Emrah Safa Gürkan: Bilim, sanat ve edebiyat özgünlük gerektirir

"Sultanın Korsanları: Osmanlı Akdeniz’inde Gazâ, Yağma ve Esaret 1500-1700” kitabının yazarı Emrah Safa Gürkan ile kitabın hikayesini konuştuk. Cemre Akbulut’un röportajı.

Emrah Safa Gürkan: Bilim, sanat ve edebiyat özgünlük gerektirir

Yeni kitabınız “Sultanın Korsanları: Os­manlı Akdeniz’inde Gazâ, Yağma ve Esaret 1500-1700” ile okurların karşısındasınız. Kitabınız ile ilgili neler söylemek istersiniz? Kitabınızda hangi konuları ele aldınız?

Bugüne kadar sadece idari bir perspek­tiften ele alınan Osmanlı korsanlığını hemen her açıdan incelemeye çalıştım. Osmanlı adını verdiğimiz korsanların aslında hangi etnik kökenlerden geldiklerinden korsanlı­ğın iktisadi fonksiyonuna, İstanbul ve Kuzey Afrika’daki korsan merkezleri arasındaki iliş­kilerden korsanlığın uluslararası hukuktaki yerine, korsan akınlarında kullanılan askeri taktiklerden Akdeniz’in kendine has iklim, rüzgâr rejimi ve topografyasının korsanlık fa­aliyetini nasıl etkilediğine, gazilerimizin deği­şen gemi teknolojisine nasıl adapte olduğun­dan güvertedeki yaşamın en ince detaylarına kadar daha önce incelenmemiş birçok mese­leyi 12 ayrı bölüm, 500 sayfada irdeledim.

Kitabın oluşumu ile ilgili ilk tohumlar ne zaman atıldı, yazım aşaması ne zaman baş­ladı ve bu süreç nasıl bir gelişme gösterdi?

Tek bir kitap üzerine proje geliştirmedim. 2004’ten beri İstanbul, Venedik, Floransa, Si­mancas, Paris, Madrid sürekli geziyorum, arşivleri ziyaret ediyorum, tarihçilerle görü­şüyorum, konferanslara katılıyorum. Korsan­lıkla ilgilenmeye 2004’te, bir önceki kitabı­mın konusu casuslukla alakadar olmaya ise 2008’de başladım. Bu süre içerisinde karşı­ma çıkan kaynakları, aklıma takılan soruları, orada burada bulduğum enteresan olayları, çelişkileri, süreklilikleri ve kırılmaları tema­tik bir şekilde not aldım. Bunlar belirli bir hacme gelir ve belirli bir tarihsel boşluğu doldurursa ilmi bir yayına imkân veriyor. Bu uzunluğuna göre makale de olabilir, kitap da.

Kitabın yazım aşamasında birçok kay­naktan yararlandınız bu kaynaklara ulaşmak konusunda zorluk çektiniz mi?

Hayır çekmedim. Zaten bu konuları seç­memin nedeni de bildiğim diller. Tarihçiliğe ilk atıldığımda aklımda daha modern dönem­leri çalışmak vardı, ancak Rusçam olmadığı için ve bildiğim diller daha önceki yüzyıllarda fark yaratabileceği için oralara odaklandım. Zira hem korsanlık hem casusluk sadece Os­manlı kaynaklarından yazılabilecek bir konu değildi. 12 yaşından beri okulda İngilizce eğitim yapılıyordu, üniversitede de Almanca, Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca öğrenmiş­tim. Yazları da genelde bu dillerin konuşul­duğu ülkelerde geçirirdim. Yüksek lisansta Farsça, doktorada da Latince, Portekizce ve Katalancayı da kitap okuyabilecek kadar öğ­rendim. Bunların paleografyası da Osmanlıcayla cebelleşmiş birini pek fazla zorlamaz. Ama dil öğrenmekten daha zoru onu unut­mamak. Sürekli bu dillerde film izlemek, ki­tap okumak, insanlarla konuşmak gerek. Her sene konferans ve çalıştaylara katılmak için ya da misafir öğretim üyesi olarak bir şekil­de Avrupa ülkelerine gitmeye çalışırım. Gitti­ğimde de genelde İngilizce değil oranın yerel dilinde ders vermeye çabalarım. Ama bu be­nim için bir hobi, tarihçilikten ya da yazarlık­tan ayrı bir şey, bulmaca çözmek gibi. Yoksa İtalyanca ya da İspanyolca makale yazmanın pek de kariyerime ya da bulgu ve fikirlerimin yayılmasına bir katkısı olduğu söylenemez.

