Geçmişten Günümüze Müslüman Kardeşler

Bir süre Mısır'da kalan, Müslüman Kardeşler üzerine yüksek lisans çalışması yapan Ahmet Yusuf Özdemir, Müslüman Kardeşler hareketinin kuruluşundan günümüze geçirdiği süreçler, hareketin iç işleyişi, askeriye ile olan ilişkileri hakkında Yusuf Tunçbilek'in sorularını cevapladı.

Geçmişten Günümüze Müslüman Kardeşler

Tarihler 3 Temmuz 2013’ü, yani bundan tam üç sene öncesini gösterirken Mısır’da askeri bir darbe yapılmış, demokratik bir seçimle işbaşına gelen cumhurbaşkanı koltuğundan edilmişti. Şimdi daha net anlaşılıyor ki bu darbe sadece bir adamın koltuğundan edilmesi değil, birden parlayan bir umut ışığının, Arap Ayaklanmaları’nın söndürülmesi, İslam dünyasının yeniden karanlığa gömülmesiydi.

Hatta bu darbe Müslümanların siyaset yapma hakkının yok edilmesi, buna bağlı olarak radikal örgütlerin tezlerinin güçlenmesi ve sempatizan toplamaları, iç savaşların yoğunlaşması, mültecilerin Avrupa’ya akın etmesi, bazı Avrupa ülkelerinin AB’den çıkması gibi domino etkisi yaratan birbiriyle bağlantılı birçok olayı tetikledi bile diyebiliriz.

Anlayabildiğim kadarıyla dünya patronları Müslümanlara iki seçenek sunuyorlar: Ya benim kölem olacaksın ya da benimle radikal bir savaşçı olarak savaşacaksın. İstiyorlar ki Müslümanlar siyaset yapmasın, ilelebet kendilerine bağımlı ve muhtaç yaşasınlar. Yani özetle kendi kendini yönetebilecek itidalli bir Müslüman akıl istenmiyor.

İşte tam bu noktada Müslüman Kardeşler’in önemi bir kere daha ortaya çıkıyor. İslam dünyasını kısaca araştıracak olanlar Müslüman Kardeşler’in itidalli bir İslami hareket olduğunu rahatlıkla göreceklerdir. Özellikle Mısır Müslüman Kardeşlerinin... Durum böyle olunca Müslüman Kardeşler’in önemi, onun anlaşılması daha bir önem kazanıyor.

Bu sebeplerden dolayı, ismini her zaman haksızlığa uğramalarıyla duyduğumuz bu hareketin daha iyi bilinmesi gerektiğini düşündüm. Bunun için bir Müslüman Kardeşler uzmanıyla, Mısır’da altı ay kadar bulunan ve meseleye önyargılarıyla değil bilimsel olarak bakmaya çalışan bir isimle, Ahmet Yusuf Özdemir ile görüştüm. Ahmet Yusuf Özdemir’in Müslüman Kardeşler üzerine yaptığı yüksek lisans çalışması “Hasan el-Benna’dan Muhammed Mursi’ye: Mısır’daki Müslüman Kardeşlerin Siyaset Tecrübesi” adını taşıyor. Kendisi şu anda “Yabancı Savaşçıların İç Savaşlara Etkisi; Afganistan, Bosna ve Çeçenistan Örnekleri” başlıklı doktora tezine devam ediyor.

Onunla Müslüman Kardeşler hareketinin kuruluşundan günümüze kadar olan bütün süreçleri konuştuk. Hareketin iç işleyişinden askeriye ile olan ilişkilerine, Hasan el-Benna’dan Muhammed Mursi’ye kadar birçok meseleye değindik. Müslüman Kardeşler’in Araplar, Ortadoğu ve Müslümanlar arasında siyasal ve sosyolojik olarak nereye oturduğunu tespit etmeye çalıştık. Sonuç olarak verimli bir röportaj da oldu. Arap, Ortadoğu ve Müslüman coğrafyasına huzur gelmesi dileğiyle...

Müslüman Kardeşler’in daha çok bilmediğimiz yönlerini soracağım fakat ilk önce kuruluştan ve hareketin ilk yıllarından başlayabilir miyiz?

Müslüman Kardeşler’in bugün itibariyle Ortadoğu’da en köklü ve eski İslami hareket olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Hareket 1928 yılında Mısır’ın İsmailiye kentinde Hasan El Benna tarafından kurulmuştur. Benna’ya göre ülkedeki İngiliz etkisi Mısır toplumunun dini ve kültürel yaşamını olumsuz etkiliyor ve İslami geleneklerinden gittikçe uzaklaştırıyordu. Müslüman Kardeşler de kültürel, dini, ekonomik, siyasi, askeri gibi alanlardaki bunalımlara çözümün İslami düşünce etrafında kenetlenilmesinde olduğunu ifade ediyordu. Dönüşümün önce tabandan başlaması gerektiğini düşündüler. Bu anlamda sağlam bir temelin bireyin değişiminde yattığını görüyorlar.

