Güray Süngü: Edebiyat Bana Güven Kazandırdı

''İçinde yumruk kadar taş var ve onu ya içinde ufalayacaksın, ya da söküp dışarı atacaksın; o taşın varlığı seni sanatçı değil dertli yapar, seni sanatçı yapan o taşı ufalayabilmen ya da dışarı atabilmendir, çünkü bu, ancak eserle olur.'' Güray Süngü, yazma ve okuma üzerine Hatice Ebrar Akbulut'un sorularını cevapladı.

Güray Süngü: Edebiyat Bana Güven Kazandırdı

Güray Süngü ile yazma ve okuma üzerine genel bir söyleşi gerçekleştirdik. Aslında bir yazar, kitaplarıyla söyleyeceklerini söylemiş; dahası okuruyla söyleşeceklerini söyleşmiş demektir. Yine de bir yazarla yapılan söyleşilerin, o yazarın dünyasına biraz daha girmeye kapı açtığını düşünüyorum. Bazen öyle oluyor ki, bütün eserlerini okusak bile keşfedemeyeceğimiz, fark edemeyeceğimiz bir şeyi, yazarla yapılan söyleşide görebiliyoruz. Ya da yazar, hiçbir eserinde değinmediği bir konuyu, söyleşinin cevapları arasına serpiştirebiliyor; yeni ve başka şeyler söyleyebiliyor. Bu nedenle söyleşileri önemsiyorum. Ve yine bu nedenle “söyleşileriyle gündeme gelme” deyiminin çok da rahatsız edici bir durum olmadığını vurgulamak istiyorum. Çünkü kalemini soğutmayan bir yazarın, kendisine sorulan soru aynı olsa bile söyleyeceği yeni bir şeyler mutlaka vardır…

Raymond Chandler, kendi yazarlık tecrübesi sonucu şu üç altın kuralı geliştirmiş: “Tavsiyelere kulak asma. O âna kadar yazdıklarını kimseye gösterme, tartışma konusu etme. Herhangi bir eleştirmene asla karşılık verme.” Güray Süngü’nün yazma ve okuma deneyimi sonucu, geliştirdiği altın kuralı ya da kuralları var mıdır?

Hiçbir şey ortada yokken, senin aptal bir romantik ve hayalperest olduğunu söyleyenler, sen muvaffak olduğunda sana idealist ve tutkulu demeye başlarlar. Ne ilkine aldır ne ikincisine.

İyi olduğunu düşündüğün bir romanın ya da öykün yayınlandığında, onu insanlar okuyup da, çok başarılı çünkü şöyle, çok başarısız çünkü şöyle diye karşılayabilirler. Hem ilkine aldır, hem ikincisine.

Her edebiyat yergisi genellikle eksiktir, ama hep bir yanıyla doğrudur. Her övgü genellikle fazladır, ama hep bir yanıyla doğrudur. O an neye ihtiyacın varsa ona daha çok inan. Çünkü genellikle önemli olan sürdürebilmektir. Bazen sanatı, bazen hayatı. Ben de böyle bir üç kural diyeyim. Ama altın kural değil.

Yazdıklarınızı yayınlamadan önce güvendiğiniz birisiyle paylaşıyor musunuz? Paylaşsanız da paylaşmasanız da bu işe nasıl bakıyorsunuz?

Makul olan paylaşılmasıdır. Ben pek paylaşmıyorum. Öykü için böyle. Romanda durum farklı. Roman bir editörden geçmelidir muhakkak. Bende farklı dönemlerde farklı romanlar için farklı izlekler söz konusu oldu. İşin bu kısmı cidden uzun hikaye. Son iki romanım Cemal Şakar ve Aykut Ertuğrul tarafından okundu, yayınlanmadan önce. Sağ olsunlar. Bundan sonra da inşallah okumaktan bıkmazlarsa elbet, masalarından geçecektir. Bir başka göz, elbette bilgisine görgüsüne güvendiğiniz göz sizin körleştiğiniz bir yere ışık tutabilir. ‘Ben biliyorum’dan büyük zehir var mıdır bilmem.

