Dursun Gürlek: “İlmi, özelliği ve güzelliği ile yoğurup mükemmele götürecek konu irfandır.”

"Bizde esas olan ilimdir. Peşinden irfandır. Hatta ilim ile irfan birbirinden ayrılmayan iki önemli kavramdır. Eskiden mükemmel bir insanı, mükemmel bir kimseyi tarif ederken, “O adam ilim, irfan sahibi bir insan.” derlerdi." Hatice Kübra Ergür ile Sümeyra Bozkurt'un söyleşisi.

Dursun Gürlek: “İlmi, özelliği ve güzelliği ile yoğurup mükemmele götürecek konu irfandır.”

 

Araştırmalarıyla ve sohbetleriyle kültür tarihimize köprü olan Dursun Gürlek Sizce kimdir? Sizi bir de sizden dinleyebilir miyiz Hocam?

Kendimden bahsetmek ne derece uygun olur? Olsun, peki. “Tanışmak sünnettir.” sözüne uyarak ben de kendimi birkaç cümleyle de olsa tanıtayım. 1952 yılında Tokat’ın Turhal ilçesinin Üzümören Köyü’nde dünyaya gelmişim. Beş yıllık ilkokulu köyümde okudum. Ancak ilkokul birinci sınıfa kaydımı yaptırmadan önce meraklı olduğum için ve okuyanları da çok sevdiğim için mahallemizdeki benden önce okula giden bazı çocuklardan okuma yazmayı öğrenmiştim. Birinci sınıfa kitap harflerini okuyarak kayıt yaptırdım.

O hâlde okuma merakınız çok küçüklüğünüze dayanıyor?

Tabii, çok erken bir yaşta başladım. Bu Allah’ın bana bir lütfudur, bir nimetidir. Yoksa herhangi bir kimseden bu konuda eğitim almış, yardım görmüş değilim. İlkokul dördüncü sınıfta İsmet Öğretmen, “Oğlum aferin, senin okuman güzel, sen ortaokulu da oku.”; “Peki Hocam.”; “Sen liseyi de oku.”; “Peki Hocam.”; “Üniversiteye de git.”; “Peki Hocam.”; ondan sonra “Belki sen ilerde yazar da olursun.” dedi. Sonra da “Eğer yazar olursan bana mektup yaz.” diye ekledi. Adresi hâlâ hatırımdadır.

Mektup gönderebildiniz mi?

Sonradan görüştük. Öğretmenimi çok sevdim, çünkü beni okuma konusunda çok teşvik etti. Bir de Necati öğretmenimiz vardı. O da beni teşvik etti. Yani okuma aşkım, okuma muhabbetim ilkokulda ateşlenmiş, harekete geçmiş oldu. O gün ne kadar meraklıysam okumaya, bugün de aynı merakı sürdürüyorum, eksilme yok, tam aksine artma var. Zaten biliyorsunuz, dinimizin de ilk emri, Kur’an-ı Kerim’in de ilk emri “Oku!” İlkokulu köyümde okuduktan sonra Türkiye’de açılan ilk imam hatiplerden biri olan Tokat İmam Hatip Okulu’na girdim. Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’nden, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden ve Ankara İlahiyat Fakültesi’nden mezun olmuş iyi hocalarımız vardı. Kültür hocalarımız da iyiydi. Mesela, bana edebiyatı sevdiren bir hocamız vardı ki Ömer Bey, hâlâ hayatta, görüşüyoruz. Onun vesilesiyle edebiyat okumaya karar verdim. Gerçi bizi imam hatip mezunu olduğumuz için başka okullara, başka fakültelere almıyorlardı ama onun yolunu bulduk. Düz liseden de imtihana girerek diploma aldık.

