alan evrensel dili insanlar arasında çok önemli etkileşimler kurabiliyor. Bu yüzden ben soyut sembolik ve mesajı güçlü bir aktarımı tercih ediyorum” diyorsunuz bir söyleşinizde. Bu minval üzere soracak olsam, “Ruh özgürleştikçe sanat soyutlaşır” diyen Marc Chagall’in ifade etmeye çalıştığı bir özgürlük müdür bu durum sizde, bu konuda neler söylersiniz?
Evet, Marc Chagall’ın ifade ettiği “Ruh özgürleştikçe, sanat soyutlaşır’’ cümlesi tam da benim düşüncelerimle örtüşüyor. Somut bir betimleme ya da anlatım biçimi bize zevk verebilir fakat onun ifade ettiği şey sınırlıdır tek bir şeye işaret eder ve alımlayıcısı onda tek bir şeyi ve aynı şeyi görür. Fakat göstermek istediğiniz şey sizin katmanlı kültürünüzden, zihninizin derinlerinden çıkıyor ve görünen âlemde bir karşılığı olmayan, ilk ve tek bir şeyi ifade ediyorsa bunun somut göstergeleri ancak soyut, kapsamlı ve alımlayıcısıyla farklı etkileşimler girecek sınırsız bir ifadeye sahip olacaktır.
Sizin de bildiğiniz gibi İslam Dünyası’nda görsel sanatlara her zaman mesafeli bir duruş mevcuttur. Batı sanatında ise daha çok sanat dini algıyı ve yaşantıyı yönlendirerek Rönesans’ta adeta zirveyi yaşarken sanatçıların ortaya koyduğu figürler ile akidede yönlendirme ve tahrifatlar meydana gelmiştir. İslam Dünyası’ndaki mesafeli duruşla, Batı Dünyası’ndaki cüretkâr sanatsal oluşum adeta ifrat ve tefrit boyutunda zıt bir hâli ortaya koymaktadır. Siz Müslüman bir sanatçı olarak bu dengeyi oluşturma ve sanatla muhataplık noktasında bize neler söylersiniz?
Erken Hristiyanlık dönemi olarak bilinen yaklaşık üçüncü yüzyıl sonrası dönem, Doğu kilisesinde, Hz. İsa, Hz. Meryem ve Azizlerin resimlerini, yaşadıkları önemli dini hadiseleri detaya girilmeden, üç boyut kullanılmadan resmedildiği dönemdir. Esasen bütün tek Tanrılı semavi dinlerde tekrar putperestliğe dönülmemesi amacıyla tasvir yasaklamalardan söz edilir, ancak bu betimlemeleri yapanlar din adamı ve ressamdı. Okuma yazma bilenlerin sayısının çok az olduğu bu dönemde halkın bu görsellere bakarak dinlerini öğrenmelerini amaçlamışlardı. Tanrı ile bu dünya arasında aracılık eden tasvirler bir süre sonra aracılık işlevi niteliğini kaybederek doğrudan bir tapınma aracı [ikon] haline gelmiştir. 6. Yüzyıl sonrası Bizans İmparatoru Theophilos ve ondan sonra gelen Theodora kutsal metinlere bağlılık göstererek kararlı adımlar attılar ve ikonoklast [put kırıcılık] dönemini başlattılar. Yaklaşık yüz yıl süren bu dönemde Hristiyan sanatında büyük bir tahribat yaşanarak, dini tasvirler tamamen yok edilmiştir. Ardından gelen ve Rönesans’la zirveyi gören dönemde ise Hristiyan sanatı tamamen tasvir üzerinden ve kilise destekli olarak sürdürülmüştür. Batı sanatında ancak aydınlanma sonrası biçimin yerini bireysel konular, felsefi düşünce ve yenilikçi arayışlar almıştır. İslam sanatı ise bu konuda daha tavizsiz bir tutum sergilemiştir, ancak yasaklar çoğu kez sanatçıların hayal güçlerini