Genç yazarın zihninde müthiş bir konu var. Fakat bir türlü nereden başlayacağını, başlasa bile zihnindekini nasıl kurgulayacağını bilmiyor. Kendi sesini bir türlü bulamıyor. Bu konuda öğrencilerinize (aslında genç yazara) neler söylüyorsunuz? 

Nereden başlayacağını bilmeyenin aklında müthiş bir konu yoktur. Kendisine öyle geliyordur. Nasıl kuracağını bilmeyenin de aklında müthiş bir konu yoktur. Kendisine öyle geliyordur. Yazmak elbette çok aşamalı, ama işin sırrı zaten nereden başlasam ve nasıl kursam meselesi. Konu dediğin adam ölmüş, arkadaşı ona üzülerek trene biniyor. (Tutunamayanlar’ın konusu bu) 

Ben atölyemdeki arkadaşlara bunu izah etmeye çalışıyorum. Çok yetenekliyim ama ne yazacağımı bilmiyorum diye bir dert olmadığı gibi, çok yetenekliyim ve yazacağım şeyi biliyorum ama nereden başlasam bilmiyorum diye bir dert de yoktur. Dert, ne yazacağını bilmiyorsan da, nasıl yazacağını bilmiyorsan da yeteneğinin olmamasıdır. Bu derde sahipseniz de yazar değil okur olursunuz, olmalısınız, bu da az şey değildir. Konu basittir, aşk, ölüm filan. Kurgu zordur, o aşkı ya da ölümü nasıl kuracaksın, bir ton karakter, mekan, zamanlar, geçişli zamanlar, birbirini içeren zamanlar... zaten bunları yapabiliyorsan yazarsındır. İçinde yumruk kadar taş var ve onu ya içinde ufalayacaksın, ya da söküp dışarı atacaksın; o taşın varlığı seni sanatçı değil dertli yapar, seni sanatçı yapan o taşı ufalayabilmen ya da dışarı atabilmendir, çünkü bu, ancak eserle olur. Benim sanat görüşüm elbette bilenlerin bildiği gibi, acı içerir, ama acı sende demek, sanatçı dehası sende demek değildir.

Okuma hikâyenizi anlattığınız bir yazıda, çok mıy mıy bir çocuk olduğunuzu söylüyorsunuz. Öykü ve romanlarınızdaki ben-anlatıcı ise oldukça konuşkan, dertli ve muzip de aynı zamanda…

Dışa susan içe konuşur. Ben pek konuşkan değilim. Konuşmaya değil yazmaya inanıyorumdur muhtemelen. Bir de çocukluktaki gibi kalmıyoruz, büyüyor ve her anlamda gelişiyoruz. Edebiyat, bana güven kazandırdı diyebilirim. Bana daha düzgün bir insan olma cesaretini kazandırdı da diyebilirim. Bir şeylere olan inancımı ifade edebilme cüreti kazandırdı da diyebilirim.

Roland Barthes’e “Kendinizi okuyor musunuz?” diye sormuşlar. O da “Hiç,” demiş ve eklemiş: “Çok korkuyorum. Ya iyi bulmaktan ve bir daha o kadar iyi bir şey yazamamaktan. Ya da tersine kötü bulmaktan ve yazmış olduğum için pişman olmaktan.” Aynı soruyu ben size sorsam neler söylersiniz? Barthes gibi gerekçelendirebilir misiniz?

Ben kendimi çok okuyorum. Bunun kendisini güzel bulan bir delikanlının (kız ya da erkek) sürekli kendi fotoğraflarına bakması gibi bir şey olarak algılanmamasını dilerim. Hatırlayamıyorum kimin dediğini ama, bir yazar ‘ne zaman iyi bir okurla karşılaşsam yazdığım her şeyi tekrar okuma ihtiyacı hissediyorum’ demişti. Sağ olsun okurlarımdan güzel övgüler alıyorum, o hazla dönüp o eseri okuyorum. Bazen kendime inancımı kaybediyorum. O zamanlar da dönüp okuyorum. Bazen çok iyi buluyorum, bazen kötü buluyorum. Hayattan ayıramayız bunu da, bazen biz iyiyiz diye dünya çok güzel, bazen biz kötüyüz diye dünya katlanılır yer değil. Dünya aynı dünya, öykü aynı öykü.

