Biz de, roman denince ilk aklıma gelen isim Mustafa Miyasoğlu olmuştur hep.
Kendisinden çok şeyler beklediğimi yeri geldikçe kayıt altına almış ve kendisiyle konuştukça sıkça vurguladığım bir gelecek tasavvuru olarak da içimde bir beklenti olarak daima var olmuştur. Üzerinde çalıştığı ve merakla beklediğimiz eserlerinin olduğunu da söylemiş olalım böylece.
Sayın Miyasoğlu Yazmaya, nasıl ve nerede başladınız?
Kayseri Akşam Lisesi’nin kompozisyon derslerinde yazmaya başladım. Edebiyat hocam, unutamadığınız bir hatıranızı anlatın konulu bir kompozisyon yazılısı yapınca, ben Konya’ya Mevlâna için gittiğim halde türbesini ziyaret edemeyişimin hüznünü anlattım. Mevlâna ihtifali için yaptığım bu seyahatin hatırasıyla ders kitabında okuduğum Ahmet Haşim’in bir şiirinde yer alan şu mısralar bana bilmediğim pek çok duyguyu anlatıyordu: “Bize bir zevk-ı tahattur kaldı / Şu sönen, gölgelenen dünyada.” Taşkın bir muhabbetle konuşan hocamız kompozisyon sınavında yazdıklarımı çok beğendiğini ve o günkü değerlendirme notu olan 10’dan fazla not olmadığına üzüldüğünü ifade etti. Bu takdir beni duygu ve düşüncelerimi günlük halinde yazmaya sevk etti. Bir yandan da büyük bir şevkle edebi eserleri okuyordum. Böylece şiir ve hikâye yanında piyes ve roman yazma denemelerine başladığımı hatırlıyorum.
Lisesi’nin ilk sınıfında bulunduğuma göre 16–17 yaşlarımda olmalıydım… Mevlâna’yı ziyaret edememenin hüznü yanında, onu ziyaretin gerektirdiği vasfa ulaşamadığım duygusunu anlatabilmem de önemliydi. Bundan 33 yıl sonra Konya’ya yeniden gittiğimde çok enteresan şeyler yaşadım ve tasavvuf kültüründeki evliya tasarrufuna ‘ayne’l-yakîn’ bir şekilde inandım.
Sizi yazmaya veya okumaya teşvik edenler oldu mu?
Lisedeki Edebiyat hocalarımdan Ayvaz Gökdemir de beni teşvik etti, elimde gördüğü Hisar dergisinden ötürü, derste okunacak ödev türünden yazılar yazmamı istedi. Bu arada, okur-yazar gençlere çok iltifat eden Kayseri Kültür Derneği yöneticileriyle Büyük Doğu Fikir Kulübü’nün Kayseri Şubesi’nde Necip Fazıl’ın eserlerini okuyan ağabeyler de çok teşvik etti. Tıp ve Siyasal okuma hevesimi Edebiyat ve Felsefe’ye yönelten kendi alâkalarım yanında iki şahsiyetin önemli tesirleri oldu. Biri Necip Fazıl, diğeri de Süheyl Ünver... Üniversiteye kayıt olmak için İstanbul’a geleceğim günlerde Büyük Doğu dergisine gönderdiğim iki kıtalık şiirin Üstad tarafından beğenilip Sizinle Başbaşa sayfasında yayınlanması önemli bir teşvik oldu. Kaydımı Edebiyat’tan Tıp Fakültesi’ne geçirmeyi düşündüğüm günlerde Tıp Tarihi derslerine girdiğim Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’in kültür tarihine merakı da bana ders verdi: Herkesin en çok sevdiği işleri yapması onu mutlu ve başarılı kılar, diye düşündüm. Hocalarım Mehmet Kaplan ve Faruk Kadri Timurtaş ile MTTB’de birlikte dergi çıkardığımız arkadaşlarla hepimizin ağabeyi olan Ahmet Semiz ve bana burs veren Fethi Bey de çok teşvik ettiler.
İlk okuduğunuz kitap, masal, şiir, hikâye, roman veya yazı, dergi, gazete?
