Büşra Kazan: İnsanın kendisini sevmesinin sınırı kesinlikle olmalıdır. İnsanın kendisini sevmesi ayrı bir şey, kendisine âşık olması ayrı bir şeydir. "

"En önemlisi sizi tetikleyen bir hayale sahip olmak. İnsanın uykularını kaçıracak bir hayali olmalı." Büşra Kazan'ın, Hüma Dergisi 13. sayı için verdiği söyleşiyi istifadelerinize sunuyoruz.

Büşra Kazan: İnsanın kendisini sevmesinin sınırı kesinlikle olmalıdır. İnsanın kendisini sevmesi ayrı bir şey, kendisine âşık olması ayrı bir şeydir. "

Herkesin sosyal medyada “Genetikçi Anne” ismiyle tanıdığı Büşra Kazan sizce kimdir? Kendinizi bize tanıtabilir misiniz?

Bence en zor soru bu. İnsanın kendisini nasıl gördüğünü izah etmesi kolay değil. Büşra, küçüklüğünden beri bilimle uğraşmayı, bilim öğrenmeyi çok seven birisi. Bu bilim aşkının yanında anne olmak, birilerinin hayatına dokunmak hep aklında olan bir şeydi. Bilimi seven Büşra büyüyüp anne olduğunda “Genetikçi anne” ile bu iki karakterini bir araya getirdi.

Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü mezunuyum. 3 sene Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde proje araştırmacısı olarak çalıştım. Eş zamanlı olarak Biyoteknoloji alanında uzmanlığımı tamamladım. Tez sunumumu kızımla beraber yapmıştık. Onun dünyaya gelişiyle benim hayatımda bambaşka bir kariyer başladı. Öyle ki bilimi çok seven Büşra, bilimin tüm detaylarını barındıran annelikte uzmanlık yapmaya başladı. Kızıma baktıkça kızımla kendi aramdaki ilişkiyi gördükçe bilimi detaylandırdım. Bizlerin sadece çocuğuyla oyun oynadığını, ona sarıldığını zannettiği yerlerde o bilimi seven Büşra’nın ne kadar tatmin olduğunu fark ettim.

Birçok vasfınızla ön plana çıkmanıza rağmen kendinizi daha çok “anne” olarak tanımlıyorsunuz. Özel bir sebebi var mı?

Şöyle ki kızımdan önce evlattım, ablaydım, öğrenciydim, eştim. Çeşit çeşit sıfatlarım vardı. Anne olduktan sonra annelik kimliğinin hayatımdaki birçok vasfı kapsadığını fark ettim. Evlatken sadece evlattım, tek bir sıfattı. Fakat annelik öyle değil. Bir gece onun ateşine bakan doktor anne, bir gün kucağıma geldiğinde onu sakinleştiren kucak anne, bir gün ona bir şeyler öğreten öğretmen anne oluyorum. Annelik sıfatları kapsayan bir sıfatla geldi.

“Genetikçi anne”yi de şöyle anlatayım. Gerçekten mesleğimi çok severek yapıyordum. Anne olunca evlatla mesleği kıyaslama yoluna zaruri olarak giriyorsunuz. Ben evladım üzerinden gitmeye, onu yetiştirmeye karar verdim ama mesleğimi de çok özlemiştim. Bir gün kızım 6-7 aylıkken onu zar zor uyutmuş ve omuzumda annelik nişanı olan kusmuk izi varken düşünmeye başlamıştım. Beni tanımlayan tek şey annelik mi? Tamam annelik çok güzel ama sadece bu muyum? Bununla mı devam etmek zorundayım? Neden sadece bir kimliğe sığdırıyorum kendimi? Ve o gece kızımı uyuttuktan sonra eşime, işimi çok özlediğimi söyledim. Tabii ki aktif bir çalışma gerektirdiği için laboratuvarlara dönmek kolay değildi. Sağlık alanında da zararlı kimyasallarla çalıştığım için kızımı bekletip gidip çalışmam söz konusu olamazdı. Bir yanım mesleğimi çok özlemiş bir yanım da kızımdan vazgeçmiyordu. İkisini bir araya neden getiremiyorum? Sadece bilim insanı olmak zorunda mıyım? “Genetikçi anne” olsam olmaz mı? Benim başka bir hayatım da var, aynı zamanda anneyim, diye düşünerek eşimin de destekleriyle o gece “Genetikçi anne”nin doğuşuna karar vermiştik. Kızım 2 yaşında, “Genetikçi anne” de 2 yaşında.