Tarih ve edebiyat alanında özel bir ilgi­niz var bu ilginizin kaynağını oluşturan ana etken nedir?

Babam çok kitap okurdu. Çocukluktan beri sahaflara götürürdü, sonra kitaplar üze­rine saatlerce konuşurduk. Ana etken ken­disidir, birçok yazarla düşünürle erken yaşta tanıştıysam bunu kendisine borçluyum. Ben de bugün kızımla aynı şeyi yapmaya çalışıyo­rum, ama sıkmadan, yormadan tabii. Bir nevi oyun gibi. Bazen insanlar çocuklarına kitap okumuyor diye kızıyorlar, oysa sen kendin okumazsan çocuğun nereden merak salacak?

Kurucusu olduğunuz Ottoman History Podcast’i sormak istiyorum. Bu fikir ortaya nasıl çıktı ve nasıl kuruldu?

Fikir şöyle ortaya çıktı. Chris Gratien ile Georgetown Tarih Bölümü’nde çalışıyorduk, gene akşama kalmışız, muhabbet ediyoruz, tarihçilerin modern hayata ne kadar uyum sağlayamadığından bahsediyoruz. Benim aklıma bir fikir geldi, böyle boş boş konu­şacağımıza bir şey yapalım dedim. Hep söy­lenmekle olmaz. Ancak benim de teknoloji bilgim format atmaktan hâllice olduğundan esas fikir Chris’den geldi. Podcast diye bir şey var gidip röportaj yapalım dedi. İlk önce basit bir kayıt cihazı aldık, köpük bardak­lardan birini ters çevirip onu da tripot gibi kullanıyoruz, elimizdeki imkânlar bu. İlk önce bölümdeki bazı doktora öğrencileri ve profesörlerle röportaj yaptık ki 60 kişilik bir bölümdü, hoca bulmakta sıkıntı çekmedik. Sonra iş ciddiye binince donanıma biraz ya­tırım yaptık. İlk başta sadece İngilizceydi, daha sonra ben Türkçe yapmaya başladım, Fransızca, İspanyolca bile yaptık. Bir süre sonra dünyanın her yerinde dinlenen ve haf­tada bir düzenli yayın yapan ciddi bir web sayfası çıktı ortaya. Son 2-3 yıldır yoğunlu­ğum nedeniyle ben ilgilenemiyorum, başka arkadaşlara devrettim kendi kısmımı. Bu sırada tarihçi olarak ne kadar çok şey öğ­rendiğimi anlatamam, her röportaj yeni bir tarihçi, başka bir tarihçilik. Değişik alanlar­da ne oluyor ne bitiyor öğrenmek için ideal.

Yakın zamanda hayata geçirmeyi dü­şündüğünüz bir projeniz veya yeni bir kitap çalışması var mı?

Şu anda biraz dinlenmeyi düşünüyo­rum, 3 senede bir sürü makale ve konferan­sın yanı sıra 2 de kitap yazdım ki toplamda 1000 sayfa tutuyor. Sadece sonuncusunda 1900 küsur dipnot var ve bu çok zaman alan bir şey. Zaten kitap biter bitmez de kitap okumaya verdim kendimi. Daha önce okuya­madığım şeyler, Çin, Orta Asya Tarihi, bilim tarihi, bir iki roman. Film izliyorum ki sine­ma en büyük tutkularımdan biri. Kesintisiz üretmek insanın kendisini geliştirmesine engel olabilir, aynı metodolojik seviyede bir seri kitap yazmanın bir manası yok. Ya for­matı değiştirmek lazım ya da yeni sorular ve yöntemlerle haşır neşir olmak.

Yazar ile okuyucu arasında yazım dili ile sağlanan iletişim nasıl olmalıdır?

İlmi kitapların anlaşılır bir lisanla ve gerektiği ölçüde akıcı ve bazen de esprili bir üslupla yazılması gerektiğini düşünüyorum. Okuyucuyu metnin içine çekmek ve kendi­sine zorlamaya, yeni fikirlere direnç göster­memeye ikna etmek için bu şart. Ancak bu­rada dikkat edilmesi gereken nokta bunun bir basitleştirme, yazarın demek istediğini feda etme anlamına gelmediği. Bu para­metreler içinde en açık ifadeler kullanılma­lı. Genelde akademi bir statü olgusu olarak görüldüğü için akademisyenler olarak fildi­şi kulemizden okuyucuyla aramıza mesafe koymayı tercih ediyoruz. Bazen de sentaksı bozuk, muğlak ifadelerle dolu bir Türkçeyi insanlara bilimsel bir dil olarak dayatmaya çalışıyoruz. Her ikisi de yanlış. Ancak tekrar ediyorum amaç basitleştirmek değil, belir­ginleştirmek, daha anlaşılabilir kılmak. Zira ortaya sunulan argümanın karmaşıklığın­dan taviz vermemek lazım. Stilinden ilham aldığım yazarlar kim derseniz, tarihçi olarak hiç şüphesiz Fernand Braudel; diğer yazar­lardan da biraz daha zamanımızın ruhuna uygun olarak alaycı ve tasvir kırıcı olanları; mesela Ferhan Şensoy ve Perihan Mağden.