Güray Süngü’nün kendini okura hemen benimsetmeyen bir dili var. Bu nedenle Süngü’nün genel okura değil belli bir okura hitap ettiğini düşünüyorum. Dolayısıyla Süngü, kendi kitaplarına bir gelecek kitabı gözüyle bakıyor mu?

Bugün zor olan neden yarın kolay olsun. Aslında bugün zor olanın okuru yine var, ama yarın, bugün zor olduğu düşünülen eser, zora hevesli daha çok insan tarafından bilinir hale gelecek. Yani aslında bu, gelecekte edebiyat algısı değişecek ve ben daha iyi anlaşılacağım meselesi değil. Bu söylediklerim kendi edebiyatım için değil, edebiyatın, iyi edebiyatın kendisi için düşündüğüm bir şey. Benim kendi edebiyatıma bakışımda zorluk-kolaylık meselesinden başka bir görüşüm var. Bir insan tipi var, o insan tipi için yazdığım şeyler kayda değer. Yarın da böyle olacak. En azından benim temennim bu şekilde. Elbette ben de bütün sanatçılar gibi unutulmamayı dilerim. Ama kötü anılacaksam, unutulayım daha iyi.

Öykü ve romanlarınızda bir baba karakterine mutlaka rastlıyoruz. Bu baba, çocuğunu yaralayan bir baba. Giden ve bir daha da dönmeyen bir baba. Hayatınız hakkında biraz bilgisi olanlar, mutlaka hayatınızla ilişkilendiriyor olmalı bu durumu. Siz başka neler söylersiniz bu konuda?

Bir açıdan doğru bir tespit ama on kitabım var benim, başka bir takım karakter, fikir, tema açısından durum değerlendirilse başka kesişen kümeler de çıkar ortaya. Baba diye birinin olması ise gayet normal. Anneler de var. Buzdolabı tamircisi de var. Öte yandan ne yazdıysam elbette kendimden başlayarak yazdım. Mehmet’i Sakatlayan Serçe Parmağı, baba-oğul hakkında bir roman. Bir yazıyla bu romanın benim hayatımla ne tür bir ilişkisi olduğunu anlatmıştım, yinelemek gereksiz, ama hiçbir şey olduğu haliyle anlatılmaz- anlatılmıyor- anlatılamıyor- anlatılmamalı- anlatılamamalı vesaire, dolayısıyla o da eğilip bükülerek başkalaşarak ifadesini bulmuş bir roman. Ama hangi kökten çıktıysa o ağaçtır ya, ne kadar başkalaşsa da aynı sızının hikayesi. Bu, bende bu şekilde, başkasında başka şekilde anlatılacaktır, ama hep aynı yokluk, aynı hasret, aynı kederin ifadesi olacaktır.

Bazı yazılarınız zihnimde ciddi bir yer edindi. Örneğin “Aydın Ne Değildir” başlıklı yazınız ya da “Avcı Toplayıcılık Dönemi” başlıklı yazınız. Bu yazılarınızın toplamını görebileceğimiz bir kitabınız olacak mı?

Bazen bunları bir kitap yapayım diyorum, bazen kurmaca eserlerin yanında böyle hafif bir kitabın ne işi var diyorum. Bilmiyorum şu an. “Kavramlar Kelimeler” ve “Acayip Hakikatler” diye bir yazı dizim var, “Kavram Tamircisi” diye başlamıştı. Epeyce yazı oldu. Yarı kurgusal, epeyce eğretileme içeren yazılar. Kısmet.