kullanarak, daha kapsayıcı ve daha özgür olabilecekleri sembollerin dünyasını keşfetmelerine sebep olacaktır. Her ne kadar sanatın serüvenini yazan tarihçiler doğu sanatını görmezden gelseler de Picasso’nun “Müslümanlar soyut sanatı bizden önce keşfettiler’’ sözü, aslında bilinen bir gerçeğin görmezden gelindiğini kanıtlamaktadır. Yazıyı sanata dönüştüren Müslüman sanatçılar için Titus Burckhardt; “Sanatçının kafasını gerçek dünyadan uzaklaştırarak onu çizgi ve renkten oluşan düş dünyasına iten Hz. Peygambere çok şey borçludur’’ der. Benim sanat yaklaşımım elbette yaşadığım coğrafyanın kültürel kodlarından besleniyor fakat yaşadığım zamanın da ruhunu yakalamaya çalışıyorum, kısaca ifade etmeye çalışırsam, benim nesne ile kurduğum ilişki çoğu zaman yalnızca araçsallık teşkil etmektedir. Sanatın özünde var olan derin görme, düşünme, keşfetme serüveni benim hayatımın tamamına yayılan bir süreçtir ve bu şekilde devam etmektedir. Bu minvalde inançlı insanların sanatın dışında kalmalarını doğru bulmuyor tam tersine tam da sanatın içinde var olmaları onunla hemhal olmaları gerektiğine inanıyorum, sanatla uğraşmanın insanı incelten, insani özelliklerini çoğaltan bir varoluş biçimi olduğunu kavrayarak.
Hocam yine bir söyleşinizde, “Sanatı kavramsallaştırmak, düşünce ön planda olmak üzere nesneleştirmek, estetize etmek, aynı zamanda sanatı bir yaşam biçimi haline getirerek hayatı sanatlı yaşamak, hayatın içinde zaten var olan sanatı keşfetmek, insanca olmayana tepki vermek ya da insanca olanı önermek anlamına da geliyor benim için” derken, yöneldiğiniz ve inşa ettiğiniz kavramsal sanat noktasında, özgün bir sesleniş olarak düşünürsek bu durumu acaba, sanatçı kimliğiniz ve ortaya koyduğunuz eserlerinizle, kendi sanat hikâyenizi de anlatma noktasında yeterince anlaşıldığınızı düşünüyor musunuz? Sanat çevrelerinde ve içinde yaşadığınız toplumda sizce yeterince karşılık buluyor mu sanatınız, bu konuda neler söylersiniz?
Yeterince değer verildiğini düşünmüyorum elbette. 2008’den bu yana yaptığım kavramsal çalışmalar küçük bir ekiple ve çok küçük imkânlarla gerçekleştirdiğim uluslararası sanat etkinlikleri, büyük imkânlarla gerçekleştirilen muadillerinin seviyesinde nitelikli çalışmalar. Yeterli tanıtım sağlanamadığı sürece tam da amacına ulaşabiliyor mu bilmiyorum. İnsanların her konuda siyasi tarafgirlikleriyle hareket ettikleri bir ülkede ortak bir kültürel seviyede üretmek ve sunmak alışılmış bir şey değil sanırım. Sanatla biçimlenmiş hayatım boyunca birlikte çalıştığım insanlara bunu anlatmaya çalıştım, benimle evrensel insanlık ilkeleri doğrultusunda bir ilişkiyi sürdürmelerini diledim, unuttuğumuz şey bence bu. Zihnimizde oluşturduğumuz tabuları kıramayışımız bizi keskinleşen ayrılıklara sürüklüyor. Bu topraklarda yaşamış Yunus un, Mevlana’nın, sesini duymamız ortak bir dil oluşturabilmenin yollarını kesiyor. Ben bu yolda çaba göstermeye çalışıyorum karınca misali.