Türk yazarlar içerisinde bu kişinin eserleri beni yazar olmak için çok iştahlan­dırdı diyebileceğiniz bir yazar var mı?

Kemal Tahir’in tarihi sevmemde ve bu mesleği seçmemde etkisi büyüktür. Onun dışında değişik dillerde kitap okuyabiliyor­sanız bir süre sonra Türk yazar yabancı ya­zar diye bir ayrım kalmıyor. O yüzden Michel Zevaco, Umberto Eco, Emile Zola, Trevani­an, Turgenyev ve Marcel Proust’u da saymak isterim bana kitabı sevdirenler arasında.

Tabii Zevaco en önemlisi, zira çocuk­luğumdan geliyor. 21 Aralık 1991 yılında babam yılbaşı hediyesi almıştı sahaftan, hala hatırlıyorum. 10 ciltlik bir şövalye ro­manı. Her 3 senede bir dönüp dönüp okurum. Sonradan Fransızcasını ve tek ciltlik Osmanlıcasını da bulup okudum, Zevaco’nun diğer kitaplarını da. Elinize ilk cildi alın 10 sayfa okuyun bırakabilirseniz ne ala, hemen Françoise’a acımaya başla­yacak, burnunuzun direği sızlarken hain ve kıskanç Henri de Montmorency’e lanet et­meye başlayacaksınız. Bu kitap sayesinde çocukken 16. yüzyıl Fransa’sında yaşıyorum zannederdim. Paris’in semt ve sarayları­nı mahallede kafamda yerleştirdiğimi ha­tırlıyorum. Bastille babaannemin oradaki köhne bir kömürlüktü mesela. Yıllar sonra doktorada Fransa Tarihi dersinde hocam on altıncı yüzyıldan ne kadar çok insan tanıdı­ğıma hayret etmişti.

Bir de Emre Kongar’ın ‘‘Hocaefendi­nin Sandukası’’ diye bir kitabı vardı, ben onu okuyup gerçek bir kitap zannettiğim için tam anlamıyla bir Blair Cadısı etkisi yarat­mıştı bende.

Muzaffer İzgü’nün ‘‘Ökkeş’’ serisini de unutamam. Kendisi, imzasını aldığım ilk ve belki de tek yazardır.

Bir başucu kitabınız var mı?

Adaya düşüp tek bir kitap alacak olsam Proust’un “Kayıp Zamanın İzindesi”ni alır­dım, yedi cilt, hem de çok yoğun, oku oku bit­mez. Nihayetinde adada yalnızız. Eğer tarih kitabı alacaksam ya Braudel’in “Akdeniz”ini alırdım ya Hodgson’ın “İslâm’ın Serüveni”ni ya da Gombrich’in “Sanatın Tarihi”ni.

Türkiye’de kişi başına kitap okuma oranları ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Bu oranların çok düşük olduğu aşikârdır. Birçok araştırma bize bunu gös­teriyor. Kişi başına düşen kitap sayısı, bir kişinin kitaba harcadığı para veya düzenli kitap okuyan insan sayısı, hangisine ba­karsanız bakın, Fransa, Norveç, Japonya gibi ülkelerle aramızda bazen yüzlerce katı bulan sayısal farklar var. Niceliksel fark bu derece olunca niteliksel bir incelemeye de gerek olmuyor tabii. Bunun tarihsel bir kö­keni de var, Avrupa’da matbaayla artan oku­ma yazma oranının Osmanlı topraklarında da geçerli olduğunu gösteren pek bir olgu yok. Roger Chartier’nin verdiği rakamlara göre, Fransa’da 1690’larda okuma oranı ka­dınlarda yüzde 14 erkeklerde yüzde 28, tam bir yüzyıl sonra bu rakam kadınlarda yüzde 27’ye erkeklerde yüzde 47’ye ulaşmış. Law­rence Stone’a göre İngiltere’de 1640’lardaki okuma yazma oranlarına II. Dünya Savaşı’na kadar bir daha ulaşılamayacak. Osmanlıla­rın tuttuğu kesin rakamlar olmasa da gene Batı kaynaklarından bazı fikirler elde etmek mümkün. Mesela, Osmanlıların kaybettiği Bulgaristan, Bosna gibi yerlerde Müslü­manlar arasında okuma yazarlık daha dü­şük. Yine Arjantin’e gelen göçmenler ara­sında 1914’te yapılan sayım bize en düşük okuma yazma oranlarının Osmanlı tebaa­sından çıktığını gösteriyor.

