Dindar cemaatleşmeden rahatsız olabilir mi?

‘İsyandan Dirliğe’ kitabının yazarı Lütfi Bergen ile kitabı dolayısıyla bir söyleşi gerçekleştirdik..

Dindar cemaatleşmeden rahatsız olabilir mi?

Lütfi Bergen, bu toprakların yetiştirdiği bereketli kalem sahiplerinden. Ürünlerini ağırlıklı olarak Hece ve İtibar dergilerinde değerlendiriyor. Yerli. Bunun yanında perspektifini bu ülkeye, ülke insanına, Anadolu’ya çevirmiş bir tutum alışı var. Odağında bir terkip olarak Anadolu yer alıyor. Yazılarında bir imkân arayışı göze çarpıyor; Kapitalizme karşı direnişin imkânlarını araştırıyor daha çok. Ülke Dergisi yazarlarından. 90’lardan bu güne kesintili de olsa sürekli yazıyor, düşünüyor.  Bergen ile 3. kitabı İsyandan Dirliğe-Anadolu’da Yerli Olmak (Ebabil, Ekim 2011) üzerine uzun uzun söyleştik.Lütfi Bergen İsyandan Dirliğe

İsyandan Dirliğe-Anadolu’da Yerli Olmak kitabınız teklifleriyle, tartıştığı konularla derin tefekkürün mahsulü. Azgelişmişlik Üstünlüktür’den İsyandan Dirliğe’ye ne değişti Türkiye’de; 1996’dan 2012’ye?

Bu kitap başlıklarını salt bir söylem olarak telaffuz ettiğiniz zaman Türkiye’de genel geçer propagandalara karşı itiraz getirmiş olursunuz. Yani, “Azgelişmişlik Üstünlüktür” de “İsyandan Dirliğe” de Türkiye’de belli dönemlere ait düşüncelere, geri çekilmenin gerekliliğini işaret ediyor aslında. Azgelişmişlik Üstünlüktür tekniğin kitleselleşmesinden rahatsızlık duyan bir söyleme sahipti. “Müslüman kuvvetli olmalı” fikrine kapılmamak gerekliliğini vurguladı. “Adam zengin olur mu?” sorusuna “şükrederse olur” diyen entelektüalizme, “Müslüman her şeyin en iyisine lâyıktır” diyen fikir adamlarına bir cevaptı. O kitabın yayınlanmasının üzerinden çok geçmeden Türkiye’de Müslümanlar zengin oldular. İsyandan Dirliğe ise, büyük bir tevafuk olarak Arap isyanlarının (baharının) kendine mecra bulduğu bir dönemde okur karşısına çıktı. Sözün kısası şu ki, her iki kitap da gündeme uzak duran makaleler ihtiva etmekle beraber gündeme bir cevaptır.

Bu iki kitabın yayın tarihlerine ait bir benzerlikten de söz etmem gerekiyor. İki kitap da Türkiye’de İslamcılık düşüncesinin iktidar olduğu iki zamanın eleştirisidir aslında.  Yani, Azgelişmişlik Üstünlüktür sanayi kalkınmasını, İsyandan Dirliğe küresel- finansal kalkınmayı eleştiriyor. Ancak yine de iki kitabın dünyayı ve Türkiye’yi algılarken farklı perspektiflere yöneldiği inkâr edilemez.

‘Müslüman düşüncenin cemaat oluşumlarından rahatsızlık duyması anlaşılmaz bir şey’ diyorsunuz. Türkiye’nin yakın tarihinde cemaatçi oluşumların iktidarla uzlaşım içerisinde olduğunu biliyoruz. Cemaat denince sadece Gülen cemaatini anlamak çok yanlış bir şey elbet. Kimi münferit Müslüman gençler ‘cemaatçi oluşumlara’ olumlu bakmıyor. Cemaatlerin bugünü, Ebuzeran Sol’dan nasıl görünüyor?

