Bünyamin Gürel: Hayat sahnelerden, anlardan mürekkep bir tiyatrodur, şiirdir

Bünyamin Gürel 2014 yılında Çanakkale Şehitlerini anlatan “Bir Nusrat Hikayesi” adlı ilk oyununu yazdı. 2016 yılında ise “15 Temmuz Destanı” oyununu kaleme aldı. Aynı zamanda üç şiir kitabına sahip olan Bünyamin Gürel ile Selvigül Kandoğmuş Şahin’nin Temmuz dergisi için yaptığı söyleşiyi alıntılıyoruz.

Bünyamin Gürel: Hayat sahnelerden, anlardan mürekkep bir tiyatrodur, şiirdir

“İnsan, hayalini kurduğu, özlemini duyduğu şeyi yazabilir. Eğer yaşanan şey zaten bir şiirse; destansa, o, şairin defterine değil, milletin gönlüne, Yüce sanatkârın emriyle, amel defterlerine çoktan kaydedilmiştir.” Ölümsüz adlı eserinizin girizgâh olarak böylesine anlamlı bir cümle kuruyorsunuz. Şuara suresini de göz önünde bulundurarak sizde şiirin karşılığı nedir? Şair olarak hakikat yolculuğunuzda ilahi olanla muhataplığınız nasıldır?

Şiir bana göre bir keşif yolculuğudur. Kendini ve dolayısıyla hayatı, evreni, varlığın hakikatini keşfetme ve bunu anlatma biçimidir.

Herhangi bir yaşam istediği kadar uzun veya karmaşık olsun tek bir andan oluşur aslında. Kişinin kim olduğunu keşfettiği andan” der Borges. Lorca ise bir konferansında; “Bir ozan, beş duyunun da profesörü olmalıdır” der. Yine Alvarlı Efe, “âkîl ola bir nazarla âlemin divânesi” der bir gazelinde.

Gerçek keşif yeni diyarlar bulmak değil yeni gözlerle bakmaktır” diyen Proust eşyaya farklı gözlerle bakabilmenin önemine vurgu yapar.

Bütün bu sözlerden yola çıkarak söylersek; şiir yazmak, varlığı dönüştüren bir bakış açısına sahip olabilmeyi gerektirir. Şair, varlığa kimsenin bakmadığı açılardan bakabilen özgün ve yeni bakış açıları geliştirerek varlığı tanımlama, hatta dönüştürme uğraşına girişme cesareti gösterebilen kişidir. Farazi sınırlarından haberdar olduğu kendi beninin sonsuzluğa açılan kapılarından bakıp Yaratıcının yoktan, örneksiz ve modelsiz inşa ettiği varlıktaki hikmetleri, güzellikleri sıra dışı biçimde keşfetmeyi, betimlemeyi başarabilendir.

Şiir insanın kendini tanıma eylemidir. “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisinde belirtilen ilahi hakikate erme çabasıdır.

Goethe bir şiirinde: “Bil ki ham bir misafirsin ancak şu kapkara yeryüzünde/ öğrenemediysen hala şu sırrı: öl ve ol.” demiştir. Ölmeden olunmaz… Şair de kendini öldürmeden şair olamaz. Kendini nasıl öldürür? Kendisiyle çarpışarak, hesaplaşarak. Ben bu çarpışmayı” Leyl ve Lir  kitabımda “Geciken 2” adlı şiirle yapmaya çalıştım. Kendime, nefsime şu dizelerle seslendim:
 

hiç düşünmüş müydünüz şu kitab-ı kebirde
sizi de yazıyor muydu bir kalem
yorulmaksızın an be an
sağınızdan solunuzdan?

kendinize kör

başkalarına konuk

yetenekliydiniz

yaşamamakta.

sahi siz şairdiniz -değil mi?-

Kendisini adeta tanrısal bir mevkie oturtarak, diğer her şeye laboratuvarındaki bir denek muamelesi yapan bir şairin, yazarın,  kendisinin de aslında yazılan bir figür olduğunu, imtihan edilen bir öğrenci, bir denek olduğunu fark edip bu hakikate teslim olması, bununla yüzleşmesi nefsine çok ağır gelen bir durumdur. Ancak bu hesaplaşmadan başarıyla çıkabilirse ilahi hakikatleri keşfetme yolculuğu da başlamış demektir.