Kısacası okuma yazma oranı en baştan beri düşük. Ancak böyle olmasaydı bile mat­baanın mat­baanın gelişinin bu kadar gecikmesi bize kitap okumanın belirli bir elite sıkıştığını göstermeye yeterdi. Okuma tabana inme­miş, zaten yeni çalışmalar da halkın daha çok sözlü kültüre önem gösterdiğine işa­ret ediyor. Birçok Osmanlıca eserinin sesli okunmak için yazılması da bundan. Ayrıca sadece kitabın eksikliği değil burada mevzu. Gazete de yok, 200 yıl geç geliyor o da.

Türkiye’de bugün kitap okuma oran­larının düşüklüğü kısmen ailelerde sosyal sermayenin eksikliğinden kaynaklanıyor. Köyden kente göçün şekillendirdiği bir top­lumu burjuvalaştırmak bir iki nesil alabi­lir. Ama kütüphanelerin yetersizliği daha kolayca çözülebilecek bir sorun. 15 mil­yonluk bir metropolde İslâm Araştırma­ları Kütüphanesi’nden başka dünya stan­dartlarına yakın, yabancı literatürü takip edebileceğiniz araştırma kütüphanesi yok. Üniversitelerin çoğunun kütüphanesi şahsi kütüphanelerden zayıf. Bilkent hariç hiçbi­ri Boğaziçi, ODTÜ ve Sabancı dâhil dünya standartlarındayım diyemez. Bu anlamda son yıllarda olumlu çabalar oldu ama bu uzun sürece yayılması gereken bir süreç, kitap alımı dikkatle yapılmalı ve nicelikten çok niteliğe önem verilmeli.

Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde de mo­dern bir kütüphane kurmak için ciddi bir ça­lışmanın yürütüldüğünü biliyorum. Burada İSAM ve Bilkent Kütüphanesi’nin iki önemli örnek olduğunu düşünüyorum. Bunların başında İsmail Erünsal ve David Thonton gibi işinin piri akademisyenler var zira.

Yakın zamanda okuduğunuz ve okurla­rımıza tavsiyede bulunabileceğiniz kitaplar var mı?

Andrew Shyrock ve Daniel Lord Smail’in “Deep History” kitabını çok beğendim. En longue durée’ci tarihçinin bile aslında ta­rih öncesini göz ardı ederek kafasını kuma gömdüğünü çok güzel gösteriyor bize. Üs­tüne üstlük tarih öncesi ve tarihi dönemleri birleştiren aile, dil, göç gibi, yiyecek, akra­balık ve enerji gibi yazının bulunuşundan etkilenmeyen temalar bularak insanlığın tarihini yeknesak bir şekilde yazmayı başa­rıyorlar.

Bunun dışında William McNeill The Pursu­it of Power’da bir kez daha dünya çapında bir bakış açısının önemini gösteriyor bize. Nasılsa daha önce gözümden kaçmış. Ne yazık ki kopyasını bulmak oldukça zor olsa da Katalan tarihçi Gonçal Lopez Nadal’ın, “El corsarisme mallorqui a la Mediterrània occidental, 1652 – 1698: Un Comerç Forçat” adlı incelemesi de şayan-ı takdir. Ve bir de Giovanni “Levi’nin L’eredità immateriale: carriera di un esorcista nel Piemonte del Seicento”su. Montaillou ile Languedoc ara­sında muhteşem bir mikrotarih incelemesi, tadından yenmiyor.

Genç bir yazar adayına ne gibi öneriler­de bulunursunuz?

Kimseyi örnek almasın, taklitçilikten sakınsın. Amaç kendini dışa vurmak olmalı, birilerinin hoşuna gidecek formatta bir şey üretmek değil. Bir de yeni şeylere açık olun, daha önce yapılmış şeylerin kötü kopyalarını üretmemek için cesur olun. Bilim, sanat ve edebiyat özgünlük gerektirir zira.

Emrah Safa Gürkan: Bilim, Sanat ve Edebiyat Özgünlük Gerektirir”, Kitabın Ortası dergisi, Mart 2019, sayı 24.

Cemre Akbulut’un röportajı.

YORUM EKLE