Okuma hikâyenizi Sahaflar Çarşısı’yla ilişkilendiriyorsunuz. “Sahaflar Çarşısı bir bakıma kendinizi bulduğunuz, aslınıza rücû ettiğiniz bir mekân olmuş,” diyebilir miyiz?

Dersek yanlış olmaz; yani hayata ve geçtiğimiz evrelere baktığımız zaman önemli bir eşik gibi duruyor. Ama ayrıntılara çok kıymet veren bir yapım olsa da, acaba Kapalıçarşı’da çalışmaya başlamasaydım, Sahaflar Çarşısı’nı keşfetmeseydim, şu an kravatsız sokağa çıkmayan bir bankacı mı olacaktım. Zannetmem. Su akar yatağını bulur.

Düz bir anlatımla yazılan romanlarda, okur romandan kopsa bile birkaç sayfa sonra toparlayabiliyor. Mehmet’i Sakatlayan Serçe Parmağı’nda okur bir kopunca zor toparlıyor. Bu romanı yazarken sizin de metinden koptuğunuz olmuş muydu?

Elbette benim koptuğum olmadı, roman yazarken bahsettiğiniz türde bir kopma yaşamıyorum, çünkü başlarken bu meseleyi içimde halletmiş oluyorum. Başka türlü zaten mümkün olmaz gibi geliyor, zira çok hızlı ve tuhaf bir yaşam sürüyoruz, roman yazmaya bu açıdan elverişli hayatlarımız yok, en başından bunu halletmek gerek. Ben şimdiye değin kendimce bunu becerebildim. Yani romanı yazarken tamamen onun içinde olabilmeyi. Bundan sonra ne olur bilemem. Kurgu, okur için parçalı kurgu. Yazan için, bütünü bildiği için, gereken ayrıntının gerektiği zaman anlatıldığı bir bütün.

Yabancı editörlerle yaptığımız görüşmelerde tuhaf bir şeyle karşılaşıyorum, doğrusal hikayelere sahip romanlar arıyorlar yayınlamak için. Doğrusal hikaye, yani geçmişten geleceğe akan, ana karakterin etrafında gelişen, zamanın doğrusal aktığı. Çünkü kolay okunsun ve çok talep edilsin diye bir dertleri var. Faulkner bunu akıl edememiş demek. Böyle şeyler sanatsal değil, sektörel meseleler, bizi ilgilendirmemeli, metnin zor ya da kolay anlaşılması düşünülecek bir şey değil, siz hikayenize sadık kalıyor musunuz, yoksa bir takım amaçlar uğruna onu eğip büküyor musunuz, meselemiz bu.

Süngü’yü okurken iki arada bir derede bir hâl üzere oluyorum. Ne tamı tamına kederleniyorum, ne de seviniyorum. Fakat İnsanın Acayip Kısa Tarihi bütün fikirlerimi değiştirdi. Bu romanın alt metninde derin sızılar var. Romanın ilk satırından son satırına değin hissediliyor. Bu açıdan İnsanın Acayip Kısa Tarihini diğer eserlerinizden ayırabilir miyiz, neler söylersiniz?

Her okur, her kitabı kendince bir yere koyar elbet. Benim de okur olarak hep yaptığım bir şey. Ama o hikayenin yazarı olarak elbette onu ayrı bir yere koymuyorum. Yazdığım şeyleri seviyorum, onların bende neye karşılık geldiklerini biliyorum, bu anlamda Serçe Parmağı benim için başka bir açıdan özeldir, bu anlamda Düş Kesiği en değerli romanımdır, haricen Deli Gömleği’nin yeri ayrıdır içimde, İnsanın Acayip Kısa Tarihi de yazdığım dönem, o dönemki halim nedeniyle kendine has bir yere elbette sahip, ama diğerleri bir yana o bir yana diyebileceğim bir kitabım değil, öyle diyebileceğim bir eserim varsa, bu, Düş Kesiği’dir.

Yazarken ya da yazınızı tamamladıktan sonra, metin üzerinde düzelti yapar mısınız? Bu süreç nasıl işler?