Yaptığı heykelin muhteşemliğine bakarak, büyük bir heyecan ve coşkuyla “Konuş, Ey Musa!” diye Michelangelo’nun, bitirdiği heykele adeta haykırarak elindeki çekici fırlattığı söylenir. Sanki ona bir canlılık atfetmiş gibidir. Michelangelo ‘Musa Heykelini’ (1513-1515) ortaya koyduğunda, olağanüstü muhteşem bir eser meydana getirdiğini düşünerek ibretlik bir hâl ile seslenmesi aslında Batılı sanatçının sanatı karşısındaki muhataplığını da ortaya koymuş gibidir. Sizin sanat algınızda böyle bir bakış açısının yeri nedir, sanatınızı icra ederken İlâhi Olan’nın karşısındaki konumuz noktasında bize neler söylersiniz?
Çok güzel bir soru, evet Batı sanatı Tanrı’nın gücünü ve güzelliğini insanda kusursuz bir güzelliğe dönüştürerek göstermeye çalışmıştır. Bir taraftan da insanı yani sanatçıyı ve sanatını kutsamak, esere Tanrısallık yükleme amacı taşır. Michelangelo’nun ölmeden önceki son beş yılının bu nedenle nedamet içinde geçtiğini biliyorum. Benim İlâhi olanla ilişkim, O'nun sonsuz güzellikteki yaratışını anlamaya çalışmakla; O'na hayranlığımla ilgilidir. Buradaki serüvenim beni heyecanlandıran, peşinden sürükleyen, bilinmezin keşfedilmeyi bekleyen olağanüstü ve sonsuzca açılımlarında gezinmekle ve yarattığı eşref-i mahlûkatı tanımakla ilgili bir olan arayış. Tabidir ki insandan kaynaklı her şeyde dâhil olmak üzere, güzelliği doğruluğu sürdürmekle ilgili.
“Şiddete başvuranlar kendilerini ve diğerlerini, insanların yaşamlarının onların en iyi gördüğü biçimi alması için de yapılması gerektiğini bildiklerine ikna etmektedirler. Şiddetin eziyetini çekenler de onu yıkacak güce kavuşuncaya kadar buna inanıyorlar, çünkü ancak böylelikle içinde bulundukları hâle bir anlam kazandırabiliyorlar” diyor Tolstoy, Aşkın Yasası Şiddetin Yasası kitabında (Aşkın Yasası Şiddetin Yasası sf:96)
Son katıldığınız “Karşılaşmalar” ve “Bir İh[ti]mal Daha Var” adlı sergilerde sizin de şiddeti ifade etmeye çalıştığınız “Anne Baba Beni Ragıp Öldürdü” adlı bir tablonuz yer aldı. Hala sürüp giden kadın cinayetleri söz konusu, Tolstoy’un ifadelendirdiği gibi kanıksanan bir hâl mi aldı bu kadına şiddet ve kadın cinayetleri, sanatçıların yeterince sesi çıkabiliyor mu sizce, sanat dünyasında ne kadar yeri var şiddetin ve kadın cinayetlerinin?
Karşılaşmalar sergisinde ve ardından Mart ayında Kültür ve Turizm Bakanlığı katkılarıyla gerçekleştirdiğimiz “Bir İh[ti]mal Daha Var” sergisinde işlediğim tema kadına şiddetle ilgiliydi, insanlığımızın öyle çok yarası var ki ve en çözümsüzü, insanın insana zulmü. Güçlü olanın, güçsüze – erkeğin, kadına – kadının, kadına vb. ayrım yapmıyorum aslında fakat kadın cinayetleri güncelimizi giderek artan bir biçimde meşgul etmeye devam eden çok önemli bir insanlık sorunu. Sanatın diliyle bir farkındalık oluşturmaya çalıştık, sanat yalnızca güzeli göstermiyor malum, bir taraftan da yanlışa işaret ediyor, aksayan taraflarımızı gösteriyor. Çünkü toplumsal bir güç sanat ve düzeltmekle yükümlü. “Anne, baba beni Ragıp öldürdü” haykırışı hepimizin kalbini titretmeli, bu bir insan çığlığı eşi tarafından yok edilmeyi kabullenmiş çaresizce, fakat bunun bilinmesini istiyor kanıyla yere yazarak bu büyük bir trajediyi belgelemeye çalışıyor, görülüp geçilecek ertesi gün unutulacak bir şey değil, hepimiz vebal altındayız, bunu göstermeye çalıştım.
