Gidilmesi gereken bir yol vardır yer âleminden öteki âlemlere; kâh acının sırtında ağarmış saçlarla, kâh birkaç şiirin unutulmuş bazı mısralarında. İşte öylece karşımda duruyor Ak Başlı Kartal namı ile meşhur şair Bahaeddin Karakoç.
Hocam, bize nasıl bir ortamda büyüdüğünüzü anlatır mısınız?
1930’larda babam Himmet Karakoç, CHP’nin aktif olduğu bir dönemde, yüzlerce hafız yetiştirmiş bir hocaydı. Parti faaliyetlerine de katılıyordu. Aynı zamanda şairdi ve çok zengin bir kütüphanesi vardı. Şehirlilere nasip olmayan büyük bir kütüphane… Çocukluğum böyle bir ortamda geçti. Yetişmemde babamın büyük etkisi oldu. Şiirlerini kendisi okurdu. Babamın kütüphanesinde altı yüz yıllık kitap vardı. Kitap bende duruyor, kimseye veremiyorum. Güvenecek adam bulsam, okutturacağım. Ceylan derisiyle ciltlenmiş antika bir kitap, Osmanlıca kaleme alınmış.
Elbistan’ın Ekinözü kasabasında ilkokulda okurken şiirler yazardım. O zamanlar okullara başöğretmenler gelirdi, öğretmenlerim beni çağırırlardı, okuturlardı bana şiirlerimi. O zamanlar Milli Eğitim Bakanlığı’nın Ankara’da çıkardığı “İlköğretim Dergisi” vardı. Oraya gönderirlerdi, orada yayımlanırdı şiirlerim.
Yine ilkokula giderken, köylülerin dilekçelerini yazardım. Babamdan öğrenmiştim güzel yazıyla dilekçe yazmasını. Kaymakamlığa, savcılığa, nerede resmi dairelere gönderilecek bir dilekçe varsa ben yazardım dilekçeleri... O zamanlar bir kuruşluk tayyare pul yapıştırılıp verilirdi dilekçe. Yazdığım kabul görürdü. Bunun karşılığında köylüler bana hediye olarak bir - iki yumurta getirirlerdi, ödeşmiş olurlardı. Yazım iyiydi, çok güzel yazardım o zamanlar.
Okuldan mezun oldum, ilk ciddi şiirim, 1942 yılında, Behçet Kemal Çağlar’ın Halkevleri bünyesinde yönettiği “Yurt” dergisinde yayımlandı. Şiirim, köyle ilgili bir güzellemeydi. O zaman, Afyon Mebusu Osman Atilla şair. Benim şiirimi de “Memleket Şiirleri” adlı derleme kitabında yayımlandı. Memleket Şiirleri, Kültür Bakanlığı bünyesinde yayımlanmıştı aynı yıl. O yayımlanır yayımlanmaz, isim yaptı benim şiirim. Herkesin dilinde benim şiirim; yazanı merak ediyorlar. Ama bilmiyorlar ki, yazan bir çocuk.
Beslendiğiniz şairler kimlerdir?
Beni şiirde besleyen asıl kaynağı anlatayım. Teyzem, komşu köyde kalıyordu; oradan evliydi. O köyde teyzemin akrabalarından bir çocuk, Elbistan’da okuyor. O bana bir şiir göndermişti. Karacaoğlan’ın şiirlerinden biri... Dedim: “Sen ortaokula gidiyorsun diye bana tafra mı satıyorsun?” Ben kendi şiirimi yazarım. Daha ilkokula gidiyordum, tamamen bana ait bir şiir yazdım. Yazım da güzel, ona gönderdim. Öyle başladım şiire, ona nazire olsun diye.
Biliyorsunuz Anadolu zenginlikler diyarıdır. Anadolu ozanlarına kulak verdim.
Her sorana verdiğim cevap şu: “Benim şiir ustam babam, babamdan sonra Karacaoğlan’dır.”
Karacaoğlan’da ne buluyorsunuz?
