Fatma Türk: Merkezinde insanı barındıran her konu daima günceldir.

Fatma Türk: Merkezinde insanı barındıran her konu daima günceldir.

Fatma Hanım, çok kısa aralıklarla iki öykü kitabı yayımladınız. Biyografinize baktığımızda köşe yazarlığı, şiir çevirileri ve çeşitli dergilerde öyküler yazdığınızı görüyoruz. Bu iki kitap bir birikimin sonucu mu ortaya çıktı? Yani çalışmalarınızı nasıl yürütüyorsunuz? Kitaplarınızın bir planı var mı yoksa öyküye göre farklı dosyalara atıp birikmesini mi bekliyorsunuz?

Evet, dediğiniz gibi bir sene arayla iki öykü kitabım yayımlandı. YTB’nin düzenlediği Türkçe Ödülleri yarışması, “Yabancılar Dairesi” isimli öykü kitabımın çıkmasına

vesile oldu. İkinci kitabımın öyküleri de bir yandan birikmeye başlamıştı. Kitabın yanı sıra dergi çalışmalarına da ağırlık verdim. İlk kitabımın içeriği daha serbest, konular birbirinden bağımsız, ikincisi ise bir konsept dâhilinde yazıldı. Bir birikimin sonucu diyemeyiz, her an yeni şeyler öğrendiğim edebiyat dünyasında, yazılan öyküleri o anlık sürecin bir sonucu olarak kabul edebiliriz. Değişime ve gelişime her vakit açık bir kalemle hikâyeleri karşılamak da ayrı bir heyecan konusu. Çalışan bir annenin ne kadar zamanı olabilirse o kadarını edebiyatla geçiriyorum. Bazen yazarak, bazen okuyarak edebiyatın çeşitli duraklarında demlenmeye çalışıyorum. Öykü yazmak, proje çizmek gibi bir şey değil bana göre. Bazen, bir bakmışsınız, hikâye kendi duygusuyla çıkıp gelmiş. Kapınızı ısrarla çalan öykü tohumları olduğu gibi, derinleri kazarak çıkarmak zorunda olduğunuz öyküler de olabiliyor. Bu nedenle yolda olmak önemli; çünkü karşılaşma anları ancak seyir hâlindeyken mümkün.   

Aynı zamanda Almanya’da sağlık personeli olarak çalışıyorsunuz. Türkiye’de yayımlanan dergileri takip ettiğinizi hatta birinde editör olduğunuzu yine biyografinizden öğrendik. Almanya’da, daha geniş olarak bakarsak Avrupa’da öykü ne durumda? Türkiye’de yazılan öyküden en azından konu olarak ayrı olduğunu düşünüyorum. Dergiler bu anlamda nasıl bir görev üstleniyor orada?

On beş yıldır uyku laboratuvarında teknik asistanlık ve tıbbi ürün danışmanlığı yapıyorum. Türkiye’deki dergileri takip etmeye çalışıyor, zaman zaman içerik gönderiyorum. Bu bazen bir öykü, bazen dosya yazısı, bazen de şiir çevirisi oluyor. Bir derginin mutfağında bulunmak bana çok şey kattı, bu arada Telve dergisi yazarlarının hepsi Avrupa’da yaşayan Türklerden oluşuyor. Bu açıdan çok kıymetli bir çalışma olduğunu ve her açıdan desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Avrupa’da öykü geçmişe göre kan kaybediyor diyebiliriz, romana daha fazla ağırlık veriliyor. Özellikle fantastik alanda geniş bir yelpaze var. Genç yazarlar yoğunlukla bu alana rağbet gösteriyor. Almanya’da edebiyat dergileri Türkiye’ye kıyasla daha seyrek, bizim dergi kültürümüz daha köklü, belki de vitrinleri seviyoruz...

‘Hastane Kokusu’ öncelikle kapağı ve ismiyle çok dikkat çekiyor. Kapakta bir şaman davulu görülüyor. Hikâyelerin ilkinde de Doktor Kam’ı görüyoruz. Şaman kültürünün sizdeki karşılığı nedir? Hikâyelerinin yazılmasının önemi nereden geliyor sizin açınızdan?

