Bizim için bitmeyen 28 Şubat yapmışlar

Sebahattin Arslan'ın, 28 Şubat döneminde gördüğü işkenceleri ve zindan hayatını trajikomik bir dille anlattığı 'Sıradışı Bir 28 Şubat Hikâyesi' adlı kitabı yayınlandı. Bu vesileyle Hayreddin Soykan yazarla kitabı üzerine konuştu.

Bizim için bitmeyen 28 Şubat yapmışlar

28 Şubat döneminde gördüğü işkenceleri ve zindan hayatını trajikomik bir dille anlattığı “Sıradışı Bir 28 Şubat Hikâyesi” adlı kitabı vesilesiyle, yazar Sebahattin Arslan’la “sıradışı” bir görüşme yaptık.

İlk kitabınız “Sıradışı Bir 28 Şubat Hikâyesi”, geçtiğimiz günlerde Çarpıcı Kitap Yayınları arasından çıktı. Bu vesileyle sizi tebrik ediyor, başarılar diliyor ve hemen sorularımıza geçmek istiyoruz. Öncelikle, bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Nasıl bir hayat hikâyesi var bu kitabın ardında?

Öncelikle temennileriniz için teşekkür ederim.

Cesur Yürek” filminde meşhur bir sahne vardır. Hani cephede, taarruzdan hemen önce askerlerin Wallace’yi ilk defa gördüklerinde ufak tefek cüssesinden dolayı şaşırıp “bu muymuş!” diye burun kıvırdıkları sahne. Bu durumu sezen Wallace’nin askere hitaben yaptığı “Wallace, 2 metre boyundaymış, sinirlenince gözlerinden ateş çıkarırmış!” diye karşılık verdiği ironik durumla gireyim mevzuya. Ne boyum 2 metre, ne sinirlenince gözlerimden ateş çıkarabiliyorum. Yani en azından şimdiye kadar çıkarmaya muvaffak olamadım.

Bu kitapta bir kahramanın hayatı değil, alelâde bir insanın hayatı var. Tüm umutları tükenince, kaleleri bir bir düşünce, elindeki tek silah olan “mizah”a sarılıp onunla hayata tutunmaya çalışan bir insanın hayat hikâyesi var. En dibe battığı bir dönemde, hayata ve hadiselere karşı nevi şahsına münhasır olarak geliştirdiği bir uslupla karşı koyup ayakta kalmaya çalışan bir insan var bu kitapta..

İllâ ki, kitabın ana karakteri için sözün gelişi “kahraman” kelimesini kullanmak zorunda hissediyorsanız, “zoraki kahraman” diyebilirsiniz. Doğru zamanda doğru hamleyi yaparak, hareket etmek üzere olan Nuh’un gemisine binen, fakat nereye gittiğini ve ne yapması gerektiğini yol boyunca düşe kalka öğrenen bir kahraman.

Diğer taraftan bakacak olursak, herkes kendi hayatının kahramanı, yani başrol oyuncusu değil midir zaten?

28 Şubat’ın hışmından birçoğu kaçarken, siz direnmeyi seçtiniz ve o genç yaşınızda girdiğiniz cezaevinde, üstelik tek kişilik hücrelerde, yıllarca yattınız. Gerçi kitabınızda teferruatıyla anlatıyorsunuz ama okuyucumuza bir fikir vermek bakımından soruyorum: Nasıl bir yerdir hapishane? O kadar zaman nasıl geçiyor ve geçiriliyor orada?

Hapis yatmaktan daha kötü bir şey varsa, o da sizin ima ve ironi dilinizi anlamayan bir insanla veya insanlarla hapis yatmaktır. Gerçi uzun yıllar tek başıma yattığım için böyle bir sıkıntıyla karşı karşıya kalmadım. Orantısız mizah işkencelerime maruz kalacak mağdurlar meydana gelmedi. Ancak sabah-akşam sayıma gelen gardiyanlar üzerinde deneme şansı buldum gün yüzü görmemiş esprilerimi. Onların verdiği tek tepki de bön bön suratıma bakmak oluyordu zaten. Benim gibi hayata mizah penceresinden bakan bir insanın hücrede tek başına kalmasının ve zaman geçirmesinin ne denli zor olduğunu varın siz tasavvur edin.