Türkiye’deki cemaat oluşumlarından rahatsızlık duymak akıl-dışı geliyor bana. Burada iktisadî bir döngü var. İslam’daki zekat, cemaat yapılarını mecbur kılıyor. İnsanların birey olarak yaşamalarına en başta Müslüman insanlar karşı koymak durumunda. İslam, insanların birey halinde yaşamalarını engelleyecek ibadetler getirerek cemaat yapılarını zaruri kılıyor. Müslüman genç kitle, cemaat halinde yaşamın bereketinin, zekatın toplumu dönüştürdüğünün farkında değil. İnsanlar cemaat halinde yaşasalar, kent yapıları bu derece toplumsal dokuyu bozamazdı. Belki bu uzak duruş iki nedenden ileri geliyor. Biri, gençliğin ve entelektüel kadroların emeğe yönelik kazanç ile temaslarının zayıf bulunmasındandır. Gençlik para kazanmıyor, mezun olmuşsa da iyi bir maaş almayacaksa çalışmıyor, okuma sürecini uzatıyor, yüksek lisans- doktora yapıyor. Cemaat hayatı gelişmiş olsa idi eli kazanç tutacaktı, bir mesleğe sahip olacaktı ve en önemlisi ailesi (yuvası) olacaktı. İkincisi ise, yine genç ve entelektüel çevrelerin cemaat olmayı başaramamasından ileri geliyor. Çünkü cemaat olmak bir toplumsal değere bağlanmak demektir. Az önce söyledim, aile/ meslek/ toplumsal aidiyet gibi değerler Lütfi Bergen Azgelişmişlik Üstünlüktürgeliştirmek zorunda kalacaktır. Benliği geriye itip diğergam olmak modern toplumların yaşattığı bir algı değil. Gençler “cemaat” haline gelmiş bir topluluğu, küresel kapitalizme sloganlarla yüklü protestolarla ilintili bir kalabalığa dönüştürüyorlar. Bu toplama bir yapıdır. Oysa cemaatler iktisadî bir topluluktur.

Camilerin yeniden keşfedilmesi gerekir

Gençliğin cemaatçi yapılara olumsuz bakışı Müslümanların kurumsal İslamî hayatı yitirmesinin de bir sonucu. Eskiden Osmanlı’da vakıflar etrafında toplanan öbekler, kazançlarını kalbî hissiyatla paylaşıyorlardı ve bu paylaşım topluluğa bir gaye veriyordu. Bu günkü gençliğin etrafında toplandığı iktisadî bir paylaşım bulunmuyor. Paylaşmayı beceremiyoruz. Ayrıca, halen cemaat olmanın bir modeli de bulunabilmiş değil. Kitapta yer alan “Cemaatçi Sol” ya da “Cemaatin Ütopyası”  başlıklı yazılar işçi sınıfına yaslanan, kentleri büyüten ideolojilere karşı küçük şehir, vakıf, ahi çarşısı gibi kurumlarla şekillenmiş “cemaat” yapılarına yönelik imalarda bulunuyor. Günümüzdeki mevcut cemaatik oluşumlar, karizmatik temelli yapılar, iktisadî anlamda kurumsal değerleri haiz değiller. “Buna başka yapılar da getirmek gerekir” fikri ile cemaatten bahsettim. Vakıf, mahalle, ahilik ve camilerin yeniden keşfedilmesi gerekir. Bununla kurumsallaşmaktan bahsediyorum. Bu kurumları toplumsal hayatımızın temeline çekmekle ilgili bir derdimiz var. Toplumsal hayatı hukukî temelde ama geleneksel kurumların inşası amacıyla yeniden üretmek gerekiyor.

Devlet küçüldükçe kapitalizm büyüdü

Özel sektör aldı başını gidiyor. Osmanlı modelinde özel sektörün ve özelleştirmelerin bu kadar bir genişlik içinde hareket edeceğini varsayamayız elbette. Devlet eliyle teşvik edilmiş bir özelleştirme vakası söz konusu bugün. Devlet eliyle işletilen kurumların özel ellere geçmesine başlangıçta birçok itiraz dillendirildi. Şimdilerde iyicene kanıksanmış görünüyor. Yabancı girişimciler bu ülkede, bu topraklarda rahat bir şekilde etkinliklerini yürütür oldular. Ne dersiniz bu konuda?

 