Böylece yedi yıllık imam hatip lisesi başarılı bir öğrenci olarak bitti, hamdolsun. 1979-1980 öğretim yılında Türkçe Edebiyat öğretmeni olarak Fikirtepe Atatürk Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldum. Edebiyat öğretmeniyim, hanım da edebiyat öğretmeni. Okulda tanıştık. Gerçi birlikte okumadık. Dört yıl eğitimin sonunda birbirimizi tanıdık. Şimdi ikimiz de emekliyiz. Ama bu formalite bir emeklilik. Ben mezara kadar, Allah’a şükür, ilim, irfan, kültür hizmetlerini yapmaya devam edeceğim, ediyorum zaten. Çeşitli yerlerde Osmanlıca dersleri veriyorum, İstanbul sohbetleri yapıyorum, Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapıyorum, çeşitli dergilere yazılar gönderiyorum, kendi kitaplarımı hazırlıyorum ve bütün bu yaptığım işler bana huzur veriyor. Çünkü ilimle, irfanla, sanatla meşgul olmak insanı huzurlu kılar. İlimle, irfanla, sanatla maneviyatla iştigal eden kimse, her yaşta gençtir, seksen yaşına gelse bile. İlmin böyle bir özelliği var, sanatın böyle bir özelliği var. Efendim, kısa hayat hikâyem bundan ibaret; özetin özeti olsun.

Çok teşekkür ederiz, aslında Hocam ikinci sorumuz imam hatipten sonra edebiyatı nasıl tercih ettiğinizdi. Ve yine okuma aşkını size veren ilk kıvılcım neydi? Ona da dolaylı olarak cevap vermiş oldunuz.

Evet, onlara kısa bir ekleme yapayım o zaman. Köyümüz büyük bir köydü. Şu anda beş-altı bin nüfuslu bir kasaba. Ama tabii bizim okuduğumuz ilkokul yıllarında, köylerde elektrik yoktu, televizyon yoktu, radyo bile yoktu. Uzun kış gecelerinde vakit geçirmek için mahallemizin bazı yaşlıları, “Oğlum, evladım senin okuman güzel. Gel bize şu kitaplardan oku, dinleyelim.” derler, evlerine çağırırlardı. Hatırlayabildiğim kadarıyla bu kitaplar dinî, tarihî romanlar, hikâyeler ve şiirlerdi. Mesela, Battal Gazi hikâyeleri, mesela Ali  Cenkleri, mesela evliya menkıbeleri, Karacaoğlan, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, böyle kitaplar. Saatlerce okuttururlardı bana. Pür dikkat dinlerler, dramatik sahnelere gelince ağlayanlar dahi olurdu. “Evladım şurayı bir kere daha oku, baştan al.” derlerdi, bazı yerlerde. Onlar heyecanlandıkça ben de heyecanlanırdım. Okuma muhabbetimi, okuma aşkımı bu yaşlı insanlar, mahallemizin büyükleri arttırdılar dersem bir gerçeği dile getirmiş olurum.

Hocam siz kaç yaşlarındaydınız o zamanlar?

İlkokul. Ha şunu da söyleyeyim. Seyyar kitapçılar gelirdi. Kitapçı demeyelim de daha çok hanımlara yönelik incik boncuk kabilinden şeyler satan çerçiler gelirdi. Çerçi derler onlara. Daha çok Malatya Darende’den gelirlerdi. Sırtlarında taşıdıkları camekânlı çantalar vardı. Küçük bir sandık gibi bir şey. Köyümüzde bir Ulu Camii var, onun önünde açarlardı sergilerini. O çantalarının içinde demin adını söylediğim kitaplardan da olurdu, renkli kapaklı. O kitaplardan alırdım ben. Tabii parayla değil, paramız yok veya az. Satıcılar yiyecek maddeleriyle, buğdayla, bulgurla, yumurtayla kitap satarlardı. Mesela, ben anneme haber vermeden yumurtayla çok kitap aldım. O kitapların bazılarını hâlâ hatıra olarak kütüphanemde saklıyorum. Kütüphanem zengin hamdolsun, on beş bine yakın kitap biriktirmiş vaziyetteyim. Çünkü medeniyetimiz kitap medeniyeti. Ve ilk insanla gelmiştir ilk kitap. Hz. Âdem’e on sayfalık suhuf inmiştir. Suhuf kitap demektir, sayfanın çoğulu sayfalar. Demek ki kitabın tarihi insanın tarihiyle eşdeğerdir. Yani ilk insan, ilk peygamber, ilk kitap… O gün bugündür, İslâm medeniyeti kitap medeniyetidir.

Siz de o yaşlarınızda yumurtayla kitap alarak belki de kitabın kursağınıza giren bir lokma kadar kıymetli olduğunu o yaşlarınızda anlamışsınız.