Bu soruya roman yazımı açısından cevap vereyim. Romanı bitirdikten sonra bir kaç kez üzerinden geçiyorum. Ama yazarken zaten çokça not alarak yazdığım için, yani epeyce planlı ilerlediğim için çok fazla eksiltme yapmaya gerek kalmıyor, (ya da gerek duymuyorum diyeyim) bilgi, olay, ayrıntı tekrarı romanı zayıflatacak etkenlerdendir ya, o konu da not alarak ve planlı çalıştığım için pek sıkıntı olmuyor. Ama her şeyin daha iyi bir ifadesi bulunabilir elbet, oynamalar, eklemeler, çıkarmalar muhakkak yapıyorum. İşin aslı, roman yazmayı daha keyifli kılan da bu aşaması. Bittikten sonra başlayan ince işçilik.

Öykü ve romanlarınızdaki ben-anlatıcının yabancı dil ve farklı kültürlerle arası iyi görünüyor. Süngü’nün yabancı dil ve farklı kültürlerle arası nasıldır?


Beş altı dilde size deri ceket satabilirim. Ama o kadar, yabancı dil düzeyim Kapalıçarşı düzeyinin ötesine geçemedi hiç. Üstelik araya zaman girince dil uçup gidiyor da. Farklı kültürlere meraklı sayılmam, okumayı severim, yaşamayı ve şahit olmayı sevmem, benim için fazla heyecanlı şeyler bunlar, dünyayı dolaşacağıma güvenli evimde oturup dünya hakkında kitap okumayı tercih ederim. Kendim hakkında çok kesin konuşmaya başladım, bu pek hoş değil. Bu tarz kesinlikler, pek iyi değil. Olmuş da bitmişiz gibi.

Öykülerinizdeki ben-anlatıcı hiç tekin gelmiyor bana. Her an bir taşkınlık yapacak, birilerine zarar verecek gibi. Öykü sonlarında da alçak gönüllü, uysal ve çilekeş olduğunu düşünüyorum ben-anlatıcının. Postmodern anlatıların özelliklerinden biridir bu durum. Ben-anlatıcının böyle olmasını, yalnızca buna bağlamamalıyız diye düşünüyorum. Neler söylersiniz?

Siz bana bağlayacaksınız bence ben anlatıcının bu halini ama nezaketinizden yapmıyorsunuz. Ben anlatıcı hele ki bilinç akışı ile kullanıldığında insanın doğal olarak bütün gelgitlerini, çelişkilerini, muzipliklerini, kederini, hüznünü, neşesini aktarmak için işlevsel. İçe bakınca, içte bunlar var. Sadece bende değil herkeste var. Ben sadece elimden geldiğince dibe bakmaya çalışıyorum. Dip çok karanlıksa onu anlatılabilir kılan ironi oluyor, yoksa ağlak metinlerden sıtkımız sıyrılır. İşin içine ironi girince anlatıcının tekin gelmemesi doğal. Postmodern olduğu için böyle oluyor değil, böyle olduğu için belki postmodern bulunuyor.

İtibar 71’deki öykünüzü Sezai Karakoç’un bir dizesiyle taçlandırıyorsunuz. Karakoç’un “Masal” isimli şiiri, Süngü’nün sesiyle ve anlatımıyla öyküleşiyor. Şu an elimizdeki en taze, en sıcak öykünüz bu. Tekrar eden cümleler, metinlerarasılık, baba karakterinin ölmesi, babasının ölmesi üzerine büyüdüğünü fark eden bir erkek çocuk… Son öykünüze dair çıkardığımız bu küçük tespitler, aslında önceki öykülerinizi de anlatıyor. Bu konuya nasıl bakıyorsunuz?