Kapakta tek bir görsel kullanmak istediğimiz için şaman/kam davulunu tercih ettik. Çünkü kam davulu bir tür mikrokozmostur. Davulun ortasında göğün direği bulunur. Bu aynı zamanında dünyanın eksenini temsil eder. Şamanın, insan ve evren arasındaki arabuluculuğu davulun üzerindeki simgelerle ifade edilir. Yaklaşık 14 bin yıllık bir geçmişe sahip olduğu düşünülen kam davulu, kuşaklar boyunca atalarımızdan bugüne aktarılan önemli bir simge. Yerleşik hayata geçmekle beraber eski inançlarımızla olan bağlarımız kopsa da birçok alışkanlık hâlâ yaşamaya devam ediyor. Örneğin; tahtaya vurmak, ağaca çaput bağlamak, kırmızı kurdele, kötü rüyaların suya anlatılması, ateşin suyla söndürülmemesi, nazar boncuğu, kurşun dökme, gece tırnak kesmeme, mezar taşları, evi tütsüleme gibi gelenekler sürdürülüyor. Kültürel kalıntılar yok sayamayacağımız kadar hayatımızın içinde. Altaylar’dan Anadolu’ya kadar etkisini sürdüren şamanizme öykülerimden birinde yer vermek benim için hem heyecanlı hem de keyifliydi.  

Sadece şaman kültüründen oluşan hikâyeler değil sizin hikâyeleriniz. Anadolu efsaneleri de var hikâyelerinize giren, zamanda yolculuk yapan fantastik hikâyeler de var. Hikâyelerinizin çıkış kaynağı nedir?

Öncelikle beni heyecanlandıran konular seçmeye çalışıyorum. Şahmeran eşliğinde Lokman Hekim’i anmadan, onu hikâyeme eklemeden geçmek istemedim. Yine zamanda yolculuk yaparak zulme uğramış insanlara yakından bakmak ya da ıssız bir adada kaderine terk edilmiş 80.000 köpeğin utancını gündeme getirmek benim için önemliydi. Yazdığımız metinler kurmaca da olsa bir tarafıyla hep bu dünyaya bakıyor. Merkezinde insanı barındıran her konu daima günceldir. İnsanı yakalayan duygular ilgimi çekiyor. Ne de olsa insanın serencamı bitmez, dolayısıyla tüketilemez. Yazdığım şey beni heyecanlandırmalı, inanmalıyım söylediklerime, evet belki de her şey çoktan yazıldı ama ben de yeni bir insanım ve yeni şeyler denemeye çalışmalıyım.

Hikâyelerinizin isimlerinde oda numaraları var. Her bir odada da farklı bir olay ve kişiler görüyoruz. Onları bu odalarda buluşturan ortak neden hastalıklar. Bu hastalıkların günümüzde karşılıkları vardır ama bazıları akıl sınırlarını zorluyor. Günlük iş yaşamınızda hastanede çalıştığınız için muhtemelen bu hastaları ya da hastalıkları görüyorsunuz. Daha sonra bunlar nasıl hikâyelerinize giriyor? Seçimlerinizi neye göre yapıyorsunuz? Yazma disiplininiz nasıl?

Bu kitapta yirmi oda var. Yirmi farklı hikâye. İnatçı hastalar, çelişkili doktorlar, mutsuz hemşireler birtakım sancılı yüzleşmeler yaşıyor. Onlarla birlikte biz de sorguluyoruz hayatı. Hastane koridoru asla sıradan bir yer olmadı benim için, daima yeni hikâyelere açılan bir hayat koridoru âdeta. Her kapının ardında yeni bir insan, yeni bir olay örgüsü karşılar insanı... Onlarca hayatın ufacık bir anına sızmamıza müsaade edilir. Ve alışveriş orada başlar. Jean Houston’un dediği gibi, “Hikâyeler değiş tokuş edilmek üzere vardır.” Hayatın bütün alanlarında bir şeyler alıp veriyoruz, bu etkileşim bazen bir öykü, bazen başka bir şey olarak gün yüzüne çıkıyor.