Elbette. Kitaplar küsmeyen dostlardır. Arkadaşlarınız, dostlarınız zaman zaman size küsebilir, aranız bozulabilir, bir kırgınlık olabilir ama kitap isimli dostlar hiç gücenmezler, hiç küsmezler ve istediğiniz zaman da size hizmet ederler. Hemen gönüllerini açarlar yani sayfalarını açarlar. Onun için en iyi dost kitaptır.

Hem hatip hem yazar olmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? İkisini de deneyimleyen bir hocamız olarak kalemle yazmak mı dille söylemek mi? Hangisini daha etkili buluyorsunuz?

Okumayla yazmanın arasında ayırım yapmayı, “Şu ondan daha üstündür, o ondan üstündür.” demeyi pek istemiyorum, çünkü ikisi de önemli. Ama okumak esastır. İlk emir “İkra/Oku!”, “Üktüb/Yaz!” değil. Zaten “yaz” emrini de yerine getirebilmek için öncelik okumadır. Okuma yapmadan, ciddi manada bilgi sahibi olmadan, kendi uzmanlık alanında kendini iyi yetiştirmeden yazma taraftarı değilim. Böyle yazanların kitapları, eserleri de zaten yeterli olmuyor. Onun için çok okuyup az yazmak lazım, kaliteli olur. Haa! Hem çok okuyup hem çok yazabilirsek, o da nûrun alâ nûr olur. Dolayısıyla öncelik okumaktır. Ben okumaya daha fazla önem veririm, bu nedenle de yazmış olduğum kitap sayısı çok fazla değil, yirmi civarında. Ama yazmaya da devam ediyorum, tabii. Bizde öyle büyük âlimler yetişmiştir ki denizler, okyanuslar kadar bilgi sahibi oldukları hâlde tek kitap bile yazmamışlardır. Buna bir misal vermek gerekirse 1940 yılında vefat eden Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürü büyük âlim İsmail Saib Sencer’i söyleyebiliriz. Hatta bir gün kendisine “Hocam bu kadar ilminiz kuvvetli, neden kitap yazmıyorsunuz?” diye bir soru yöneltilince “Yazıyorum.” demiş. “Nasıl oluyor Hocam?” denince “Ben sizleri yetiştiriyorum, canlı kitaplar yazıyorum.” diye cevap vermiş. Hakikaten de Hoca’dan çok büyük âlimler, profesörler istifade etmişlerdir ve eserlerinde “Bu bilgiyi İsmail Saib Hoca’dan aldım.” diye de yazmışlardır. Onlara da canlı kitaplar diyoruz. Bu canlı kitaplar, yürüyen kitaplar, yürüyen kütüphane, ayaklı kütüphane, bunlar benim ilgimi çektiği için Ayaklı Kütüphaneler ismiyle bir de eser yazdım. Şu anda 23. baskıyı yaptı. Bir müjde olarak söylemek gerekirse ikinci ve üçüncü cildini de hazırlıyorum. Onlardan çok istifade ettik. Hatta bu kitapta olan zatlardan son dönemde yaşamış üç beşine de rastladım. Muzaffer Ozak Efendi’ye, Ali İhsan Yurt Hoca’ya, Erol Güngör, tarihçi Ziyanur Aksun’a…

Bir konuşmanızda Mimar Sinan’ın seksen yaşında bir delikanlı olduğunu ama nice yirmi yaşındaki gencin de ihtiyar olduğunu söylüyorsunuz.

Evet. Bundan şu netice çıkıyor: Yaş, izafidir; şimdiki moda deyimle görecelidir, adamına göre zamanına göre yaptığı işe göre değişir. Evet, ileri yaşta olduğu hâlde gençlere taş çıkartan, eserleriyle onlara örnek olan tarihimizde önemli isimler vardır. Mimar Sinan da bunlardan biridir; Köprülü Mehmet Paşa bunlardan biridir, daha birçok isim söyleyebiliriz. Onun için sözümün başında da sohbetimin başında da söylediğim gibi ilimle, irfanla, sanatla meşgul olan daima genç kalır, yaşı ne olursa olsun.

O hâlde gençliği diri tutmanın sırrı ilimle, irfanla, sanatla meşgul olmaktır diyebiliriz.