Benim hakkımda bilgi sahibi olmanız sizi yönlendiriyor, bu gayet normal, ama bazen istatistik en büyük yalancıdır dendiği gibi, bazen bir bilgiden yola çıkarak verilecek hüküm yanıltıcı olabilir diyeyim ben de. “Masal” şiirini seçmemin nedeni orada bir babanın ölmesi değildi, yedi oğulun batıya gitmesi ve altısının değişmesi, yedincinin kendi kalmaya direnmesiydi. Babanın ölmesi yan olay.

Bir söyleşinizde “Gençlere ihtiyarlamalarını tavsiye ederim” diyorsunuz. İhtiyarlık tavsiye edilen ve istenen bir şey değildir normalde. Aynı söyleşide, gençliği bedenle ilişkilendiriyor, budala sözcüğüyle kullanıyorsunuz. Oysa gençlik, zihinle de alakalı bir şey değil midir? İhtiyar bir insanın, duygu ve düşüncelerinin zindeliği onu genç ve diri bir insan yapmıyor mu gözümüzde? Ayrıca ihtiyarlar da budala olabiliyor. Bu konu üzerine biraz konuşalım istedim, neler söylersiniz?

Neden genç ve diri dediğinizi düşünmelisiniz, düşünmeliyiz. Gençlik ile dirilik neden yan yana? Zindelik, neden gençliğe has? Ya da dirilik çok mu güzel, zindelik çok mu kıymetli? Bilgelik ne olacak, ya da ne olacak demeyelim, ne oldu; bir zamanlar bilgelik diye bir şey vardı. Bunlar bir soru olsun bize, öte yandan söyleşide gençlere ihtiyarlamalarını tavsiye edişim elbette bir muziplik içeriyor. Gençlik heyecanı kıymetli, ama savurgan ve kibirli de olmaya itiyor insanı. Sanat-edebiyat biraz olgunluk gerektiriyor. Pişmek gerekiyor. Gençlerin sorunu gençlik, fırsat olacak şey, ziyan için malzemeye dönüşmemeli. Bu sebeple gençlere ne tavsiye edersiniz denmişti de ihtiyarlamalarını demiştim. Yani, azıcık daha olgun olabilmelerini. Ama dediğim gibi muzip bir cevaptı o, tavsiye verecek birisi değilim. Pek çok şey yaşayarak öğreniliyor. Bunların başında hayat geliyor.

Süngü’ye göre yazarın çilesi nedir? Word sayfasına ya da boş bir kâğıda bir şeyler yazamamak mı, bir şeyler yazabilmek için uygun fırsatı kollayamamak mı ya da yazmak üzere bir türlü zihnini toparlayamamak mı? Neler söylersiniz?

Yazarın çilesi kendisini yazmaya iten şey. Yazamamak çile olmaz. Yazamayan yazar değildir, yazar olmayanın yazar çilesi olmaz. Fırsat bulamamak da aynı. Yazmaktan daha değerli bir şeyin varsa, o sebeple yazmaya fırsat bulamıyorsundur, o halde yazar değilsindir zaten. Bunlar tabii çok slogan havasında sözler. Okuyan zanneder ki tuzu kuru, canı istedi mi oturup yazıyor. Öyle değil. Edebiyat tarihi nice örneklerle dolu, herşeye rağmen yazılır yazılacak olan. Zihnini toparlayamamak belki biraz ayrı tutulabilir. İnsan türlü şeyler yaşıyor. Ama insanı yazmaktan alıkoyacak bir dert varsa, o dert çok büyüktür, o dert varsa yazmayıversin. Şov mast go on değil yani.

Hatice Ebrar Akbulut

YORUM EKLE
YORUMLAR
Fatih
Fatih - 6 yıl Önce

Çok güzel bir söyleşi olmuş. Çok istifade ettim. Hem sorana hem de sorulana çok teşekkür ediyorum. Ne güzelsiniz!

Selma
Selma - 6 yıl Önce

Dengeli,yaşadıklarından sorumlu bir bakışa sahip,hakikat odaklı bir yazar Güray Süngü benim için. Sadece Cins'teki yazılarını okuyordum.Bundan sonra kitaplarını da okuyacağım.