Kitabınız İbn-i Sînâ’dan bir alıntıyla açılıyor. Doğaüstü şeylerin doğada olabileceğine dair bir açıklama. Bu hikâyelerinizin temelini oluşturuyor diyebiliriz. O bozulma, kırılma, doğaüstüne geçme anlarını hikâyeleştiriyorsunuz diyebiliriz. Doğaya bakışınızı sormak istiyorum. Her zaman böyle ötesini görmeye mi çalışırsınız? Doğada sizi etkileyen, garip gelen ya da şaşırtan şeyler nelerdir?

İbn-i Sînâ’dan alıntıyla giriş yapmak istedim; çünkü o ruhların hekimi. Tıp ve felsefe alanında dehasıyla tanınmasının yanı sıra metafizik alanında da öncü bir isim. Onun metafiziği ilahiyatçı bir metafizik. Allah’la madde arasına akıl zincirini koyarak varlık bilincini anlamaya çalışır. Aslında hepimizin farkında olarak veya olmayarak yaptığı şey, varlığımızı anlamlandırmak, yaratılış gayemizi, eşyanın hakikatini anlamak. Bu da ancak bozulma, kırılma, dönüşme gibi evrelerle gerçekleşebilir. Doğa, anlayamadığımız şeylerle dolu. Dikkat kesildiğimizde doğaüstü gerçeklik tarafından kuşatıldığımızı görürüz. Örneğin rüyalar... Daima sihirlidir. Ruhun, beden zindanından çıkıp avlandığı, beslendiği, yeni tohumlarla döndüğü rüyalar âlemi sonsuz bir kaynak olabilir bizim için. Çünkü orada kontrol ve müdahale edemediğimiz bir şeyler var. Müthiş heyecan verici! Doğa başlı başına hayretler zinciri, mikrodan makroya yaratılmış her şey kusursuz bir planın eseri. Büyülenmeden geçip gitmek mümkün değil. Ve onca gördüğüm şeyden benim süzgecime takılan ne, işte bu soruyla meşgul olmak bile başlı başına keyifli bir eylem. Hayatımızın her anı ruhumuza bir şeyler eker, doğru zaman gelince o tohumlar yeşerir, biz yeter ki beklemesini bilelim. Ayrıca mucizeler her yerde var. Biz inansak da inanmasak da var, tabii ki ben inanmayı seçiyorum.

Şamanlarda kam hem din adamı hem şifacı. Hem bedeni hem ruhu iyileştirmeye çalışıyorlar. Bu ikisi arasında nasıl bir bağlantı var? Beden sağlığı ve ruh sağlığı arasındaki dengeyi sormak istiyorum, inancın buradaki rolü nedir?

Kam; dinî ritüelleri yerine getiren, buna önderlik eden, kutsal varlıklarla iletişime geçen, insanlar ve ruhlar arasında bir arabulucu. Ortaya çıkış amacı iyileştirmek. Yalnız iyileşme konusuna fiziksel ve ruhsal açıdan bir bütün olarak yaklaşılmış. İnsan ve hayvanları tedavi etmek, âlemler arasında iletişim sağlamak, gündelik hayatı kaliteli bir hâle getirmek onların başlıca görevleri arasında. Olaylara bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşmaları bana çok ilgi çekici geliyor. Hatta Türk boylarında hakanların danışmanlığını yapan kamlardan söz edilir. Tıpkı Osmanlı döneminde müneccimbaşları gibi. Attila’nın kayınpederi bir kammış mesela… Bunun yanı sıra eczacı, botanikçi, doktor, psikiyastrist gibi çeşitli meslek dallarını tek kimlik altında topladıklarını söyleyebiliriz kamlar için. Ruh ve beden sağlığı bana göre de ayrılmaz bir bütündür. Dünya Sağlık Örgütü, “Sağlığı, yalnızca hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik hâli” olarak tanımlıyor. Bu bağlamda inancın özellikle manevi açıdan ruhu besleyen, iyileştiren önemli bir akide olduğunu düşünüyorum. İnanan insan anlamlandırma yetisine sahiptir, bu da birçok açıdan yatıştırıcı ve rahatlatıcı nitelik taşır.