Buna rağmen, hiç zorlanmadım desem yalan olmaz. Hatta kimi zaman hücredeki yıllarımı özlüyorum desem mübalağa etmiş olmam. Yazıp çizme ve okuma faaliyetinin en rahat yapılabildiği yer tek kişilik hücrelerdir aslında. Hani Malcolm X’in meşhur bir lafı var, “bana soracak olursanız, bir Müslümanın üniversiteden sonra gitmesi gereken tek yer cezaevidir” diye. Ben de öyle yaptım zaten. Üniversiteden sonra stajımı cezaevinde yaptım.

Kitabınızın, 28 Şubat üzerine yazılmış diğer tüm yazılardan ve kitaplardan çok farklı bir özelliği olduğu, daha ilk sayfasından itibaren görülüyor. Bir de sizden dinlemek istiyoruz: Niçin bu kadar farklı bir kitap kaleme alma ihtiyacı duydunuz?

Artık ağlama edebiyatından milletin sıtkı sıyrıldı. Bu millet yıllarca 12 Eylül’de işkence görenlerin ajitasyon kitaplarını okudu. Okuyucu onların kitaplarını okurken, o kitapların yazarları çoktan bir holdinge kapağı atıp yükünü almıştı bile.

Solcuların 12 Eylül’den yediği ekmek bitince, Müslümanların ekmek yemesine geldi sıra. 28 Şubat dönemi, göbeğini kaşıyan Müslümanlar için biçilmiş bir kaftan oldu. O dönemin sözde mücahitleri 12 Eylül demagoglarından aşağı kalmayıp, ortalık biraz durulunca kendi mağdur edebiyatlarını oluşturmaya başladı. Sözde mücahitler, bu edebiyatla müteahhitliğe terfi etti.

Ama artık milletin ağlamaktan gözleri şişti. Artık insanlara bir şey anlatmak, birşeye dikkat çekmelerini sağlamak için hadiseleri olduğu gibi aktarmanız yetmiyor. Kalplerine nüfuz etmek için hadiseleri yalın bir şekilde ifade etmeniz kifayetsiz kalıyor. Kelimelere takla attırmanız, bıçak gibi bir ironi yapmanız gerekiyor. İnsanların beynini açmak için, kelimelerden çok matkaba ihtiyaç var artık.

Kitabınızı okurken çok karmaşık duygular yaşıyor okuyucu. Tam gülmekten kendini alamadığı bir yerin ardından, bu sefer ağlamamak için kendini zor tuttuğu bir yer geliyor. Ancak şunu merak ediyorum, 28 Şubat denildiğinde akla zulüm ve zorbalık geliyor. Yaşananlara bu şekilde yaklaşmaktan korkmadınız mı? Okuyucunun tepkisi nasıl oldu kitabınıza?

Jack Nicholson’un başrolünde oynadığı “Guguk Kuşu” filminin meşhur bir fragman repliği vardır, “siz delilerden hanginizin cesareti var?” diye. Ben okuyucuyu bir yüzleşmeye çağırıyorum bu kitapta. Onlara “siz delilerden bu kitabı okumaya hanginizin cesareti var?” diyorum. İnsanlara ayna tutuyorum. Zaten kitap iki taraflı bir ayna değil midir? Bir tarafı yazara bakan, diğer tarafı okuyucuya bakan. Herkes kendi ideolojik ve dünya görüşüne göre o kitapta kendini hesaba çeker. Bu tür dönem kitaplarını okuyanların tepkisi, ferdî olarak, yaşanan hadiselerde ne yaptığına ve nerede durduğuna dair ipuçları verir aslında.

Ben, alkolle temizlenmiş konferans salonlarında “günümüz Müslümanlarının sorunsalı” üzerine konuşmalar yapan kanaat önderlerinden biri değilim. Yahut, Müslüman coğrafyasının kan ağladığı bir dönemde televizyon kanallarına çıkıp, kıçı başı açık sunucular eşliğinde “sigara haramdır” fetvasıyla insanlara keskinlik yapan irşad(!) edicilerden biri de değilim. Kimseye bir şey vaadetmiyorum. Herkes kendi yediğinden ikram edermiş. Benim azığım da, malzemem de ortada. “Orantısız” mizahıma dayanacak, sinirleri sağlam olan, kendine güvenen insanlar okusun kitabı. Yukarıdaki film repliğini farklı bir biçimde aplike edip tekrar soracak olursak, “siz Müslümanlardan, bu kitabı okumaya hanginizin cesareti var?”