Bu sorunuzda beni rahatsız eden bir husus var. Belki “özel sektör” demekle başka bir şeyi, mesela burjuvaları kasd etmiş oldunuz. Ancak Osmanlı toplumunda temel ekonomik biçim “özel sektör” idi. Bu ne demektir? Cumhuriyet öncesi toplumunda halk, getirilen hane ve tımar sistemi ile işletme düzeninde yaşamakta idi. Bu da devlet eliyle gerçekleştirilmişti. Yani proleteri olmayan bir toplum amaçlanmıştı. Her aile bir işletme idi. Hz. Peygamber (asv)’in de Osmanlı ekonomik düzeninin de getirdiği ana kriter, üretenin pazara girmesini kolaylaştırmak yolundadır. Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma ile evlenme arefesinde dağ­dan odun getirip pazarda sattığı, düğün masraflarını emeği ile karşıladığı yolunda Buharî’de rivayetler var. Bu şunu ifade ediyor: pazara mal getirmek serbestisini. İslam’ın ilk dönem uygulamalarının ve Osmanlı pratiğinin proleterleşmeyi önlemeye dönük bir yapısı vardır. Nitekim Kur’an’da anlatılan Musa kıssasında da, Mısır’dan kaçan Musa (as) gurbet elde kalacağı zaman Şuayb’ın hizmetine girer ve onunla yaptığı akte göre on sene sonunda hem Şuayb’ın kızı ile evlenir ve hem de proleter olmaktan kurtulur. Geçimin özel ellere geçmesi nebevî tarihin bir yansımasıdır. Hatırlayın ki, Hızır Musa (as) ile seyahatinde bir gemiyi deler. Musa’nın anlamadığı bu hadiseyi de şöyle açıklar: Eğer gemiyi delmese idim, korsanların eline geçecekti. Yani işletme sahibini korumaktadır. Asıl problem, işletmelerin söndürülmesi, insanların proleterleştirilmesi, kapitalizmin özel sektörü boğmasıdır. Devlet küçüldükçe, kapitalizm büyüdü. Bizim sorunumuz özel sektörün genişlememesidir.

‘Cemaatin Ütopyası’ adlı yazınızda, ‘Osmanlı’da geçimi sağlamak devletin vazifesi idi ve işsiz kalmaya izin verilmezdi.’, diyorsunuz. Mevcut iktidarın ‘işsizliğin çözümünde’ sınıfta kaldığını, bu ‘kangren’ hakkında köklü çözümler ortaya koyamadığını düşünüyorum. ‘Müzmin işsiz’lerden, ‘evsiz’lere ve sokak çocuklarına kadar, klişe tabirle, bir ‘aylaklar ordusu’ndan pekâlâ bahsedebiliriz. Sizin perspektifinizde işsizliğe yönelik çözüm önerileri nelerdir, somut veriler ışığında düşündüğümüzde ‘köklü’ çözüm yolu nedir?Lütfi Bergen

İşsizlik çözülemeyecek. Çünkü işsizlik meselesi çözümlenirse istihdam ücretleri artacaktır. Ayrıca işsizliği çözümlemenin bir kaç yolu var; mesela biri, kadınları çalışma hayatından geri çekmek. Oysa modern tasavvurda, kadın toplumsal hayata daha çok katılması gereken bir figür şeklinde düşünülüyor. Dindarlar da böyle düşünüyor. İşsizlik, tarım toplumlarının kentleştirilmesinin ürünü. Aynı zamanda bir modernleştirme tasavvuru. İnsanlar kente çekilince modern toplumun tüketim kalıplarını benimsemektedir. Bu, Mümtaz Turhan’ın “kendiliğinden modernleşme” dediği şey; yani köylülüğün kente çekilmesi ve kültür değişimine uğraması. Buna benzer pek çok çalışma var. Keza, “Alevi Modernleşmesi” denilen şey de böyle okunmalıdır.

Geleneksel kurumlar içinde ve kurumlarla birlikte var olan değerler kentleşme ile dağılıyor ve biçim değiştiriyor. Köyde belki şehirdeki hayatına göre görece daha zengin (bereket içinde) yaşayan yerel kültürler, kentte işsizlikle gelişen büyük bir yoksulluk şokuna giriyor. Osmanlı’daki sistem toprağın ihyası ile ilgili idi ve öncelikle ailelerin işletme şeklinde tanımlanması ile tesis edilmişti. Yani köyde her ferdin yükümlü olduğu bir hanesi vardı ve hane de bir tımara sahipti. Köy hayatında iş yapmıyor dediğiniz adamın kenttekine nazaran daha çok işi vardır, daha çok çalışır. Köy hayatı emek yoğun bir üretim faaliyetini getiriyor. İhtiyaçlarınızın çoğunu ilk elden kendiniz karşılamak durumundasınız. Kazanç eve dönüktür. Vergi aile- hane başına ödenir. Modernite açısından köylü çalışması ekonomik bir değer diye görülmez. Köylüye “mahsulü kadar” ekonomik değer biçilir. Çünkü modernizmle beraber tüketime elverişli emtia kavramı üretilmiştir. Gerçekte üreten köylü, tüketmemekle dahi toplumu rahatlatmakta. Köylülük rantabl bir içtimai yapı sayılır. Devletlere masrafı yoktur. İşsizliğin çözümüne dair bir şeyler söylediğimi sanıyorum bu cevabımla.

 

Röportajın devamına buradan ulaşabilirsiniz.

 

 

Mustafa Celep konuşturdu

YORUM EKLE

banner36