Karacaoğlan’da şu var: Bir şiir aynı zamanda, tınısını da, yani müziğini de beraberinde getirir. Karacaoğlan’ı okurken, sanki sazla eşlik eden biri varmış gibi bir havaya giriyorsun.. Memleketten, dağdan taştan söylüyor. Sen de zaten oraları hep görüyorsun. Görünce sana daha çok etki yapıyor. Dil Türkçe, en güzel şekliyle. Modern şiire doğru yol alanlar, tartışılabilir, o ayrı bir konudur. Şunu söyleyeyim: Tanzimat’tan bu yana Türk Şiiri, Türk Edebiyatı, Türklüğün dışında gelişmiştir. Fransız şiiri ve edebiyatı ön plana çıkmıştır, “Servet-i Fünuncular Fransızlar gibi yazacağız!” demişlerdir. Herkes kendine göre Batı’yı örnek alıp bir değişim süreci başlatmıştır. Her milletin şiiri alınır okunur. Öte yandan, her milletin kendine göre bir kalıbı, formları, tarihi, aslî değerleri var. Sen başkalarının şiir ve edebiyatını kendine olduğu gibi tatbik edersen, senin şiir ve edebiyatın kendisi olmaktan çıkar, yabancılaşmaya başlar. Başkasını al, oku, beğen; ama onu kendi içinde erit, yeni kalıplarla ifade et. Bizdeyse, sadece Batı’dan tespit edilen şeyleri yorumlama var. Maişet kapısı olarak edebiyat fakülteleri seçilmiş. Edebiyat fakültelerinden edebiyatçı çıkar mı? Yo!… En popülerleri Edebiyat Fakültelerinde hocalık yapmış olan Ahmet Hamdi Tanpınar’a bakalım: Bence, o kadar ciddiye alınacak bir şair değil; ama nesrinde başarılı olmuştur. Tanpınar’ın söylemi de kültürü de Fransız’dır. Tanpınar, Türk Edebiyatına örnek gösterilmekle, Türk Edebiyatının yönü şaşırtılmaktadır.
Size göre son dönem Türk şiirinde bize bizi anlatan kimdir?
Ben Ahmet Haşim’i çok severim, şairdir. Haşim, halk tarzı yazmaz, tam divan tarzı da yazmaz; ama şiir yazar, serbest de olsa, ölçülü de olsa. Haşim, Arap’tır, millî kimliğe vurgu yapmıyorum; ama onda evrenselliği yakalamış olan bir şiir vardır. Şiir, evrenselliği yakaladıktan sonra, hangi milletten olduğu önemli değildir. İnsanlığın ortak değeridir. Cumhuriyet döneminde sevdiğim şairler var. Bunlar çok güzel iş yapabilir; ama yararlı değildir.
Haşim, Fransız Sembolistlerinden etkilenmemiş midir?
Etkilenmiştir, doğru; etkilenmek suç değildir. Fena olan, taklit etmektir. Şimdi bir sürü Nazım Hikmetçi var, bir sürü Necip Fazılcı var, hiçbiri de onların şiirinden anlamaz. Ama onların gölgesinde dolaşmakla kendilerine edebî bir kimlik kazandırmaya çalışıyorlar.
Kendinizi aynı çizgide gördüğünüz şairler var mı?
Mevlana’yı çok severim. Yunus Emre’yi önce küçümserdim, basit görürdüm; fakat bana bir dağ köyünde, bir evde yaşamanın sadeliğini, güzelliğini gösterdikten sonra, çarpıldım. Yeniden Yunus Emre’yi alıp inceledim, okudum ve gördüm ki, Yunus Emre’yi aşacak gelmedi, gelmesi de çok zor. Bu medeniyet, öyle kolay meydana gelmedi. Çizgi çizgi, nokta nokta yüzlerce, binlerce yıllık birikimle oluştu, bugünlere geldi. Biz hâlâ şifahî edebiyatın piri Dede Korkut’u yeterince tanımıyoruz. Daha yeni yeni ciddî tercümeler yapılıyor. Fransızlardan, Ruslardan Dede Korkut’u alıyoruz. Bizde inceleme, araştırma yok. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, destan şiirinde müthiş bir zirvedir, yakın arkadaşımdı, komşumdu. Sordum ben kendisine, “Neden destandan ürküyorsun?” Her milletin destanı vardır. Destanın gerçeklere dayanması da önemli değildir. Çünkü o bir miti ortaya çıkarır. Her milletin de miti olması lâzım. Mesela bizde bozkurt miti... Başka milletlerin de mitleri var. İtalyanların, Almanların mesela… Yani bunlar etrafında; ama sen İslâm’ı seçmişsin, İslam’dan önceki dönemi inkâr etmeyeceksin. Böyle bir sentezi oluşturmaya gücün olacak, inancın olacak.