Kulağa oldukça zor bir bölüm gibi gelen Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümünü tercih etme serüveniniz nasıl olmuştu?  Zorlandığınız oldu mu veya zorlanacağınızı düşünmüş müydünüz?

Bölümü tercih etmemin birçok faktörü var ama en büyük etki bilimi seviyor olmamdı. Sevmek onun zorluğunu görmeye engel değil. Bu bölümü seçmek birçok mücadeleyi de beraberinde getirdi. Seçmeden önce, seçerken ve seçtikten sonra gibi süreçlere ayırabilirim. İlk olarak şöyle bir süreç vardı: Moleküler Biyoloji ve Genetik hayallerimi süsleyen bir alandı. Boğaziçi Üniversitesi’nin odamda bir afişi vardı. Her deneme sınavı sonrasında ne kadar yaklaştım diye bakıyordum.

Bu bölüm ilk tercihimdi. Puanım İstanbul’daki Tıp Fakültelerine yetiyordu ama ben doktor olmak değil bilim insanı olmak istiyordum. Benim zamanımda Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü ne işe yarar bilinmediği hâlde gerek annem gerek babam bu konuda bana hep destek oldular. Seçimlerimizi kısıtlayan bir diğer faktör de başörtüsü yasağıydı. İstediğin üniversiteye istediğin koşullarda gidemiyordun. Ben Tıp değil Genetik istiyorum; Boğaziçi Üniversitesi başörtü yasağına uymayan, daha özgürlükçü bir okul olduğu için Boğaziçi olması lazımdı. Boğaziçi Üniversitesi’nde de bu anlamda en kısıtlayıcı bölüm Genetik Bölümü’ydü. Çünkü insanlarda, bilimle uğraşıyorsan inançlı olmamalısın gibi bir algı var. En çok kırmak istediğim önyargılardan biri de bu.

Bölümü okumak gerçekten zordu. Bunun bir diğer sebebi de Temel Bilimler Fakültesi olmasıydı. Temel Bilimler olduğu zaman daha kapsayıcı bilgiler öğretiliyor. Nasıl bitecek, sınavı nasıl geçeceğim, bu bölümü nasıl bitireceğim diye ağladığım zamanlar da oldu. Ama geriye dönüp baktığımda çok şükür iyi ki olmuş diyorum.

Genellikle akademik unvanı olan kişilerin dili, muhatap oldukları metinler hasebiyle ağır ve anlaşılması güç oluyor. Fakat sizin herkese hitap eden bir dil kullanabildiğinizi görüyoruz. Akademik bilimsel bilgiyi günlük dilde anlaşılır şekilde sunarken size yardımcı olan şeyler ve sizi zorlayan şeyler nelerdir?

“Genetikçi anne”yi farklı kılan da bu. İnsanlarla hem bir genetik uzmanı hem de onların bir arkadaşı olarak konuşuyorum. Biz bilim insanları bilimsel dilde istediğimiz kadar konuşabilir, anlaşabilir, iletişim kurabiliriz fakat bu bizi fildişi kulelerimizin içinde bırakır. Bir şey yapılıyor ve bunu kimse anlayamıyorsa çok da bir anlam ifade etmediğini düşünüyorum. Kendi kendimize bilim yaparız, kendi kendimize konuşuruz ama yoldan geçen bir arkadaşım ne söylediğimi anlamıyorsa benim yaptığım o işin anlamı ne?

Bilimsel terminoloji içeren çok sayfa var. Ama onlar insanlara hitap etmiyor, insanların kalbine dokunmuyor, insanlarla aynı dili konuşmuyor. “Genetikçi anne” sayfasını kurarak bilimin fildişi kulelerde olmadığını, hayatımızın içinde olduğunu göstermek istedim. Bunu yaparken de insanlarla normal zamanda kullandığım dili kullanmam gerekiyordu. Sayfamın ilgi görmesinin sebebinin bu samimiyet olduğuna inanıyorum.