Kitabınızın en dikkat çekici, üstelik ilk bakışta inanılmaz gelen bölümlerinden biri de, polislerin 28 Şubat döneminde size yaptığı işkenceler. Neler yaptılar, bir de okuyucularımız için anlatabilir misiniz?

Neler yapmadılar ki! Devletin ve modern tıbbın bütün imkânlarını seferber ettiler işkence yapmak için. Elektrik işkencesine maruz kaldım meselâ. Emniyet birimleri elektrik faturası ödemiyor zannedersem. Zira elektrik verirken çok bonkör davranıyorlardı. “Zaten pozitif elektrik taşıyan bir insanım, bu kadar elektrik vermenize gerek yok!” diye telkinde bulunmama rağmen, neredeyse bir trafo elektrik verdiler bir gecede. O dönem sık sık elektrik kesintisi oluyordu Türkiye’de. Sebebi bize verdikleri elektriktir.

Islatma dedikleri bir işkence var yine. Safi su israfı. Tonlarca suyu çırılçıplak vücudunuza boca ediyorlar. “Yapmayın, etmeyin, suyu israf etmeyin, günahtır!” diye yalvardıysam da beni dinlemediler.Kaba dayak, psikolojik baskı, falaka vesaire de çerezi oluyordu işkencenin.

Fakat işkence seanslarında yüreğimizi ferahlatan hâdiseler de oluyordu. Mesela bize işkence yapanların hemen hepsi beş vakit namazlarını ihmal etmiyorlardı. Her işkence seansından önce abdestlerini alır, öyle girerlerdi işkence odalarına. Haklarını teslim etmek lazım. Tabii, abdestli namazlı bir insanın elinden işkence görmek, bir nebze de olsa bizi rahatlatıyordu.

28 Şubat dönemini de, bugünü de yaşayan bir insansınız. Hayatınızda neler tamamen değişti, neler hep aynı kaldı? Ayrıca, o günkü duygularınızla bugünkü duygularınızı nasıl kıyaslarsınız?

Hayatımızda pek bir şey değişmedi aslında. Zira bizim için “bitmeyen 28 Şubat” yapmışlar. Kasedi başa sarıp sarıp ceza veriyorlar. Dejavu yaşıyoruz yani. O gün de polisi görünce kaçıyorduk, bugün de kaçıyoruz. Firarilerin uzmanı olduk. Sağolsun, devlet baba sayesinde bir alanda uzmanlaştık, kolumuzda altun bilezik var.

Diğer yandan, dünya değişti, tabii ki duygular da zamanla değişime uğruyor. O zamanlar tek başıma herkese meydan okuyor, dünyayı değiştirmek için planlar yapıyor, kimseye eyvallah demiyordum. Fakat şimdi, tam tersine, dünya karşısında değişmemek ve ayakta kalmak için inanılmaz bir direniş gösteriyorum. Zira, artık herşeyin paraya tahvil edildiği bir zamandayız. Eskiden cebimde beş kuruş yokken bile kalkıp Ankara’dan İstanbul’a gidecek hal üzerindeyken, şimdi Ulus’tan Kızılay’a inmek için hesap kitap yapar hale geldim, geldik, getirildik.

Kitabınız yayınlandıktan sonra, kitabınıza almadığınız ama keşke şunu da vurgulasaydım dediğiniz bir hadise oldu mu?

Evet var. Kitapta Selim Gürselgil’le ilgili bölümde fazla tafsilatına girmediğim, kitap yayınlandıktan sonra hatrıma düşen Ramazan hikayesi var. Kısaca şöyle:

28 Şubat döneminin zorbalarından kurtulmak için Ankara'dan İstanbul'a hicret ettiğim dönem. Kalacak bir yerim yok. Selim’in vasıtasıyla İstanbul'da tutunmaya çalışıyorum. Gece olunca kâh bir işyerinde sabahlıyorum, kâh günübirlik bir evde.

1998'i 1999’a bağlayan Ramazan ayı girmek üzere. Yani mübarek üç aylardayız. Ramazan yaklaşırken bir gün Selim bana, "bu Ramazan bütün iftar ziyafetleri benden!" dedi. Ben de sevindim iftarda çaysız-çorbasız kalmayacağız diye. Gerçi onun da durumunu bildiğim için şaşırmıştım, tüm Ramazan boyunca parayı nereden bulacaktı.