“Sanat bir yaşama biçimi, bir yolda olma halidir” diyorsunuz bir söyleşinizde, “Bağımsız Sanat Vakfı’nın da başkanlığını yapıyorsunuz ve bu yolda olma hali içinde iken, mültecilere ve gençlere yönelik çalışmalar yürütüyorsunuz. Bu konuda bize neler söylersiniz Vakfınızın amacı ve misyonu noktasında okuyucularımıza kısaca bahsedebilirsin misiniz?
Sık sık telaffuz ettiğim bir cümle var. Sanatla yaşamak, sanatlı yaşamak diyorum. Sanat bizim evimizin duvarına astığımız bir resim ya da dinlediğimiz bir müzik değil yalnızca. Sanat bir yaşama biçimi, bütün davranış kodlarımızı, insanlarla o bilinçle inşa etmemiz gereken, güzellikle doğrulukla yoğrulmuş bir insan olma hali. Bireysel olarak bu yoldaki yolculuğum beni böyle bir kurumsallığın içine taşıdı zamanla. Vakfın amacı öncelikle burada bahsettiğim ilkelerden oluşuyor. Kapımız bu yolda gayret gösteren herkese açık, öncelikle de savaş gibi çok önemli bir mağduriyet yaşayan ve sanat gibi yaşamanıza imkân sağlayamayan bir işi yapmayı sürdüren mülteci sanatçılara elimden geldiği kadar destek olmayı sürdürmeye çalıştım ve sürdürüyorum vakfın kıt imkânlarıyla
Zorlu iki yıl geçirdik, geçiriyoruz hala… Salgın sürecinde ülke ve dünya olarak büyük acılar yaşadık, büyük kayıplar verdik. Zorlu geçen salgın günlerinde neler yapabildiniz veya şöyle sorsam salgının size yansıması ve size düşündürdükleri nelerdir bir sanatçı ve birey olarak bizlere neler söylersiniz.
Salgın; dünyanın bir yarısı açlıkla ve olumsuz yaşam koşullarıyla mücadele ederken, diğer yarısının dünya nimetlerini yalnız kendilerine has olduğunu düşünerek sorumsuzca yaşadığı alışıldık dünya koşullarında, bir anda çıkageldi ve varsılların yaşamlarını güvene aldıkları her önlemi yerle bir etti. Önemli şeyler söyledi bize, söylemeye de devam ediyor, hep kaçtığımız ölümle yüzleştik, bazılarımız eski ve unutulan yaşam biçimlerine geri döndü, kendimizi ve evlerimizi keşfettik. Söylenecek öyle çok şey var ki…
Kısa biyografi:
Hülya Yazıcı, 1960 yılında İstanbul Çengelköy’de doğdu. Özel Doğuş Koleji’nden mezun olduktan sonra, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde eğitimine devam etti. Resimlerinde daha çok mistik temaları yoğun bir duygusallıkla, soyut simgeci bir tarz içerisinde, kavramsal olarak işleyen Hülya Yazıcı Aktaş, İstanbul’u ve pek çok konuyu kendine özgü renkler ve kompozisyonlarla tuvallerine aktardı. Bir süre öğretmenlik mesleğini sürdüren sanatçı, resim çalışmalarına Küçükyalı’da devam etmekte aynı zamanda Bağımsız Sanat Vakfı’nın Başkanlığını yürütmektedir.
Söyleşi: Selvigül Kandoğmuş Şahin
Olağan Hikaye 8.Sayı’dan alıntılanmıştır.