Müslüman Kardeşler diğer gruplardan farklı olarak itikadi tartışmalara girmekten alabildiğine kaçınmıştır. Hasan El Benna zaten toplumun ciddi bir biçimde bölündüğünü, dolayısıyla ayrıştırıcı tartışmalara girmekten kaçınmak gerektiğini ifade ediyordu. Bu sadece düşünceyle de kalmıyor; hareketin kendi oluşumu içerisinde de bu birleştirici ögeyi görmek mümkün. şöyle ki; Hasan El Benna Mısır’daki Hassefiye tarikatına bağlı mutasavvıf olduğu kadar Muhammed Abduh ve Reşit Rıza’nın o dönemlerde çıkarmaya başladığı Menar tefsirinden de etkilenen bir şahsiyetti. Buradan hareketle Hasan El Benna Müslüman Kardeşler’i şu şekilde tanımlıyor: “Müslüman Kardeşler Selefi bir mesaj, Sünni bir yöntem, tasavvufi bir hakikat, siyasal bir örgüt, sportif bir grup, bilimsel ve kültürel bir bağ, ekonomik bir girişim ve toplumsal bir fikir.” Dolayısıyla hayatın her şeyidir Müslüman Kardeşler dediğimiz şey. Zaten ismine dahi baktığımızda hayattan kopuk başka bir şey olmadığını görüyoruz, Müslüman Kardeşler... Özel bir isimleri yol.

Hasan el-Benna’nın 1949’da vefatına kadar hareket ülke çapında güçlü bir ağa sahipti. Mısır’da yaklaşık 2.000 şube ve 600.000’e yakın üyesi bulunuyordu. Müslüman Kardeşler biraz önce dediğimiz gibi gayet hayatın içerisinde, insanların temel ihtiyaçlarını gidermek üzere hastane, okul, mescit inşa etmiş, gençlere yönelik kamplar organize etmiştir. Bir mühendis, bir doktor, hayatın içerisinde kim varsa Müslüman Kardeşler üyesi oluyor ve ona göre faaliyetlere katılıyordu. Hasan el-Benna’dan sonra ise hareket bir liderlik krizi yaşadı ve hâlâ yaşıyor; çünkü ondan sonra onun karizmasına sahip biri hâlâ hareketin başına geçmedi. Dolayısıyla 1950’lerden sonra hareket lideriyle değil Mısır sosyal ve siyasi hayatında oynadığı rolle kendinden söz ettirmiştir.

2011 yılında başlayan ayaklanmaların hemen ardından yapılan yorumlarda sık sık “Müslüman Kardeşler’in siyaset tecrübesi yok” şeklinde ifadeler kullanılmıştı. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Beni de en çok şaşırtan yorumlardan biri bu tecrübesizlik hakkındaydı. Çünkü yakından inceleyen birinin en son söyleyeceği sözlerden biridir bu. İnişli çıkışlı bir seyir izlese de “1952’den 2011’e kadar modern Mısır tarihinde en önemli siyasi muhalif hareket Müslüman Kardeşlerdir” ifadesi herhalde abartı olmayacaktır. Özelde Mısır genelde ise Arap siyasetinde kırılma 1952 yılında “Hür Subaylar Darbesi” ile gerçekleşti. Her ne kadar darbenin bugün en meşhur ismi Cemal Abdul Nasır olsa da darbeyi takip eden ilk iki yılda Cumhurbaşkanlığına General Muhammed Necip getirilmiştir. Bu dönemde Müslüman Kardeşler ve Hür Subaylar ekibi arasında yakın ilişkiler olduğunu söyleyebiliriz. Ancak 1954 yılında Mısır’ın İskenderiye kentinde Nasır’a karşı gerçekleştirilen suikast girişimi Müslüman Kardeşler ve Hür Subaylar arasındaki bağların kopmasına neden olmuş, rejim ilerleyen günlerde 4000 üyeyi hapse atmış ve bazılarını da idam etmiştir. Müslüman Kardeşler üyeleri daha sonra yaklaşık 20 yıl boyunca hapishanede kalmış, bir kısmı ise ülke dışına kaçmak zorunda kalmıştır. Bu dönem hareketin uluslararası ve daha radikal bir hale gelmesine neden olmuştur. 