Bu durumun beni zorlayan yönleri de oldu. Bazı şeyleri sadeleştirirken çok zorlandım. Yazılar için araştırmalar yapıyorum, makaleler okuyorum, kendi anlama süzgecimden geçiriyorum, her yazımın altında kaynakları belirtiyorum ardından bunları sadeleştiriyorum. Özellikle ilk zamanlarda “Makale yazsam bu kadar zorlanmazdım.” dediğim çok oldu. Çünkü insan alıştığı akademik dilde devam edince rutine bağlıyor. Daha sonra insanlarla iletişim kurunca ve onların ne istediğini fark edince benim için kolaylaştı. Bizim gibi bilim insanları, sağlıkçılar, tıpçılar halkı yeterince bilgilendiremezse bu konuda hiç bilgisi olmayan ama halkın anladığı dilden konuşan insanlar bizim yerimize geliyor. Bu sefer de yanlış bilgilerin salgını ortaya çıkıyor. Biz doğru bilgiyi doğru şekilde anlatmak ve ulaştırmakla yükümlüyüz. Ben bunu ekstra bir şey olarak değil, bilimimizin zekâtını vermek olarak görüyorum.

Online sürecin üzerimizde oluşturduğu stresi azaltmak ve odaklanma becerilerimizi arttırmak adına neler yapabiliriz?

Hayatımıza bir anda “online” diye bir kavram girdi ve Zoom ile tanıştık. İlk başta evden şunu da yaparım bunu da yaparım diye çok hevesliydik. Sonrasında bir tükenmişlik başladı. Bunun sebebi beynimizin artık molaya ihtiyacı olmasıydı. Odaklanma seviyelerimiz düştükçe düştü. Bu süreçle ilgili yapılan akademik çalışmaların birinde ara vermeden toplantıdan toplantıya, dersten derse girildiğinde beynin aktivitesi bir cihazla ölçülüyor ve odaklanmanın çok ciddi oranda düştüğü görülüyor. Verilecek 10 dakikalık mola, beynin kendisini tamamen yenilemesini sağlıyor. Buradaki mola bilgisayar ekranından kalkıp telefon ekranından bir şey izlemek değil elbette. Dışarıyı seyrederken bir çay içmek, kitap okumak, birisiyle sohbet etmek yani kendimizi dinlendirecek başka bir şey bulmak. Bu, odaklanma becerimizi ciddi oranda artıran bir şey olacaktır. Küçük molaları ihmal etmeyelim. On dakika da olsa beynimiz için yeterli olacaktır.

Yaşantımızın, seçimlerimizin genlerimiz üzerindeki etkisi ne boyuttadır? Yalnızca kendi geçmişimiz değil büyük büyük anneannemizin bir travması, doğduğumuz dönem, beslenme şeklimiz, alışkanlıklarımız ve daha birçok tesir altında iken nasıl bir farkındalıkla bu durumun olumsuz etkilerinden kurtulabiliriz?

Genetik gen dizilimi, Epigenetik ise çevresel faktörlerin gen işleyişimizi değiştirmesi anlamına geliyor. Çevresel faktörler, anneannemizin dedemizin yaşadığı bir olay veya maruz kaldığımız güneşte giydiğimiz kıyafet olabilir. Bunu aç kapa yaptığımız bir odanın lambası gibi düşünebiliriz. Çevresel faktörler bizim o genimizi açar ya da kapatır. Bu da hayatımıza sandığımızdan daha fazla etki eder.

Eskiden beri kimya, biyoloji, fizik var fakat genetik bilimi, bilimler arasında yeni bir alan. Sanki puzzledaki eksik parça, genetik ortaya çıktığında tamamlanmış oldu. Genetiğin içinde de parçası eksik olan bir puzzle var ki orayı da epigenetik tamamlıyor. Mesela, benim şu an yediklerimin, hamileyken tükettiklerimin hepsi kızımın hayatında bir etkiye sahip olacak. Görünür olmayan bazı şeyler de genler üzerinde silik bir iz bırakıyor ve bu iz nesilden nesile aktarılabiliyor. Bir örnek vermek istiyorum: Benim küçüklüğümden beri sevdiklerimden ayrılma kaygım vardı. Ortada hiçbir şey yokken ya annemden teyzemlerden ayrılırsam ya başka bir yerde yaşamak zorunda kalırsam diye kaygılanıyordum. Büyüdükçe bu kaygının bana değil, anneanneme ait olduğunu fark ettim. Anneannem, annem küçük bir bebekken Üsküp’ten İstanbul’a göç ediyor. Anneannemin sevdikleri, babası, teyzeleri, ailesi Üsküp’te kalıyor ve anneannem ömürlük bir gurbet hayatı yaşamaya başlıyor. Ben geriye dönüp baktığımda anneannemin hatta 6 aylık bile olsa neticede bunları hissettiği için ayrılık kaygısını taşıdığımı fark ettiğimde bu kaygıların bana değil onlara ait olduğunu gördüğümde bu duyguların altından kalkmam kolaylaştı.