Neyse, Ramazan girince mesele anlaşıldı: Her akşam iftara birkaç saat kala, cebindeki telefon rehberinden alfabetik sıraya göre bir ismi arayarak bize iftar sponsoru olmasını rica ediyordu. O Ramazan, bildik ne kadar gönüldaşımız varsa, Fatih'in tüm lokantalarında bize iftar ısmarlattı. Hatta bazı gönüldaşlar, kalkıp tâ Anadolu yakasından Fatih'e geliyorlardı bize iftar ısmarlamak için. O iftar saati trafiğinde adamların çektiği çileyi düşünün.

Fakat Ramazan sonuna doğru sponsorlarımız azaldı. Arifeden bir gün önce, çağıracak kimseyi bulamadık. O da üniversiteden, aynı sınıftan, felsefe bölümünde okuyan bir solcu arkadaşını çağırtıp bize sponsor yaptı. Düşünün, adam hayatında hiç oruç tutmamış, Allah kitap nedir bilmiyor, gelmiş şeriatçılara iftar ısmarlıyor. Gerçi o günden sonra bir nebze imana gelmiştir. Bir katkımız olduysa ne mutlu bize. Zira iftardan sonra çocuğa abdest aldırıp camiye götürdük. Şadırvanda abdest alırken, çocuğa, "kardeş, sen boy abdesti alsan daha iyi olur!" diye espri yaptım hatta. Katıla katıla gülmüştü. Bir aydınlanma oldu mu bizden sonra, bilemem. Sayemizde hayatının ilk namazını kılmış ve iki müslümana iftar vermişti.

Ramazanın son günü geldiğinde, artık tamamen tüketmiştik sponsorlarımızı. Arife günü iftara yarım saat kala, cebimizde sıfır kuruş parayla, Fatih sokaklarını arşınlıyorduk. Lüks bir lokantanın önüne gelince, orada durduk. Daha doğrusu Selim durdu, ben de o durunca durmak zorunda kaldım. Selim lokantayı şöyle bir süzüp, sanki aklına müthiş bir fikir gelmiş bir edâyla, "sen içeri gir otur, siparişleri ver, ben birazdan geliyorum!" dedi bana. Ne yalan söyleyeyim, Selim'in geri geleceğine pek ihtimal vermiyordum. Evine gidip kendi ailesiyle beraber iftarını açar diye düşünüyordum. Zaten tüm ramazan boyunca insanüstü bir gayret göstermiş, beni yalnız bırakmamak için ailesiyle iftar yapmaya gitmemişti. Bu kadarı bile fazlaydı gönüldaşlık için. Ben ne olur ne olmaz, iftar bulaşığının altından kalkamam diye sipariş vermedim. Kıyıda bir masaya eğreti bir şekilde oturdum. Tam ezan okunduğu esnada, artık ümidimi tamamen kesip masadan kalktım ve lokantayı terketmek için kapıya doğru yöneldim. Tam o sırada yüzyüze geldim Selim'le. Az önce gelmeyeceğini düşündüğüm için kendimden çok utanmıştım. Evet gelmişti. Parayı bulmuştu. İftarımızı yaptıktan sonra, o parayı nereden bulduğunu öğrendim: Cep telefonunu satmıştı. İftarda beni çaysız-çorbasız bırakmamak için, yok pahasına satmıştı telefonunu.

Okuyucularımızla son olarak neyi paylaşmak isterdiniz?

Son sözleri veya konuşmaları bağlamayı sevmiyorum. Spontan yaşadım şimdiye kadar, yaptığım her eylem de tam o an gelişti neredeyse.

Hepimiz, bitmemiş bir hikâyenin kahramanlarıyız. Kendi kitabımızın baş kahramanı, başkalarının kitabında da figüranız. O meşhur sözü bilirsiniz: “Dünya bir tiyatro sahnesidir. Kimine reisicumhur rolü düşer, kimine çöpçü. Rolünü en iyi oynayan alkışlanır”. Dünya üzerinde sahneye konulan bu tiyatroda, ufak da olsa kendi rolümüzün hakkını vermeye bakalım. Sahte bir kişilik olup başkalarının hayatından rol çalıp yaşamaktansa, ufak bir rolde de olsa kendi hayatımızı yaşayalım.

 

Hayreddin Soykan konuştu

 

YORUM EKLE