1970 yılında Enver Sedat’ın başa gelmesiyle İslami hareketlere görece özgürlük tanınmıştır. Bu dönemde 29 farklı İslami hareket faaliyet gösterirken bunların kendi aralarında da ciddi tartışmalar yaşanmıştır. Bu dönemde özellikle eğitimli orta sınıf üniversite öğrencileri, harekete katılmalarıyla birlikte Müslüman Kardeşler’de yeni bir dönemin habercisi olmuştur. Hüsnü Mübarek dönemi Müslüman Kardeşler’in siyasal anlamda “altın çağı” olarak tanımlanabilir. 1984-2005 döneminde muhalefette dahi olsa mecliste bağımsız milletvekilleriyle siyasi tecrübe edinmiştir. Siyaseti kendi davetlerini daha iyi yapabilmek için bir araç olarak görmüşlerdir. Sırasıyla 1984 seçimlerinde 8, 1987 seçimlerinde 36, 2000 seçimlerinde 17 ve 2005 seçimlerinde ise 87 meclis üyesiyle rekor sayıya ulaşmıştır. 2005 seçimleri özellikle Mübarek yönetimi tarafından endişe ile karşılanmış ve Müslüman Kardeşler üyelerine yönelik kapsamlı tutuklamalar yaşanmıştır.

Müslüman Kardeşler’i ideolojik olarak nereye yerleştirebiliriz? Örneğin, Türkiye’de Müslüman Kardeşler deyince akla gelen isimler sadece Hasan el-Benna ve Seyyid Kutup gibi isimler oluyor.

Başta da kısaca ifade etmeye çalıştığım gibi hareketin kurucusu Hasan el-Benna mümkün olduğunca ayrışmalardan kaçınan, daha ziyade tebliğ çalışmalarıyla uğraşan bir şahsiyet olarak karşımıza çıkıyor. Piyasada Türkçesi de bulunan Risaleleri belli dönemlerde hareket üyelerinin dini/siyasi gelişimi için yazdığı mektupların bir toplamından oluşuyor. Her grupta olduğu gibi Müslüman Kardeşler’de de hapishanede geçirilen dönem (1954 sonrası) ağır olmuştur. O dönemlerde ciddi tartışmalar ve zihni anlamda kırılmalar yaşanır. Türkiye’de bu durum daha sınırlı şekilde takip edildi. 

Seyyid Kutup daha ziyade “Yoldaki İşaretler”i ile tanınır Türkiye’de. Seyyid Kutup sıkça dillendirildiğinin aksine hiçbir zaman Müslüman Kardeşler lideri olmamıştır. Esas itibariyle harekete üye oluş tarihi 1953 gibi görece epey geç bir dönem. Bunu özellikle vurgulamak gerekiyor, her ne kadar Türkiye’de Seyyid Kutub, Fi Zilali Kur’an ve Yoldaki İşaretler kitaplarıyla tanınsa da uzun yıllar Mısır’ın önemli reformist İslami düşünürlerinden biridir aynı zamanda. Örneğin kendisi daha genç yaşlarında bir edebiyatçı olarak karşımıza çıkmış ve süreç içerisinde sosyal, siyasal ve İslami konular üzerine yoğunlaşmıştır. Bu konuda Kur'an'da Edebi Tasvir ve Kur'an'da Kıyamet Sahneleri önemli iki çalışmasıdır.

İnsan ortaya bir fikir koyuyorsa o fikrin arkasında belli bir psikolojik alt yapı da oluyor. Ancak Kutup’un 12 yıllık mahkumiyet süresince gördüğü işkenceler yüzünden ideolojik olarak farklı bir noktaya evrildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Burada yapılan en büyük hata Müslüman Kardeşler’in Seyyid Kutup’un eserlerinden etkilendiğini ifade etmek. Esas itibariyle Seyyid Kutup, Müslüman Kardeşler teşkilatından ziyade 1970’lerden itibaren Mısır’da artan militan İslami hareketlere ilham kaynağı olurken, Müslüman Kardeşler kendi retoriğini geliştirmiştir. Ve Cemal Abdül Nasır döneminde gördüğü işkencelere rağmen silahlı mücadeleden uzak duracağını dil getirmiştir.

Müslüman Kardeşler hareketinin ikinci bir lideri var, Hasan el-Hudeybi’dir. Hasan el-Hudeybi’nin kaleme aldığı “Davetçiyiz, Yargılayıcı Değil” isimli eser bu konuda önemlidir. Müslüman Kardeşler’in, Seyyid Kutub ve özellikle Pakistanlı düşünür Ebul Ala el-Mevdudi ile fikirlerinin nasıl ayrıştığını göstermesi açısından önemlidir. Ülkemizde fazla bilinmese de Hasan el-Hudeybi açıkça Mevdudi’nin bir dönem İslamcıların başucu kitaplarından olan “Kuran’a Göre Dört Terim”ine karşı bir duruş sergilemiş, yaptığı çıkarımları eleştirmiştir.