Çiftçilik yapan anne dedemin o dönemde oğlu olmadığı için, yaz günlerini onun yanında geçirirdim. Beni sever, dostlarıyla sohbetlerinde beni yanından ayırmazdı. O yüzden yaşımdan büyük meseleler içinde büyüdüm, hayata büyük yerden bakmayı öğrendim. Dedemin emektar adamının Sümer Matbaası yakınında çalışırken getirdiği kitaplardan birinin adını hiç unutmam: Filiğin Emin’in Balta ile Öldürülmesi… Tehcir’den önce Kayseri’deki Hınçak Cemiyeti mensubu Ermenilerin katliama hazırlanırken nabız yoklar gibi işledikleri bir namus cinayetinin hikâyesiydi... Ortaokulu yatılı okuduğum için, her gün üç saatlik etüt saatlerinde, arkadaşlar arasında bulunan kitapları okudum. Bu kitaplardan Fransız şövalye romanları dizisi Pardayanlar’la İstiklâl Savaşı yıllarındaki İstanbul’da, işgalcilere karşı mücadele edenleri anlatan İngiliz Kemal romanlarını unutmam mümkün değil… Bu romanların daha sonra filmleri de gösterildi. Etütlerin uzun teneffüslerinde, köyde yaşadıklarını bir tür masal atmosferinde anlatan köylü kökenli bir arkadaşımın yaz günlerine ait pek çok hikâyesini dinlerdim. Hafta sonları iki günde üç film seyrederek muhayyilemi geliştirir, dünyayı tanıma arzumu dindirirdim. Şiirin tadına lisede vardım ve iyi şairlerimizi okudum. Tarık Buğra ile Çehov’un hikâyeleriyle piyesleri, Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak, Camus’nün Yabancı, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza, Shakespeare’in Hamlet adlı eserleri beni çok etkiledi… Edebiyata biraz da Büyük Doğu dergilerinin perspektifinden baktım…
İlkyazınız, şiiriniz, hikâyeniz, romanınız yayınlandığında ne hissettiniz?
Çeşitli sebeplerden ötürü, lise bitinceye kadar hiç sınıfta kalmadığım halde üç yıl kaybettim. İlk şiirimi 20 yaşımda, Kayseri’de yayınlanan Filiz dergisinde neşredince sevindim tabii. Bir yıl sonra Büyük Doğu’da şiirim yayınlandı. Bâbıâli’de Sabah gazetesinin sanat sayfasında haftada bir yayınlanan yazılarımı yazmaya başladığımda Edebiyat Fakültesi öğrencisiydim. Arkadaşlarla MTTB’de Milli Gençlik dergisini yayınladık. Bunlar yayınlanırken elbette heyecanlandım, ama yıllarca günlük yazarak yazmaya hazırlandığım ve bir defter dolusu yayınlanmamış şiirim olduğu için bunların yayınlanması benim için biraz da tabii idi. Tohum, Hisar, Edebiyat ve Türk Edebiyatı dergilerinde şiir ve denemelerim yayınlanırken, farklı bir tavrımız olduğu anlaşılsın istiyordum, bu da fark edildiği için mutlu oluyordum. Fakat bir sanat eserinin ortaya çıktığı sürecin verdiği insanî ve sosyal keşif hazzını başka bir şeyde bulamazsınız. Üniversiteyi bitirmeden yazdığım Pancur adlı hikâyenin elden ele dolaşması ve daha sonra Yeni Sanat dergisinde yayınlandığı zaman beni romana teşvik etmesi çok önemli. Umut Suları adlı oyunumun MTTB’de sahnelenişiyle aynı yıl yayınlanan Rüya Çağrısı adlı ilk şiir kitabımın gördüğü alâka çok güzeldi. Edebiyat Geleneği ile Kaybolmuş Günler adlı eserlerimin birbiri ardından yayınlanması büyük yankılar uyandırdı. Bu da beni başladığım yolda eser vermeye teşvik etti. Attığımız taş hedefine ulaşmış ve ideolojik veya ekonomik desteklerle reklâm imkânına sahip olmadığımız halde, Mehmet Kaplan, Nuri Pakdil ve Behçet Necatigil gibi şahsiyetlerin dikkatini çekebilmişiz… Buna elbette sevinip mutlu olmuşuzdur.