Bu durumun etkilerinden farkına vararak kurtulabiliriz. Bazen tek başına farkına varamayız. Bazen bir kitap okuyarak, birisiyle konuşarak, gerekli durumlarda bir uzmandan yardım alarak bunun farkına varırız. Farkına vardığımızda iyileşmesi de kolay olur. Sorun tespit edilirse çözüme de yaklaşmış oluruz. Başka açıdan yorumlayacak olursak, diyelim bir anne gebeliği boyunca sigara içti ve çocuk sağlıklı olarak doğdu. Anne, gebelikte sigara içtiğini ama çocuğuna hiçbir şey olmadığını zannediyor. Bu annenin çocuğuna bir şey olmamış olabilir ama torununda astım var. Tüm bunların hem fizyolojik hem psikolojik etkileri var. Bunların çözümü için çaba sarf etmek gerekiyor. Bu konuda Mark Wolynn’in “Seninle Başlamadı” kitabını tavsiye etmek isterim. Bu kitapları okuyarak ve çeşitli uzmanlardan yardım alarak üstesinden gelinebileceğine inanıyorum.  Bir de şunu unutmayalım, anneannemden dedemden bana böyle bir şey geldi, bundan kurtulamam, böyle yaşamak zorundayım diye bir şey asla yok. Bu geçişi kırabilirsiniz. Sevilmeyen ve sizi sevmeyen bir ebeveynle büyümüşsünüzdür. Sevilmediğiniz bir çocukluk geçirmişsinizdir. Bu sizin de sevgisiz bir ebeveyn olacağınız anlamına gelmemeli. Bu nedenle önce kendimizin farkına varmalı ve bu döngüyü kırmalıyız.

İnsanın kendisini sevmesinin sınırı ve ölçüsü nasıl ayarlanmalıdır?

İnsanın kendisini sevmesinin sınırı kesinlikle olmalıdır. İnsanın kendisini sevmesi ayrı bir şey, kendisine âşık olması ayrı bir şeydir. Deriz ya aşkın gözü kör ama sevgi daha mantıklıdır. Söz konusu kendimiz olduğunda, kendine âşık olma durumu bambaşka sonuçlar ortaya çıkarabiliyor. İnsan kendine değer vermeli fakat bazı insanlar var ki bunun seviyesini gerçekten kaçırıyorlar. Kendi haricindeki her şeyin önemsiz olduğuna inanıyor, kendi için önemli olan şeyleri önemsiyorlar.

Ben bu insanları toksik kişiler olarak değerlendiriyorum. Kendilerini sevdiklerini zannediyorlar ama hem kendilerini hem de çevresindeki insanları zehirliyorlar. Kendini fazla sevmenin sebebini de çocukluk döneminde sevginin hissedilmemesine bağlıyorum. Çünkü sevilmeyi bilen bir çocuğun kendisini bu kadar sevmesine, yüceltmesine ihtiyacı yoktur. Ama sevilmeyi bilmeyen birisi, kendini yüceltmenin tek yolu olduğunu düşünür. Şöyle bir örnek vereyim, anne ve babamızın bizi sevmesi bize sarılması epigenetik sistemdeki gen işleyişimizi değiştiriyor. Çocuklarda belirgin beş gen bölgesi var. Anne ve babanın çok sarıldığı çocuklarda bu genler sarılınmayanlara göre daha gelişmiş oluyor. Anne babasıyla temas kuran, sevgiyi hisseden çocukların hücresel yaşları kendi seviyelerinde giderken sevgiyi hissetmeyen çocukların hücresel yaşları geride kalıyor. Baktığımız zaman sevgi görülmeyen bir şey olmasına rağmen bizim gen işleyişimizi değiştirebilecek güce sahip.

Bu ölçüyü ayarlama hususunda yine aynı yere geleceğim. İnsanın kendisinin farkında olması çok önemli. Kendimizi gözlemlediğimizde acaba ben kendimi seviyor muyum yoksa kendime âşık mıyım cevabını verebiliriz. Eğer kendimize içerden ve dışardan bakarak fark edemezsek, çevremizdeki insanları yavaş yavaş kaybederek zorunlu bir farkındalık kazanmak durumunda kalacağız.

Fıtrattan gelen ve varlığın hakikatini saklayan benlik ile kişiyi özünden uzaklaştıran bencillik arasındaki farkı nasıl yorumlayabiliriz?