Yavaştan güncel duruma da geçelim. 25 Ocak Devrimi, Müslüman Kardeşler iktidarı ve en son darbeye giden süreç nasıl gelişti?

Bu sürecin nasıl ve neden bu şekilde geliştiğini daha iyi anlayabilmek için Müslüman Kardeşler’in iç dinamiklerinde yaşanan bir kırılmaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Grubun 83 yıllık uzun tarihi boyunca bütün liderler ölene kadar liderlik yapmışlardır. Ancak 2010 yılında beklenmedik bir şekilde dönemin Müslüman Kardeşler lideri Mehdi Akif reformistlerin eleştirileri sonrasında hareketin tarihinde görülmemiş bir biçimde görevi bıraktığını açıklamıştır. Mısır ve Ortadoğu’nun hızla demokratikleşme sürecine gireceği günlerin hemen öncesinde bu tarz bir dönüşüm harekete ivme kazandırabilirdi. Fakat Akif’in yerine hareketin içerisinde şahin kanat diye adlandırabileceğimiz bir grup yönetimde söz sahibi olmuş ve reformist pek çok üyeyi karar mekanizmalarından uzaklaştırmıştır. Yani aslında “Arap Baharı” denilen süreç öncesinde Müslüman Kardeşler içinde tersine bir dönüşüm olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır.

Arap Ayaklanmalarının en meşhur sloganlarından bir tanesi “ekmek, özgürlük ve sosyal adalet”tir. Burada halk hareketlerinin İslamcı bir devrimden ziyade, liberal ve laik bir dönüşüm talebini göstermesi açısından sloganlar önemlidir. Protestolara bakıldığı zaman çok fazla İslami bir slogan görülmüyordu. Biz maalesef sonuca bakarak başa doğru okuma yapıyoruz. Sürekli İslamcılık veya konumuzda olduğu gibi Müslüman Kardeşler odaklı incelemeler yapmaya çalışıyoruz. Hâlbuki Arap dünyasında Arap milliyetçisi, sol, sosyalist, liberal hareketlerin de azımsanmayacak rolü var. Bunun Ortadoğu’yu ve Arap düşüncesini anlamaya çalışırken sağlam bir zemine oturması gerekiyor. Arap Ayaklanmaları’nın taşıyıcısı olarak gördüğümüz liberal ve sol gruplar da Mısır toplumunda hâkimler.

Eylemlere geri dönecek olursak; Müslüman Kardeşler’in eylemlere katılma konusunda görece daha temkinli davrandığını görüyoruz. Bunun sebebi şu: 80 yıllık geçmişe sahip bir hareket uzun yıllardır her türlü bahane ile hükümet tarafından üyeleri gözaltına alındığını da düşündüğümüzde daha temkinli davranmayı tercih ediyor. Protestoların başlamasından üç gün sonra geri dönüşü olmayacak bir sürecin başladığını anladıklarında meydanlara inmeye karar verdiler.

Mısır’da 59 yıllık bir sistemin devrilmesi sonrası Müslüman Kardeşler nasıl bir tavır sergiledi?

25 Ocak tarihinde başlayan ayaklanmalar 18 günün sonunda Hüsnü Mübarek’in görevi silahlı kuvvetlere bırakmasıyla sona erdi. Dolayısıyla bir devrimden ziyade görev değişikliği söz konusudur. Devrim köktenci bir şekilde bir sistemin tamamen dönüşüme uğramasıdır. Her ne kadar Hüsnü Mübarek yönetimini görevi bırakmaya iten ana etken halk tabanının ayaklanmaları olsa dahi, uzun süreden beri otoriter rejimler tarafından yönetilen Mısır’da demokratikleşmeyi kısa sürede beklemek yanlıştı. Özellikle bürokratik anlamda bir değişimden söz ediyorsak bu uzun bir zaman alacağa benziyordu. Fakat ayaklanan halk köklü değişimler istiyordu. Reformcu dokuz grubun imzaladığı bir çağrı metni buna örnek olarak gösterilebilir. Bu grupların yazdığı metinde Tunus’tan örnek alınarak, öncelikle anayasanın baştan yazılması, ordunun kışlaya geri dönmesi ve yeni kurulacak demokratik sistemin ana hatlarının belirlenmesi gibi talepler vardı. Burada amaç aslında otoriter bir rejimden demokratik bir sisteme geçmek, yıllarca kurulması engellenmiş siyasi partileri kurmak, belirli bir program oluşturmak ve sağlıklı bir seçime gitmek için zaman kazanmak düşüncesiydi. Buna karşın silahlı kuvvetlerin çizdiği yol haritasında ise Cumhurbaşkanlığı seçiminin daha serbest yapılması, kısa zaman içerisinde yapılacak seçimle yeni parlamentonun yeni anayasa yapması yönündeydi. Tabii askerin bu yol haritası en çok köklü ve deneyimli hareketlere, özellikle Müslüman Kardeşler’e yarayacaktı. Ki Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanı olmasıyla bu tez doğrulanacaktı. 