Zamanın akışı içinde öyle zaman geçti ki o dönemde insanın adı bile anılmazdı” der mealen Cenâb-ı Hak İnsan suresinde. Şiir, insanın adı bile anılmayan şu fani dünyada kendini, dolayısıyla ilahi sırları, hakikatleri keşfetme yolundaki insanın; hayatın, kâinatın şarkısını bitmek bilmeyen bir arzuyla söyleme çabasıdır. Kâinatın şarkısına katılma eylemidir. Varlıkla bütünleşmektir.

Rahman, insana “beyanı” öğretmiştir. Bu, insana verilmiş en büyük nimetlerden biridir. Rahman suresi boyunca Rabbimiz tekrar ve tekrar biz insanoğluna aynı soruyu yöneltir: “Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” İlahi mesajda insanın nankörlüğüne de sıkça vurgu yapıldığını düşündüğümüzde diyebiliriz ki biz insanoğluna verilmiş söz söyleme nimetinin gereğini yerine getirmek, nankör olmamanın bir gereğidir. Şiir, insanın nankör olmadığını gösterme fırsatıdır.

Kimileri şiiri nankörlüğün bir aracı kılar, kimileri ise bir şükür vesilesi. Ama hangi amaçla yazılırsa yazılsın her şiir; varlığın, hareketin sırrını duyumsama ve anlatma çabasıdır. Bir şairin, sanatçının herhangi bir güzelliği anlatma çabası bilerek ya da bilmeyerek; isteyerek ya da istemeyerek olsun Cemâl-i Mutlaka yapılan güzellemelerdir. Bütün güzel şiirler, hamdler, övgüler, mutlak güzellik sahibi Allah’adır. Allah güzeldir, güzeli sever.

“Yesevi’yi, Fuzuli’yi, Eşrefoğlu’nu,  Şeyh Galip’i, Gaybi ‘yi, Attar’ı, Mısri’yi, Efe’nin Divan’ını ve daha nice değerlerimizi yeniden ve yeniden okumalıyız.  Şeyh Galip gibi güzellik avcısı olmalıyız. Hep daha iyisini, güzelini üretmeye, elde etmeye gayret etmeliyiz. Geleneğe eklemlenemeyen hiçbir eser yaşayamaz”  diyorsunuz bir söyleşinizde adeta manifesto gibi. Siz modern ve postmodern zamanlarda yazan bir şair olarak gelenekle kurduğunuz bu güçlü bağı nasıl sağlıyorsunuz ve modern zamanların dilini oluştururken neleri önceliyorsunuz, genç şairlere bu konuda neler tavsiye edersiniz?

Sanırım bundan 8 sene evvel bir vesileyle Efenin Divan’ını elime almıştım ilk kez. Eskilerin tabiriyle tefeül yaptım. Karşıma çıkan ilk mısrada şöyle diyordu. “Sen Allah’ı sevende Allah seni sevmez mi?”  Bu mısra beni çarptı. Sarsıldım. Bir mısra bir insanı altüst edebilir mi? Evet edebilirmiş. Şiir böyle bir şeydir.  

Benzer şeyleri Hüsn ü Aşk’ı okurken de yaşadım. Eski edebiyat geleneğimize ilgim ve sevgim günden güne arttı. Başka gözlerle okuduğumda eski eserlerimizin daha önce fark etmediğim nice güzellikler barındırdığını gördüm. Soyut olduğuna hükmedilen anlatıların aslında somut dünyanın soyutlanarak aktarılması olduğunu net olarak gördüm. Soyut, sembolik, hayali olarak yaftaladığımız Divan şiirimizin mazmunlarında, anlatım tekniklerinde kaynağını somut gerçeklerden alan sürreal bir dünyanın gizlendiğini müşahede ettim. Ve öğrendim ki semboller yalnızca sembol değildir. Rüya yalnızca rüya değil. Ve hayal salt hayalden ibaret değildir. Örtüyü kaldırdığınızda altında nice yaşanmışlıklar, nice gözlemler, dokunuşlar, tatlar saklıydı.

Örneğin Hüsn ü Aşk’taki tasvirlerde adı geçen birçok çiçeği, madenleri hangimiz tanıyoruz, biliyoruz? Hangimiz bahsi geçen çiçeklere dokunduk, kokladık?  Şamşırak taşını hangimiz gördük? Şimdi günümüz şairlerine, yazarlarına soruyorum: Gücünü yaşamdan, somut gerçekten alan biz miyiz; yoksa hayallerle bezeli, soyut bir dünya inşa etmekle itham edip durduğumuz eskiler mi?

Fuzulinin bir kelime oyunu gibi sunulan;  

cânı içün kim ki canânın sever cânın sever

Cânı kim canânı içün sevse cânânın sever

beyitindeki  “gerçek sevgi” sırrını hangimiz keşfettik?