Çok güzel söylemişsiniz. İnsanın içinde hakikatleri saklayan fıtratı bize verilen en büyük nimetlerden birisi. Örneğin, teleskop insana ne kadar küçük olduğunu gösterir, mikroskop da insana ne kadar büyük olduğunu gösterir. Bu nereden baktığımızla alakalıdır. Biz kocaman evrende küçücük insancıklarız. Bu açıdan kendimize baktığımızda diyoruz ki zannettiğim kadar büyük bir varlık değilim ama yine de hücrelerimde bir evren taşıyorum. Bunu iki türlü değerlendirme imkânı var: Ben ne kadar mükemmel bir yaratığım, içimde bir evren taşıyorum gözüyle bakarsak bize verilen o hakikatten uzaklaşıp kibre doğru yol alırız. İçimize o evreni yerleştirenin azametini, büyüklüğünü düşündüğümüz zaman ise kendimizi küçücük görürüz. Bu farkındalıkla benlik ve bencillik arasındaki o ince ayırıma varabiliriz.

Özellikle bir bayanın hayatında bilimin yeri ne olmalıdır?

Bir kadının hayatında bilim olmalı değil, bilim zaten kadının hayatının tam merkezindedir. Biz kadınlar öyle bir donanıma sahibiz ki bir çocuk dünyaya getirdiğimizde bile bunu fark ediyoruz. Yüzyıllardır var olan bir bilim var ama bu bilim hep erkeklerin egemenliğindeymiş gibi gösterildi. Geçmişe dönüp baktığımızda kaç tane kadın bilim insanı sayabiliyoruz? Kadın şairlerin, kadın yazarların isimlerini bile gizleyerek yazdığını görüyoruz. Allah bilimi emrederken cinsiyet ayırımı mı yapıyor veya Peygamber Efendimiz , “İlim öğrenmek, herkese farzdır.” Hadis-i Şerifini cinsiyet ayırımıyla mı söylüyor? Hayatımızın neresine nakşettik bu Hadis-i Şerifi? İşte bu sebeple ben bir kadının ilimden ve bilimden kesinlikle haberdar olması gerektiğine inanıyorum. Zihnindeki düşünme yetilerine hâkim olan bir kadının bu hayattan daha fazla feyz alacağına, daha iyi bir kul olacağına inanıyorum.

Bu sadece okul okumakla elde edilmiyor, okumamayı da tercih etmiş olabiliriz. Ama bir şeyler takip ederek, en basitinden sosyal medyada magazin sayfalarını değil, bilim öğrenme, kaliteli vakit geçirme gibi şeyleri takip ederek hayatımıza ilmi sokabiliriz.

Herkesin suçu başkasında aradığı, birbirinden koptuğu bu devirde birlik olmaktan bizi uzaklaştıran nedir? Aile ve toplum bağlarını güçlendirmenin yolu nereden geçiyor?

Birlik olmaktan bizi uzaklaştıran şey, sevgisizlik ya da sevgimizi gösterememe durumumuz. Sevgi kalıplara sığdırıldı. Birini sevmek için zihnimizde bir anket yapıyoruz ve şu şu özellikler varsa yanına tik atıyoruz. Biz herhangi birini yaratandan ötürü sevmeyi unuttuk. Toplum olarak çok ön yargı doluyuz ve farkında olmadan gruplaşıyoruz. Şu anda böyle konuşuyorum ama ne yazık ki gerçek hayat bu kadar Pollyanna değil. Nefret söylemleri, İslâmofobiler vs. gibi birçok şeye maruz kalıyoruz. sosyal medyadan gelen “Sen bu başörtüyle ne biçim bilim insanısın?” mesajı bile bize çok şey anlatıyor. Bilim insanı dediği şeye bir kalıp çizmişiz. Önce bunun aşılması daha sonra da toplumdaki sevginin sınırlarının biraz genişletilmesi gerekiyor.

Çocuklarımıza saf sevgiyi öğretmemiz lazım. Biz çocuğumuzu çok sevgi dolu yetiştiriyoruz ama okulda zorba bir çocukla karşılaşabiliyor. Böyle durumlarda normalin kendisi olduğunu, diğerinin normal olmadığını izah etmeliyiz. Aile ve toplum birliğini sevgiyle geri kazanacağız. Hepimizin yoğunlukları var ama en azından günde minimum bir saat beraber bir şeyler yapalım, istersek kitap okuyalım, istersek sohbet edelim veya kendi yaptığımız işlere çocuklarımızı dâhil edelim. Bizim evde çamaşır makinesine çamaşırları kızım atıyor, tuvalet kâğıdı bittiğinde yerine o takıyor. Sen de bu evdesin, senin de sorumlulukların var diyerek ona bir aidiyet hissi kazandırıyoruz. En önemlisi da bir kere de olsa sofraya hep beraber oturabilmek.