Darbe yahut asker mağduru olan Müslüman Kardeşler ne yazık ki silahlı kuvvetlerle biraz birlik olmuş gibi duruyor. Pek bilmediğimiz ama ciddi yankıları olan bir olay değil mi bu?

Evet, aynen öyle. Esasında benzer bir durumu 1952’de Mısır Kralı Faruk’a karşı gerçekleştirilen Hür Subaylar darbesinde de gözlemlemek mümkün. Müslüman Kardeşler darbede önemli bir rol oynamasa da desteğini açıklamış ve sonrasındaki iki sene boyunca subaylarla yakın ilişkiler kurmuştur. Aradan geçen 59 yıl sonra yine askerle masaya oturduğunu görüyoruz.

Tabii 2011’de başlayan ayaklanmalar sonrası “orduyla Müslüman Kardeşler anlaştı” yönündeki iddiaları Müslüman Kardeşler’in önemli liderleri bir yandan yalanlıyor fakat bir yandan da orduya ve güvenlik güçlerine destek vermekten çekinmiyorlardı. Örneğin askeriyenin yönetimi bırakmak istememesine karşı liberal ve sol devrimci örgütler tarafından 27 Mayıs 2011 tarihinde orduya karşı bir “Öfke Günü” tertip edildi fakat Müslüman Kardeşler buna katılmayı reddetti. Tabii bu arada yapılan referandum sonucunda anayasa kısmi anlamda değiştirilerek hızlıca bir seçim dönemine girildi. Yapılan seçimler sonucunda Müslüman Kardeşler’in partisi “Hürriyet ve Adalet” seçimlerden birinci, Selefi Davet hareketinin partisi “Nur” ikinci çıktı. Genelde laik ve liberal bir hüviyet ile yola çıkan Mısır ayaklanması sonucunda mecliste temsil edilen ve yeni anayasayı hazırlayacak olan partilerin %75’i İslami hareketlere bağlı partilerden oluşuyordu. Yani sonuç olarak askeriyenin yol haritasından hemen hemen tek kârlı çıkanlar bu anlamda İslami hareketler olmuştur.

Peki, Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanlığına giden süreç nasıl işlemişti?

Parlamento ve anayasa komisyonunun ardından Mısır siyasetinin son kalesi zaten cumhurbaşkanlığı makamıydı. Cumhurbaşkanlığı seçimine giden yolda da ülke durulmadı. 25 Ocak 2011’de ayaklanmalar başlamış, 30 yıldır cumhurbaşkanı olan Hüsnü Mübarek koltuğunu bırakmış ve esasında çok kısa bir süre sonra -1 yıl 3 ay- cumhurbaşkanlığı seçim süreci başlamıştı. Burada sistemsel bir kriz de söz konusu diyebiliriz.

Burada ilginçtir bir bilgi paylaşmak istiyorum, ayaklanmaların ilk başladığı günlerde Muhammed Mursi bizzat yaptığı açıklamada herhangi bir güç arayışı içerisinde olmadıklarını, sadece sürece katılmak istediklerini, hâkimiyet kurmak istemediklerinden cumhurbaşkanı adayı da göstermeyeceklerini belirtmişti. Sonra bu kararı teyit eden bir biçimde hareketin liderlerinden açıklamalar gelmeye devam etti. Ancak sürecin beklenilenden farklı ve hızlı gelişmesi bu kararın değişmesine ve Müslüman Kardeşler’in kendi adaylarıyla seçimlere girmesine yol açtı. Tabii bu durum hareket hakkında kafalarda soru işaretleri oluşmasına da neden olmadı değil. Bunun temel sebebiyse, Müslüman Kardeşler’in cumhurbaşkanı göstermemek kararının hareket üyeleri arasında ayrışmalara yol açması. 70’lı yıllardan beri Müslüman Kardeşler’in önemli isimlerinden olan Abdul Munim Ebul Futuh gibi reformist üyeler cumhurbaşkanlığı sürecinde aday gösterilmemesi kararını sert bir dille eleştirmiştir. Ebul Futuh bunun sonucunda hareketten ihraç edildi. Bu tasfiyelere rağmen Müslüman Kardeşler’in aldığı karar değişikliği itibar kaybetmesine de yol açtı diyebilirim.