X-Ray Sıçraması’nda tarihin akışına bir müdahale görüyoruz. Sağlık araştırmaları için deney adı altında yapılan işkenceleri ele alıyorsunuz. Bu, değiştirmek istediğiniz bir âna sanat eliyle bir dokunuş diyebilir miyiz?

Bazen projektörü karanlıkta kalmış bir yere çevirerek birilerinin sesi olmak istersiniz. İlk gençlik yıllarımda Anne Frank’ın günlüğünü okuduğumda çok etkilenmiştim. Sanırım bazı duygular aradan uzun yıllar geçse de hortlayabiliyor. İlle de baş vermek isteyen inatçı başaklar her zaman bir yolunu bulup hikâyenize girebiliyor. Bu durumda yazmaktan başka çareniz olmuyor. Kalemi her zaman biz yönetmeyiz, bazen kalem size hükmeder.   

Çok etkileyici hikâyeleriniz olduğu kadar rahatsız edici olanlar da var. Nekrofil hikâyeniz gibi. Bu hikâyeyi yazmak zor olmadı mı? Üstelik gerçeklik payını da biliyorsunuz bu hikâyenin. Yazarken ya da karşılaştığınızda sizi zorlayan hikâyeniz var mı?

Nekrofil aslında narsist bir adamın öyküsü. Duygu vampirliğini somutlaştırarak ortaya koymaya çalıştım. Yazarken benim de yüzümü ekşittiğim yerler oldu; çünkü yazdığım şeye gerçekten inandım. Okuru bilerek bununla rahatsız etmek istedim. Narsisizm çağında yaşıyoruz ve etrafımız hastalıklı kişilerle dolu. Manipülasyon altında nice hayatlar zindana dönüşmüş hâlde. Bu öyküyle, bir narsistin asla doymayacağını, seçtiği kurbanın ölüsünden dahi nemalanacağını göstermek istedim.

Her hikâye kendi gerçekliğiyle doğuyor ve ortaya çıkana kadar sizi bir şekilde esir alıyor. Dışarıdan bakınca bu, zorlu bir süreç gibi görünebilir. Yazmanın kolay bir iş olduğunu asla düşünmedim.

Son soru olarak hikâyeleriniz yayımlandı. Çeviri şiirlerinizin olduğunu biyografinizden öğrendik. Aynı zamanda editörlük de yapıyorsunuz dergilerde. Bundan sonrası için çalışmalarınız ne yönde ilerleyecek? Öykü, şiir, roman, deneme… Bize şu an üzerinde çalıştığınız konulardan biraz bahseder misiniz? Çok teşekkürler.

Öyküler ve şiir çevirileri devam ediyor. Zihnimde demlenmeye bıraktığım konular var, onların hangi türde, hangi yöne doğru evrileceğini ben de merak ediyorum doğrusu. Bir de söyleşinin sonunda mutlaka eklemek istediğim bir nokta var, o da benim yolun henüz daha başında olduğum. Üstatlarımızı okurken kendi sesimi aramaya ve kitap ırmaklarında yıkanmaya devam edeceğimi vurgulamak isterim. Alice Munro, “Ölene kadar hayatınızdan anlaşılabilir bir öykü çıkarmaya çalışırsınız,” der. Bakalım anlaşılabilir bir öykü çıkarabilecek miyiz... Ne de olsa hayat bizi sürekli bir serüvene davet eder. Davete icabet etmemek olmaz. Bazen kendine bazen insanlara kaçmalı ama illa bir şeyler yapmalı...

Röportaj: Şafak ÇELİK

YORUM EKLE