Kesinlikle. Sohbet şifadır. Onun için Osmanlı medeniyeti sohbet medeniyetidir. Saraylarda dahi huzur dersleri yapılıyordu. Padişahın huzurunda yapıldığı için “huzur dersleri” deniliyordu. Huzur dersi yapan hocaya da “mukarrir” deniliyordu. Bu kelimeleri sakın yanlış yazmayın! “Mukarrir” takrîr eden yani dersi veren, kitabı okuyan demektir, genellikle Kâdı Beyzâvî Tefsiri’nden yapılırdı, dersler. Dersi dinleyen hocalara da “muhataplar” denilirdi. Onlar da büyük hocalardı. Zaman zaman müzakereler olurdu, sorular sorulur, cevaplandırılır, bazen iş münakaşaya kadar giderdi. Hepsi büyük âlim! Padişah da dinlerdi. İşte bu Osmanlı’nın son dönemine kadar devam etti. Sonra ileri seviyedeki devlet adamlarının, sadrazamların, vezirlerin konaklarında, yalılarında da böyle sohbetler, dersler, toplantılar gerçekleştirilirdi. Hatta eski İstanbul’un bazı kahvehaneleri bile bir ilim akademisi gibiydi, “Küllük Kahvesi, Kıraathanesi” böyleydi mesela, “Marmara Kıraathanesi”. O bakımdan İstanbul ilmin başkentidir. Hatta sık sık söylediğim bir cümledir: Ankara siyasetin, İstanbul kültürün başkentidir.

Bir kitabı, bir metni değerli kılan şey sizce nedir? 

Güzel yazılmış olmasıdır, hangi konuda yazıldıysa o konuyu güzel yazmış olmasıdır. Şimdi, terziden örnek verecek olursak; bir elbiseyi, kişinin bünyesine, sırtına en uyacak şekilde, en yakışacak şekilde hangi terzi dikiyorsa, o, o mesleğin erbabıdır. Kitaplar da böyledir, yazarlar da böyledir. Yani işini iyi yapan insan makbuldür. Kitaplara da bu gözle bakmak lazımdır. Artık aralarında ayrılır, edebiyat kitabı, tarih kitabı, dinî eserler vs. hiç fark etmez. Öyle eserler vardır ki yazarı kuvvetli olduğundan veya üslûbu güzel olduğundan yahut çok önemli konuları anlattığından yüzlerce yıldır okunuyor. Mesela, Mevlanâ’nın Mesnevî’sini, İmam-ı Gazalî’nin İhyâ’sını, Muhyiddin-i Arabî’nin Fütuhât-ı Mekkiyye’sini ve diğer eserlerini buna örnek verebiliriz. İşte eser budur. Eser kalıcı olandır. Zamanın yıpratamadığı kitaba hakikî manada “eser” diyebiliyoruz. Emek gerekir. “Bir hanım yemek pişirirken kendi de pişerse yemeği lezzetli olur.” derler eskiler. Kitap yazma işi de öyledir. Öyle çabuk yazılan eserlerde pek üslup güzelliği de ilmî derinlik de bulamazsınız.

“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.” sözünüzden hareketle nasıl bir geçmiş zamanın hayali cihana değer merak ediyoruz. Yine bu noktada geçmişle çok meşgul olmak gelecekten koparır fikrine karşı neler söylenebilir?

Asla ve kat’a, bilakis, tam aksine geleceği iyi değerlendirmek için geçmişi çok iyi bilmek gerekir. Yahya Kemal’in Ziya Gökalp’e verdiği bir cevap vardır ki o da şöyledir: “Ben, kökü mazide olan âtiyim.” Yani Yahya Kemal diyor ki “Ne harâbiyim, ne harâbâtiyim, kökü mazide olan âtiyim.” Yani “Kökü geçmişte olan geleceğim.” Dünü bilmeden bugünü değerlendiremeyiz. Çünkü dün ibretler sahnesidir, dikkatler sahnesidir. Olaylardan ibret almak lazım. Zaten tarih ibret almak için okunur. İlmin kendisi önemli değildir, sonucu önemlidir. İbret almıyorsak tarihi neden okuyoruz? Yaşanmıyorsa İslâmî ilimlerin bize hamallıktan başka faydası yoktur. Neticeye götürmüyorsa matematiğin bir kıymeti yoktur. Sonucu önemli! İşte tarih de bizi, ibret almaya sevk ettiği için geleceği değerlendirme unsuru, kıstası, ölçüsü olarak karşımıza çıkıyor. O bakımdan “mazi” kelimesinin manası çok geniş kapsamlıdır. Bana göre mazi haldir, hatta istikbaldir, değerlendirme bakımından. Yani binanın temelini sağlam eşmezseniz, yapmazsanız, o bina çürük binalar grubuna girebilir. Geçmiş zaman, binanın sağlamlığıdır, temelidir.