Bu cumhurbaşkanlığı seçimi modern Mısır tarihindeki en hareketli cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Sol, seküler, liberal, selefi, eski rejime yakın isimler, liberal İslamcılar gibi birçok adayın yarışmasına sahne oldu. Mısır’da bir adayın cumhurbaşkanı olabilmesi için %50 oy alması gerekiyordu. İlk turda Muhammed Mursi birinci olurken ikinci olan isim Hüsnü Mübarek’in bir dönem başbakanlığını yapan Ahmet Şefik’ti. Dolayısıyla ikinci turda Mursi “devrimin adayı” iken, Şefik “eski rejimin temsilcisi” olarak karşımıza çıkıyordu. Yani Mursi’ye oy vermeyen otomatik olarak orduya oy verir gibi bir handikap orta çıkmış vaziyetteydi.

Şimdi burada biraz önce anlattığım bir mesele vardı, oraya geri dönmek istiyorum. Cumhurbaşkanlığı seçim süreci devam ederken sokak eylemlerinin yeniden artmasına sebep olacak tartışmalı kararlar alınmıştır. İlk olarak Hüsnü Mübarek ve ekibi yolsuzluk ve ayaklanmalar sırasında eylemcilerin öldürülmesine sebep olmak suçlamalarından suçsuz bulunmuştur. İkinci karar ise çoğunluğunu İslami partilerin oluşturduğu parlamentonun feshi kararıdır.

Darbe Muhammed Mursi indirilmeden önce de yapılmış aslında...

Kesinlikle. Aslında alınan kararlar bunlarla da sınırlı kalmıyor. Yüksek Askeri Konsey 2011’de değiştirilen anayasaya ilave maddeler eklediğini açıkladı: Ordu cumhurbaşkanından bağımsız hareket edebilen otonom bir yapıya sahipti, yeni parlamento kurulana kadar yasama hakkına sahipti, anayasa komisyonunun görevi tamamlayamaması durumunda 100 kişilik yeni bir komisyon atama hakkına sahipti. Yani oluşan tabloya baktığımızda seçilecek olan cumhurbaşkanı parlamentosu olmayan ve ordu/yargı gibi bürokratların siyasete müdahale hakkı olan bir ülkeyi yönetecekti. Bu baskılarla birlikte yapılan seçimlerde Muhammed Mursi 50 milyon seçmenin %51,8’inin katılımıyla gerçekleştirilen seçimlerde kullanılan oyların %51,7’sini almayı başardı. Hüsnü Mübarek’in eski başbakanı Ahmet Şefik ise %48,2 almıştır.

Şimdi Muhammed Mursi’ye yapılan darbeye geldik...

Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi makamda olduğu bir yılda öncelikle eski rejimin kalıntıları olan ve demokratikleşmeye olumsuz etki eden ordu/yargıyla mücadele etmiştir. Bu süreçte ilk önemli sınav Sina Yarımadasında gerçekleştirilen saldırıdır. 5 Ağustos 2012 tarihinde meydana gelen olayda 16 askerin öldürülmesi iki ay önce iktidara gelen Muhammed Mursi’yi zor duruma soktu. Muhammed Mursi yapılan eleştiriler sonucunda istihbarat başkanı Murat Muvafi’yi, ardından savunma bakanı, genelkurmay ve yüksek askeri konsey başkanı Hüseyin Tantavi’yi görevden alıp yerine Abdülfettah Sisi’yi getirmiştir. Bu olay 1952’den bu yana Mısır’ın en etkili kurumu olan orduya bir sivilin ilk defa müdahale edişidir.

Mübarek sonrası yazılacak ilk sivil Mısır anayasası da önemli tartışmaları beraberinde getirmiştir. Özellikle 2. madde üzerinde yapılan tartışmalara değinmem gerekiyor. Bu madde 1971 yılındaki anayasadan alınmış olup devletin dinini İslam, kanun koyucu olarak ise İslam şeriatı kabul edilmiş ve bu İslam şeriatının Sünni dört mezhep olduğu daha sonra 219. maddede belirtilmiştir. Bu maddelerle birlikte El-Ezher’e ayrıcalık tanınıyor, Hristiyan ve Yahudiler azınlık olarak tanımlanıyordu. Orduyu ilgilendiren maddelerde ise ordunun sivil siyasetten bağımsızlığı vurgulanıyordu. Yani yeni anayasanın kazananı bir noktada orduydu. Tüm bu tartışmalar sürerken Cumhurbaşkanı Mursi 22 Kasım 2012’de bütün partilerin kendisine tavır almasına yol açan 6 maddelik bir anayasa beyannamesi yayınladı. Seçimden önce ordunun kendi elinden aldığı hakları bu beyanname ile geri aldı. Bazı kriz durumlarında Cumhurbaşkanın elini güçlendirecek bu maddeler bir boşluk anında Müslüman Kardeşler sanki bütün ülkeyi ele geçirecekmiş gibi algılandı ve krizin derinleşmesine neden oldu. Bundan sonra Müslüman Kardeşler aleyhine birçok yerde protestolar düzenlendi, örgüt ve parti ofisleri saldırıya uğradı. Kavga o kadar büyüdü ki Müslüman Kardeşler ve Mursi karşıtları arasında yaşanan çatışmalarda pek çok insan hayatını kaybetti.