Yazma eylemi sizde bir tutku halini almış olmalı?
Yazı yoluyla insanın kendini, kendi ruhunu ve beşeri ilişkileri keşfetmek, belki de keşiflerin en önemlisi... Çünkü yazarak insan ruhuyla sosyal ilişkilerini keşfetmeye çalışmanın inanılmaz bir hazzı ve heyecanı var. Anlatmam gerektiğine inandığım hiçbir şeyin daha önce anlatılmış olduğunu sanmıyorum. Çünkü yazma tutkusu ne kadar dayanılmaz ise, bir o kadar da sıkıntılı. Bunu en güzel anlatan sözlerden biri Necip Fazıl’ın hayatının son zamanlarındaki şu mısraı: “Söylenmedik sözün hasreti dudağımda”… Ben de 60 yaşını çoktan arkada bırakmış biri olarak yazdıklarım kadar yazılmayı bekleyen ve zihnimde eskimesinden çok korktuğum bir sürü şiir, hikâye, roman, destan ve oyun tasarısı var. Bu tutku aslında baş belası…
İlk kitaplarımın gördüğü alâka ile bunların yeni baskıları yapılana kadar ben hep yazarlığa kendimi hazırladım. O yüzden hem Edebiyat Fakültesi’nin pek çok bölümüne devam ettim, hem de klasiklerle birlikte yeni edebi eserleri sürekli ve çok sıkı bir şekilde takip ettim.
Hatıralar denizinde çok yüzdünüz diyebiliriz pek âlâ?
Ben hatıraları çok zengin bir çocukluk dönemi geçirdim. İki dedem de beni çok severdi. Ailenin ilk erkek çocuğu olduğum için her meseleden haberim olurdu. Şehirde, bağda ve çiftlikte geçen çok zengin hatıralarım oldu. Fakat şımarma ve kıskanma duygularını hiç tanımadım. O yüzden de her türlü güzelliğe gözüm ve gönlüm açıktır. Kendi oyuncaklarımı kendim yapar, daha çocuk yaşta binmediğim binek bırakmadım. Güneş altında çalışan ırgatlara azık götürürken alın teriyle yaşayan insanların emeğine çok saygı duydum. Ailesiyle akrabalarının dertlerini dert edinen ve ağa olarak bilindiği için de kimseye sırtını dönemeyen dedemin 50 yaşındaki ölümü beni çok sarstı. Küçük yaşlarda anne hasreti yaşadığım için de ilk şiirlerimde bunu çok dile getirdim. Babam için de Babam Usta Ben Kalfa adlı, edebiyatımızda örneği az bulunan bir baba şiiri yazdım. Dedemin hizmetkârı Hamdi Emmi ile Kayseri’nin meşhur evliyası Boncuklu Cemil Emmi hep bizim çevremizde dolaşırlardı. Bunlar bir devrin tasarruf sahibi Allah adamları olarak bana çok şey öğrettiler. Annem dindar bir kadındı, Ramazana denk gelen kış günleri sahurdan sonra vaaz verilen camilere götürürdü beni. Bu da bende çok samimi bir dinî duyarlık oluşturdu. Dinî hikâyeler olarak anlatılan kıssa ve menkıbelerin bir kısmı bana inanılmaz bir fantezi gibi göründüğü zaman, ben bunların darasını alırdım. İlkokuldan sonra bir yıl Kayseri Lisesi’ne yakın Kiçikapı Meydanı’na bakan Karakol yanındaki berberde çıraklık yaptığım için o çevrede çok şey gördüm, her şeyin aslını öğrenmek istedim.
Nurettin Durman sordu
Mustafa Miyasoğlu, çok değerli bir yazar olduğu kadar; mükemmel bir hocadır da...
"Yazar" olarak yola çıkışımda, önemli emekleri vardır.
Kendisini saygıyla selâmlıyor, hayırlı uzun ömürler ve hizmetler diliyorum.