Hem günümüz annelerine hem de geleceğin anne adaylarına tavsiyeleriniz nelerdir?

Toplumdan bu kadar bahsetmişken anneler üzerindeki baskılardan bahsetmemek olmaz. “Mükemmel anne” diye bir kalıbımız var. Anneler çocuklarına ne kadar güzel aktiviteler yaptırıyorsa o kadar iyi anne zannediliyor. Her gün çocuğuyla yaptığı aktiviteleri paylaşan İnstamom’lar çıkmaya başladı. Bunu gören anneler “Eyvah, ben hiçbir şey yapmadım.” deyip kaygılanmaya başlıyor. Şu an anne olan ve ileride anne olacak olan tüm kadınlara sesleniyorum: Sen çocuğunun başına gelebilecek en mükemmel annesin. Mükemmel olmaya çalışma. Sen sadece çocuğunu sev.

Sürekli annelikle ilgili maruz kaldığınız gizli eleştirilere kulaklarınızı tıkayın. Annelik içimize yerleştirilen ilâhî bir lütuf. Kendimize, bedenimize, içimizde gelen dürtülere kulak verdiğimiz zaman zaten her şey mükemmel olacak. Gereksiz eleştirilere, sana iyi gelmeyen kişilere kulaklarını kapat. En önemlisi bu.

Hemen hepimiz gün içinde yahut hayatımızın belli dönemlerinde bir enerji düşüklüğü yaşayabiliyoruz. Bu enerji düşüklüğüyle savaşabilmenin kısa yolu sizce nedir?

En önemlisi sizi tetikleyen bir hayale sahip olmak. İnsanın uykularını kaçıracak bir hayali olmalı. Bu hayatta nereye varmak istiyorum diye kendimize sormalı ve bunun için savaşmalıyız. Tabii ki hayalleri olanların da enerjisi düşebilir. Bu noktada herkese kendisine iyi gelen bir aktivite yapmasını önerebilirim. Kimilerine kitap okumak kimilerine gezmek iyi gelebilir. Yeter ki dinlenme bahanesiyle depresyon hırkasını giyme moduna girmeyelim. Bu ömür bana bir kere verildi. Uğruna çaba sarf etmem gereken şeyler var diyerek kendimizi başka bir şeye odaklamalıyız. Ayette geçtiği gibi yorulduğunda iş değiştirerek dinlenebilirsin. Şu an bilgisayarın başında dersin makalesini okumaktan sıkıldıysan başka bir dersin makalesini oku ya da markete git, hareket et. Günümüz insanlarını hareketsizlik de çok etkiliyor. Yapacağımız on dakikalık bir hareket sadece bedenimize değil ruhumuza da iyi gelecek.

Enerjinizi yükseltecek aktivitenizi tespit edin. Bir şarkı, bir müzik, bir kitap, bir söz ya da hedeflerinizi duvara asmak vb. her şey olabilir. Benim üniversite zamanında en çok faydalandığım motivasyonum Boğaziçi’ni duvara asmaktı. Kendime, “Oraya gitmek istiyorsan kalk bir şeyler yap.” derdim. Mutlu olmak için illa birine mi ihtiyacımız var? Örneğin, kendinize küçük hediyeler alabilirsiniz. Ben kendime küçük hediyeler alır hatta hediye paketi yaptırırım. Mesela, kendime çiçek almayı çok severim. Hepimiz için ufak ama anlamlı aktiviteleri tespit etmemiz lazım.

Çocukluktan tadı hâlâ damağımda dediğiniz lezzet nedir?

Elma şekeri.

Ruhunuza hitap eden mevsim hangisidir?

İlkbahar.

Size mutlu ve huzurlu anları hatırlatan koku?

Deniz ve yosun kokusu.

Sizi kendine hayran bırakan bir sanat eseri?

İnsan vücudu, ruhu. 

En sık kullandığınız kelime veya deyim?

“İyi şeyler birdenbire olur.” Oğuz Atay’ın bir cümlesi.

Yaşamayı en sevdiğiniz şehir?

İstanbul.

Çay mı? Kahve mi?

Çay.

Buradan tüm üniversiteli genç arkadaşlarıma sevgilerimi gönderiyorum. Sizlere de çok teşekkür ediyorum, çok keyifliydi.

Hüma Dergisi, Sayı:13 

YORUM EKLE