Sen bu çatışmalara hiç şahit oldun mu?

Evet tabii. Benim bu meseleyle alakalı bizzat şahit olduğum iki olay var. Tahrir Meydanında bulunan meşhur Muhammed Mahmut Caddesi girişine asılan “Müslüman Kardeşlerin Girmesi Yasaktır” yazısını hiç unutamam. Aynı şekilde cumhurbaşkanlığı sarayı etrafında Müslüman Kardeşler ve Mursi karşıtı iki grup arasında yaşanan çatışmaydı. Bu çatışmalar birkaç gün sürmüş, pek çok insan hayatını kaybetmişti. Ertesi gün Müslüman Kardeşler üyelerinin cenazesinin El-Ezher’den kaldırıldığına şahit olmuştum. Toplumsal kutuplaşmayı tüm çıplaklığıyla görmek mümkündü.

Bütün bu kargaşa ve siyasi kriz ortamında anayasa komisyonu çalışmalarına devam etti ve kısa sürede anayasa yazımını tamamladı. %32 gibi düşük bir katılım-referandum ile birlikte bu anayasa kabul edildi. Tabii bu arada Mısır medyası Mursi aleyhinde müthiş bir karalama kampanyası başlatmıştı. Şöyle haberler yapılıyordu: “Piramitlerin 99 yıllık geliri Katar’a kiralandı. Mursi bizim tarihi değerlerimizi Katar’a verdi”, “Gazze’deki tünellerden geçerek Mısır’a ulaşan 3000 Hamas Militanı Mursi’nin yakın korumalığını yapıyor” şeklinde belli algı operasyonları yaptılar. Darbeye giden süreçte Mursi’nin her geçen gün yalnızlaştığını izledik.

Müslüman Kardeşler iktidarı yahut Mursi iktidarında Mısır’ın bölge ülkeleriyle ilişkileri ne durumdaydı?

Başta da ifade ettiğim gibi Müslüman Kardeşler Ortadoğu sosyolojisinin/ siyasetinin en önemli, en aktif İslami hareketlerinden bir tanesidir. Hemen hemen her Arap ülkesinde uzantısı olan bir gruptan bahsediyoruz. Bu hareketin Mısır gibi kritik bir ülkenin başına gelmesi aslında bir krize de neden oldu; çünkü özelikle Mısır’daki ayaklanmalara benzer tarzda gelişmeler olacağına dair bölge ülkelerinde bir korku meydana geldi. Ayrıca Mursi’nin İran ile yakınlaşması da Katar hariç bütün Arap ülkelerinin darbeye destek vermesine yol açtı. Mursi, İran ile Mısır’ın arasındaki ilişkileri düzeltme kararı almıştı. Bunu İslamcı bir dış politika olarak okuyanlar da var ama ben bunun gayet pragmatik bir olay olduğu kanaatindeyim.

Bu ziyaretiyle 1979’dan bu yana İran’ı ziyaret eden ilk Mısır Cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursi, İran’a Bağlantısızlar Hareketi’nin toplantısı için gitmişti. Mursi’nin İran’a daha ılımlı tavrı eleştirilse de o İran’daki toplantıda (Ağustos 2012) Suriye’deki halk ayaklanmalarını desteklemiş, baskıcı Esad yönetimini eleştirmiştir. Yine Mursi 15 Haziran tarihinde Kahire’de düzenlenen “Suriye’ye Destek” mitinginde Hizbullah’ın Suriye’yi terk etmesi gerektiğini söylemiş, Şam’daki büyükelçinin geri çağırılacağını ve Mısır’ın Suriye rejimi ile olan diplomatik ilişkileri keseceğini duyurmuştu.

Neredeyse bütün Arap ülkeleri, özellikle Körfez ülkeleri Mursi’ye yapılan askeri darbeye destek verdi. Bunun sebebi neydi?