Bir zamanlar Süheyl Ünver’in size yönelttiği “Kültür nedir?” sorusunu bugünkü birikiminizle size yeniden sorsak, ne dersiniz?

Kültür kelimesinin birçok manası var. Ben rahmetli Cemil Meriç’in yanında çok kaldım. Bir bakıma sekreterliğini yaptım. Kültür kelimesini pek kullanmazdı. Hatta hiç hoşlanmazdı. “Batı’dan aldık.” derdi. Bu kelimenin nesebi gayr-ı sahih, soyu bilinmiyor; her manaya geliyor, öyle sözler söylerdi. Peki, Hocam ne diyeceğiz? İrfan. Nitekim bu konuda bir kitap yazdı: “Kültürden İrfan’a” diye bir kitabı var Cemil Meriç’in. Tabii ki doğru söylüyor Hoca. Bizim medeniyetimiz irfanî bir medeniyettir ama Batı’dan da gelse bu “kültür” kelimesi çok yerleştiği için biz de kullanıyoruz. Galat-ı meşhur diyorlar bunlara, yerleşmiş yanlış. Yoksa dediğim gibi bizde esas olan ilimdir. Peşinden irfandır. Hatta ilim ile irfan birbirinden ayrılmayan iki önemli kavramdır. Eskiden mükemmel bir insanı, mükemmel bir kimseyi tarif ederken, “O adam ilim, irfan sahibi bir insan.” derlerdi. Sırf ilim olursa, onun içine gurur girebilir, enaniyet girebilir. İlmi özelliği ve güzelliği ile yoğurup mükemmele götürecek konu irfandır. Ne demek irfan? İç güzelliği, basiret, manevî âlemdeki özellikler ve güzellikler. Yani mesela, kafamız bilgiyle zenginleşir, ilimle zenginleşir, gönlümüz irfanla zenginleşir ki biz buna tasavvuf dersek o da doğru olmuş olur.

Sohbetlerinize katılan bir kişi İstanbul’a dair pek çok hikâye dinleyebilir sizden. Bir hikâyeler şehri diyebilir miyiz İstanbul’a?