Edebiyat geleneğimiz içinde yer alan büyük eserler bize birtakım sırlar fısıldar. Bunlar keşfe dayalı, su katılmamış hayat sırlarıdır. Büyük eserler bize insan olarak içinde bulunduğumuz yolculukta nereye gittiğimizi, şu an nerede olduğumuzu ve yolda karşımıza çıkabilecek engelleri ve bu engelleri nasıl aşabileceğimizi gösterebilen eserlerdir. Eğer bir eseri içselleştirebilirseniz aslında o eserin sizi anlattığını görürsünüz. Ben Hüsn ü Aşk’ı okumadım sadece. Yaşadım, yaşıyorum.

Ve insan olarak hepimizin başı sonsuzlukla beladadır. Bela vadilerinde ah kılıcımızla,  kalbimizde ‘Güzellik’in aşkı ile yana yakıla O’nun adını söylemekten başka çaremiz yoktur…
Yenişehirli Avni’nin dediği gibi:

Sanman talebi devleti câh etmeye geldik

Biz aleme bir yar için ah etmeye geldik

Gençlere tavsiyem, medeniyetimizin köklerine inmeleri. Ve yukarda adı geçen değerlerimizin eserlerini salt okumakla kalmayıp, yaşamalarıdır. Samimi olmalarıdır. Kendileri olmalarıdır. İlkeli davranmalarıdır. Tarkovski’nin deyişiyle söylersek; “Hayatla olan saf ilişkilerini yitirmemeleridir”. Olduğundan başka görünmeye çalışmadan; başkalarına öykünmeden; başka şairleri, yazarları putlaştırmadan… Örneğin ben bugünkü edebiyat ortamında birçok ismin putlaştırıldığını üzülerek görüyorum. Böyle bir ortamda edebiyatımıza nitelikli, yeni solukların katılması olanaksız.

Ancak şunu da ekleyeyim ki geleneğe de saplanıp kalmamalıyız. Yeniliklere açık olmalıyız. Yenilik, güzelliği içinde barındırdığı ölçüde yenidir. Yeni olan her şey güzel değildir, ancak güzel olan her şey yenidir. Okuyormuş gibi davranmaktan vazgeçip gerçekten okumalıyız. Okuduklarımızı içselleştirebilmeliyiz, bunun için de önce kendimizi okumalıyız…

Özetle tavsiyem şudur: Doğuyu da bileceksin batıyı da; ama doğuyu daha iyi bileceksin. Ulusal olmayı başaramayan, evrensel de olamaz…

Şiir ve tiyatro ikisi de aslında farklı ve birbirine uzak gibi dursa da yakın sanat dalları, Necip Fazıl’ın ve pek çok şairin tiyatro eserleri vardır. Şairlerin, ozanların ruhundaki teatral, heyecan yüklü sesleniş, tiyatro eserlerinin ortaya çıkmasına nasıl bir katkı sağlıyor da genelde şairler tiyatro eseri yazıyorlar bu konuda neler söylersiniz?

Lorca, bir şair olarak onlarca başarılı oyun yazmıştır. Şekspir’in şairleri kıskandıran soneleri vardır. Bizdeki mesnevi geleneği aslında bir nevi şiirle öyküyü, romanı hatta tiyatroyu kaynaştırma biçimidir. Edebi türler arasındaki keskin hatlar, ayrımlar günümüzde de silikleşmiştir.
Şekspir, Hamlet eserinde amcasının suçunu itiraf etmesini sağlamak için oyun içinde oyun tekniğini kullanır. Hamlet, dâhice bir fikirle onun vicdanı ile yüzleşmesi için tiyatro sanatından yararlanmıştır. Tiyatro sanatı insanlığın vicdanına tutulan bir aynadır. Şairlerin de diğer sanatçıların da yaptığı bu değil midir? Şair kelimelerle yazar şiirini ancak kelimeler şair için sadece kelime değildir.
Şairler kelimelere ruh vermeleri ile onları kanlı canlı birer kahramana dönüştürürler. Onları birbirleriyle konuşturur, çarpıştırır onlara mekân ve zaman içinde bir rol tayin ederler. Görüntüleri kelimelere, kelimeleri görüntülere seslere, renklere bularlar. Bu yönüyle ressamdırlar aynı zamanda. Duyumsayışlar bir beden, bir ruh, bir ışık, renk ve sese bürünür ve bize sahne sahne bir oyun seyrettirir. Yani şairin imgeleminde kelime sadece kelime değildir. O, hayatın içinde nefes alan ete kemiğe bürünmüş bir karakter, bazen de sahnede dans eden bir oyuncudur.
Ben şuna inanıyorum: Sahnede canlandırılamayacak hiçbir metin yoktur. Bir şiir dizesi de pekâlâ bir oyunun sahnesi olarak karşımızda yer alabilir. Hayat da sahnelerden, anlardan mürekkeptir. Şair bu sahneleri, anları sözcüklerle resmeden kişidir.