Bunu daha iyi anlayabilmek için “Arap Soğuk Savaşı” olarak tanımlanan dönemde 1954-1970 arasındaki bölge siyasetini hatırlamamız gerekiyor. Özetle Pan-Arap Cemal Abdul Nasır yönetimi ile başını Suudi Arabistan kralı Faysal’ın çektiği Pan-İslamcı Körfez ülkeleri arasında cereyan eden bir mücadele bu esasında. Mısır-Suriye-Irak gibi Arap milliyetçisi sosyalist ülkeler Müslüman Kardeşler üyelerine baskı uyguladıklarında, üyeler Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Katar gibi ülkelere sığınmışlardır. Orta ve üst kesimlerden olan bu Müslüman Kardeşler üyeleri Körfez ülkelerindeki modernleşme hamlelerine ön ayak oldular, üniversitelerde istihdam edildiler ve bu sayede bu ülkelerdeki etkilerini artırdılar. Süreç içerisinde öyle bir döneme girildi ki Arap ülkelerindeki en büyük tehdit İsrail veya İran olmaktan çıkıp Müslüman Kardeşler haline gelmiştir. 3 Temmuz 2013’te yaşanan askeri darbenin ardından Suudi Arabistan, Kuveyt ve BAE’nin Mısır’ın ekonomisine destek olmak için 12 milyar dolar bağışlayacaklarını taahhüt etmeleri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.

Esasında Körfez ve diğer Arap ülkeleriyle Müslüman Kardeşler arasındaki ilişkilerin, hareketin geleceği açısından kritik öneme sahip olduğu kanaatindeyim. Zira Mısır’da hapis cezasına çarptırıldığı dönemde hareketin tamamen yok olmasını önleyen şey bu ülkelere sığınmalarıydı. 2013 yılındaki darbeden sonra ise aynı ülkeler Müslüman Kardeşler’i terörist olarak ilan ederek aslında grubun geleceği hakkında ciddi soru işaretleri bırakıyorlar.

Müslüman Kardeşler’in yasaklanması, IŞİD ve türevi örgütlerin çoğalması, bu savaş ortamı?

Ortadoğu’da uzun yıllar hüküm süren otoriter rejimlerin çok hızlı bir şekilde ortadan kalkması El-Kaide ve IŞİD gibi örgütlere alan açılmasına neden oldu. Bu tarz bir otorite-güç boşluğunun üzerine her ne kadar hataları olsa da diğerleriyle ılımlı siyasetle bir şeyler yapmayı amaçlayan hareketler baskılandıkça radikalleşme de aynı oranda hızlanıyor. Bu konuda 1990 Cezayir örneğinin önemli olduğu kanaatindeyim. Seçimlerden birincilikle çıkan İslami Selamet Cephesi’ne (FIS) karşı gerçekleştirilen darbe sonrası ülke şiddet sarmalı içerisine sürüklenmişti. Benzer bir süreci maalesef tekrar gözlüyoruz.

Türkiye’de Müslüman Kardeşler’e, Mursi’ye destek mitingleri oldu. Konsolosluk önünde ve Saraçhane Parkı’nda… Bu eylemleri nasıl okumak gerekir?

Mısır özelinde baktığımızda eylemlerin Türkiye iç siyasetiyle yakından ilişkili olduğunu gözlemlemek mümkün. 3 Temmuz 2013 tarihinde gerçekleştirilen darbenin hemen ardından İstanbul/Fatih’te Saraçhane Parkı’nda eylemler yapılmış ve bir ay kadar devam etmişti. Bu gösteriler, içinde, aynı dönemde yaşanan Taksim Gezi Parkı eylemlerine karşı reaksiyon da taşıyordu. Daha sonra bir arkadaşımın ifade ettiği gibi “İnsanlar Mısır’ın başına gelenler Türkiye’nin başına da gelmesin diyerek Saraçhane’ye katıldılar.” Benzer bir durumu Mısır Konsolosluğu önündeki eylemlerde de gözlemlemek mümkün. Eylemi düzenleyen parti veya örgüt kendi flamalarıyla alanlarda boy gösteriyor ve çoğu zaman alanlarda Mısır bayrağını nadiren görüyorsunuz. Zihin dünyamız sürekli Türkiye gündemiyle, siyasi tercihlerimizle meşgul. Eylemlere katılanların çoğunun Mısır’da ne olduğundan bihaber oldukları kanaatine varıyorsunuz bir süre sonra. Müslüman Kardeşler üyelerinin neler yaşadığına bir örnek olarak 25 yaşındaki gazeteci dostum Abdullah el-Fakharany’den bahsedebilirim. 30 Ağustos 2013 günü Rabia Meydanı’nda bir arkadaşını hastanede ziyaret ederken askerler tarafından tutuklandı. Abdullah 1038 gündür hapiste ve onun gibi binlerce örnek var.

Bilgilendirici bir söyleşi oldu, teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim, sağ olun...

Röportaj: Yusuf Tunçbilek

YORUM EKLE