Hikâyeler şehri, romanlar şehri, masallar şehri, İstanbul’a ne derseniz uyar. Bu İstanbul öyle yakışıklı bir insandır, güzel bir hanımdır ki süs eşyası olarak ne taksan yakışır; dedikten sonra işin biraz magazin yönünden vazgeçip daha ciddi cümleler söylemek gerekirse, İslâm tarihinin gözde şehirlerinden biri de İstanbul’dur. Peygamber Efendimiz, Mekke’de dünyayı şereflendirdi, o bakımdan Mekke en şerefli şehirdir. Allah’ın Resulü orada dünyaya geldi ve Kur’an’da ismi geçiyor. Medine-i Münevvere’de ahireti şereflendirdi. Sonra Kudüs gelir. Kudüs’te de gökleri şereflendirdi Efendimiz, miraca çıktı. Dördüncü sırada bana göre İstanbul geliyor, çünkü Efendimiz en kıymetli sahabilerinden biri olan yedi veya sekiz ay evinde misafir kaldığı Eyyub Sultan Hazretleri’ni de İstanbul’a gönderdi. Bu “gönderdi” kelimesi yanlış anlaşılmasın, Efendimiz İstanbul’un fethedileceğini bir Hadis-i Şerif’inde müjdelediği için Eyyub Sultan Hazretleri de  bu hadiste müjdelenen habere mazhar olayım diye, ileri yaşına rağmen Şam’dan kalkıp Konstantiniyye’yi fethedecek İslâm askerlerinin arasında ben de bulunayım diyerek geldi ve burada şehid oldu. Yani Efendimiz  böylece onu göndermiş oldu, yoksa direk değil. Şimdi o zaman, Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul! Ve tabii diğer İslâm şehirleri Bağdat, Şam, Kurtuba, Kahire, onlar da muhakkak ki kıymetli, değerli, tarihî değeri olan şehirler. Fakat ana çizgi bu. Bu bakımdan İstanbul, sahabiler şehridir, evliyalar şehridir, ilim adamları şehridir, sanatkârlar şehridir, camiler, tekkeler, dergâhlar şehridir. Osmanlı siyaseten tarihe karışmış ise de ilim ve kültür olarak devam ediyor. Onların yaptırdıkları eserleri kullanıyoruz hâlâ. Osmanlı’nın yaptırdığı camilerde namaz kılıyoruz, tekkeler, dergâhlar, hiç değilse bir kısmı bina olarak duruyor. Osmanlı padişahları veya hanım sultanların yaptırdıkları hastaneler var. Şişli Etfal, Sultan Abdülhamid, bakınız bunları hâlâ kullanıyoruz. Hatta Bizans’tan kalan eserler var. Demek ki Osmanlı, kültürel açıdan sürekliliğini devam ettiriyor, devam ediyor yani. Evet, o bakımdan İstanbul, ne diyelim, şehirlerin tacıdır. Taç!.. Bu nedenle elli bir senedir İstanbul’dayım.

İstanbul diğer bütün güzelliklerinin yanında pek çok veli zata da ev sahipliği yapmış. Bu zatlardan üzerinizde tesiri daha fazla olan hangisi ya da hangileridir? Neden?

Hiç şüphesiz Eyyub Sultan Hazretleri. Şehrimizin manevî sultanı odur. İstanbul’un ilk Efendisi’dir. Hatta ikinci Efendisi’dir. Birinci Efendisi, Efendimiz . Neden? İstanbul’un fethedileceğini müjdelemiş. İkinci Efendisi Eyyub Sultan’dır. Bu şehrin tapusu! Üçüncü Efendisi Akşemseddin, dördüncü Efendisi Fatih Sultan Mehmed. Ondan sonra gelip de İstanbul’a hizmet eden, İstanbul aşkını yaşayan herkes İstanbul efendisidir. Bu erkekse İstanbul beyefendisi olur; hanımsa İstanbul hanımefendisi. Eskiden bunların örnekleri çoktu. Ama esefle ifade edelim ki bu kültür unutuldu. Ne yapıp edip gençlere İstanbul’u sevdireceğiz, tanıtacağız. Tanımadan sevmek olmaz. Tarihiyle, edebiyatıyla, kültürüyle, havasıyla, her şeyiyle…

Okuduğunuz ilk kitap?

- Okuduğum ilk kitap ilkokuldayken, İmam Gazalî’nin el-Münkız mine’d Dalâl kitabıydı.

İstanbul’un en sevdiğiniz semti?

- Güzeller arasında ayrım yapılmaz ama illa bir iki isim isterseniz... Eyüp Sultan ve Üsküdar.

70 senelik ömrünüzün en sevdiğiniz yaşı?

- Bütün yaşlarımı seviyorum. Çünkü her yaşın kendine münhasır bir güzelliği vardır.

Çok gezen mi bilir? Çok okuyan mı?

- Bu bir münazara konusudur. Çok okuyan da bilir, çok gezen de. O gezenin ve okuyanın durumuna göre değişir. Adam vardır çok gezmiştir ama boş gezmiştir. Adam vardır az gezer ama her gittiği yerden çok ilim almıştır. Sanat öğrenmiştir, kitabeleri okumuştur çok öğrenmiştir.

Günün en sevdiğiniz zaman dilimi?

- Sabah zamanından öğleye kadar olan vakittir. Zihin dinçtir. Okumalarımı genellikle o saatlerde yaparım.

Söyleşi: Hatice Kübra Ergür- Sümeyye Bozkurt

YORUM EKLE
YORUMLAR
Bir düşünen
Bir düşünen - 1 yıl Önce

Teşekkürler. Bilgilendirici bir yazı oldu, inşallah

banner36