Örneğin, “Öptüm seni sonsuz gidişinden/ saçlarının seyriyle seni” derken Zarifoğlu,  bize bir sahneyi yaşatır. Sevgilinin arkasını dönüp gidişinde aşığın sevgiliyi seyrindeki donmuş zamanı, mekânı,  sonsuzluk hissiyle görürüz, seyrederiz. Gitmenin, ayrılığın bile bizi sonsuzluğa eriştirecek bir iksir olabileceğini bir şairden daha iyi kim anlatabilir… Niçin? Çünkü şair o sahneyi önce kendisi seyretmiş, zevk etmiş ve bize tarif etmektedir.  Hayat sahnelerden anlardan mürekkep bir tiyatrodur, şiirdir.

Tiyatro günümüzde önemli bir sanat dalı ne yazık ki bizim cenahta yeteri kadar ilgi görmüyor ve etkinliği anlaşılmıyor, gereği kadar çalışmalar yapılmıyor diye düşünmekteyim. Siz taşın altına elini koyan ender sanatçılardansınız Hüsn ü Aşk gibi Şeyh Galip’in ölümsüz eserini günümüz tiyatrosuna taşıdınız. Bu zor olmadı mı, nasıl doğdu bu düşünce okuyucularımla paylaşır mısınız?

Tiyatro maalesef üvey evlat muamelesi gören bir sanat dalı. Örneğin onca sanat ödülleri etkinliğinde “tiyatro” ödül sınıfına bile dâhil edilmez. Bu sanat ve kültür ortamımız adına acınası bir durumdur.

Ben 10 yaşımdan beri şiir yazıyorum. Bu tutkumu 2003’lerde üç arkadaşımla bir şiir dergisi kurarak devam ettirdim. O yıllarda -20’li yaşlarımdaydım- arada öykü de yazıyordum. Bir şair büyüğüme öykü yazdığımı söylediğimde “Bünyamin ya şiiri ya da öykü yazmayı seç. İkisi bir arada olmaz.” dedi. Ben şiiri tercih ettim. Şiirin yanı sıra eleştiri yazıları da yazdım ama dramatik bir eser yazma fikrine kendimi kapattığımı 2013 yılında başlayan tiyatro faaliyetlerim sırasında fark ettim. Bir özel tiyatro sahibi arkadaşım benden sahneleyeceği bir oyun için ön oyun yazmamı istemişti. Vakit dardı. Ne diyeceğimi bilemedim, afalladım. Sonra neden afalladığım üzerine düşündüğümde, kendime şiir ve eleştiri dışında bir türde yazı yazmayı yasakladığımı fark ettim. Daha önce böyle bir deneyimim olmadığını söylesem de arkadaşım beni yüreklendirdi. O gece istediği ön oyunu sabaha doğru tamamlamıştım. Çok beğendi ve beni oyun yazmam hususunda teşvik etti. Tiyatro sanatına ilgim ve sevgim artmıştı. Tiyatro eserlerini inceliyor, eserlerin sahnelenme süreçlerine eşlik ediyor, metnin sahnelenme sürecinde yaşadığı serüveni yakından görüyordum. Özel bir tiyatroda dramaturg olarak görev almıştım. İçimde bu toprakların hikâyesini tiyatroya taşımak arzusu günden güne şiddetlendi. Ve sahnelere taşınmayan birçok şaheserimiz olduğunu üzülerek gördüm. Hüsn ü Aşk da bunlardan biriydi. Tiyatroya uyarlanması çok zor görünüyordu. Gecelerce eserin ruhuna nüfuz etmeye çalıştım. Hüsn ü Aşk sembollerle örülü ağır, tasavvufi bir eserdi. Ancak eserin ruhuyla özdeşleştiğinizde size kendisini yaprak yaprak açan yalın bir derinliği vardı. Eseri bitirdiğimde tiyatro sanatçısı arkadaşıma gönderdim. Ertesi gece telefonum çaldı. Arayan numarayı tanımıyordum. Telefondaki kişi İstanbul Devlet Tiyatrosu yönetmenlerinden Murat Sarı’ydı. Eserimi okuduğunu, tebrik etmek için sabahı bekleyemediğini söyledi. Murat Sarı’nın usta yönetmenliğinde karakterden karaktere giren iki oyuncunun (Hakan Güneri ve Fatih Özseçen) sergilediği olağanüstü performans ve kukla tiyatrosundan yararlanılarak Hüsn ü Aşk, 2015 yılında ilk kez seyirciyle buluştu. Menemen ve Ankara Yenimahelle Tiyatro Festivallerinde başarıyla sahnelendi. Çok beğenildi. Bildiğim kadarıyla sahnelenen ilk Hüsn ü Aşk oyunuydu. Demek ki istenince, azmedince oluyormuş. Bu benim için büyük övünçtü.

Mehmet Akif, ‘Çanakkale Destanını’ yazdı bir asır önce, millet olarak kahramanlık ve özgürlük destanları yazdık asırlardır hamdolsun. Kurtuluş Savaşı gibi büyük bir savaştan millet olarak şehitler vererek destansı bir mücadele ile kurtulduk. Bir asır sonra tekrar büyük bir mücadele verildi. 15 Temmuz kalkışması ile millet yeniden ayağa kalktı. Ve siz ‘15 Temmuz Destanı’nı yazdınız. Ne yazık edebiyata 15 Temmuz yeterince yansımadı, belki acılar soğuyunca, demlenince zaman eserler zuhur eder diye düşünmekteyim. Sizi böyle bir destan yazmaya sevketen haleti ruhiyenizden okuyucularımıza bahsetseniz, bize bu konuda neler söylersiniz?

15 Temmuz bir başlangıçtır. Devam eden bir süreçtir. Gölgeli tarafları zaman içinde aydınlığa kavuştukça Türk milleti olarak ne büyük bir badire atlattığımız daha iyi anlaşılmaktadır. Feraset sahibi halkımız o gece ne olduğunu derinden kavramış ve tankların karşısına korkusuzca çıkmıştır. O gecenin yüzyıla bedel bir gece olduğunda sanırım hemfikiriz. Ben aziz milletimizin bir ferdi olarak kendimi vatanıma, milletime karşı sorumlu ve borçlu hissettim. Bu duygularla çalışma masama oturduğumda bir uzun şiir çıktı ve daha sonra bir başkası… Derken eseri bitirip yazdığım parçaların müstakil bir şiir kitabına destana dönüştüğünü fark ettiğimde rahmetli babamın gençlik yıllarında yazdığı destanları hatırlayarak ürperdim. Hâlbuki yazı hayatım boyunca destan yazmak gibi bir düşünce aklımın ucundan bile geçmemişti. Tüylerim diken diken olmuştu. Düşünceler peşi sıra hücum etti. Sonra babamın bana Kıbrıs Çıkarmasında şehit düşen çok sevdiği komutanının ismini vermesini düşündüm. Zaten hep böyle değil midir? Babadan oğula devreden bir emanettir yaşam. Ve babadan oğula devreden bir emanet vatan.

Son olarak tezgâhta neler var diye sorsam neler söylersiniz, Söyleşi için teşekkürlerimi sunuyorum.

Allah kalemimize zeval vermesin. Sizin de bir söyleşinizde ifade ettiğiniz gibi ben de “ilhama inanırım”. İnsan olarak hepimiz şu varlık yurdunun seçilmişleriyiz. Şairlerin ise seçilmişler içinde özel bir yerinin olduğunu düşünüyorum. Şairler en çok arıdan rol çalar. Arıya vahyeden Rab, hiçbir kulunu başıboş bırakmadığı gibi “beyanı öğrettik” dediği insanı söz söyleme hususunda başıboş bırakır mı? Hele şairleri? Biz duyargalarımız açık bekliyoruz efendim. Yazgımızın bize sunduğu imkanlar dâhilinde hakikat yolculuğunda iyi bir öğrenci olmaya gayret gösterterek güzelliklerin izinde en güzeli bulma yolunda arayışımızı sürdürüyoruz. Heybemizde çok şükür şiirler var öyküler var anlatılar var. Oyun ve senaryo çalışmaları var.

Beni zorlayan, usta işi, güzel sorularınız için çok teşekkür ediyorum Selvigül Hanım.

Ben teşekkür ediyorum efendim. Böylesine bereketli ve coşkulu bir söyleşi için. Kaleminiz, kelamınız daim olsun her daim…

Selvigül Kandoğmuş Şahin, “Hayat sahnelerden anlardan mürekkep bir tiyatrodur, şiirdir”, Temmuz Dergisi Şubat 201, Sayı 29.


 

YORUM EKLE