İslâm ve şiir arasında nasıl bir bağ var?
Ben İslâm ile ilgili, yani Müslümanca tavır sergileyen çok şiir yazdım. Zaten Allah’ını, Peygamberini bilen her insan bir Müslüman’dır. Müslümanız biz, fakat öte yandan şairin dikkat etmesi gereken başka hususlar da var. Yazdığını hangi toprakta yazıyor, hangi suyla besliyor, nasıl gübreleniliyor? Muhammedî midir, şeytanî midir? Buna dikkat edilmesi gerek. Mesela “Beyaz Dilekçe” şiirimi yazdıktan sonra bile, ‘benimdir’ demekten utanırdım, hâlâ da utanırım. Abdestsiz yazmazdım. Yazarken kemiklerimden çıkarırdım. Kemiklerimden çıkacak şiir. Acı çıkar, ter gibi çıkar, farkına varmazsın; kokulu çıkar, ama kaldı mı da kalıcıdır.
Beyaz Dilekçe’yi nasıl yazdınız?
Münacattır, duadır “Beyaz Dilekçe”. Ya Rabbim, dedim, beni utandırma, Senden başka sahibim de yok, inandığım da yok! Sadece rızanı gülümseyerek sunarsan, diyerek yazdım, 999 mısra, sekiz bölüm. Şiir, “TDV Münacat Yarışması”nda birincilik ödülü kazandı. Süleyman Hayri Bolayır, telefon açtı. Hocam, bir şiirinizi yarışmaya sokmayacağız. Neden, dedim. İki şiirle katılamazsınız. Dedim, daha önce de katılmıştım, mansiyon da vermiştiniz bana. Bu şiirin hakkını verecekseniz, diğerini çekeyim, dedim. Söz verdiler; ama orada ödül töreninde söylemediler. Ağzım gem tutmaz biraz, verdim veriştirdim. Üçüncülüğü kaldırdılar, bazı genç şairlerim, hemşerilerim bir şeyler yaptılar. Önemli olan o değil.
Bir gün bir camide, Cuma namazında, hutbede “Beyaz Dilekçe” okunuyor; ben o kadar ezildim, o kadar utandım ki, anlatamam. Ya Rab, kimseye beni rezil rüsva eyleme. Kimse tanımasın beni. Şuradan kimseye görünmeden çıkıp gideyim. Bir anlamda, sanki bu şiiri ben reklâm olsun diye yazmışım. Sanki para için yazmışım gibi. Yani bir utanç vardı. Hâlâ, ben bu şiirleri yazdım diye ortalığa çıkmam. Hiçbir şiirimi de sahiplenmiyorum, sahip Cenab-ı Allah(cc). Ben Onun rızası dışında bir şey yazmam. O’na sığınarak yazarım. O da beni hiçbir zaman boş bırakmadı.
Siyasetle aranız hiç olmadı, anladığım kadarıyla?
Ben ülkücüydüm. Hâlâ da ülkücüyüm. Ne seversen sev, sevdiğini korumak, gözetmek, ülkücülük gereğidir. Eskiler “mefkûre” diyorlardı. Ülküsü olmayan, günübirlik yaşamak demektir. İnsan kendini, düşüncesini, emeğini bir yere adarken, bir değerin peşinden koşarken bilinçli olacak.
Maraş olaylarında burada mıydınız?
Verem Savaş Dispanseri’nde sağlık memuruydum.
Başucu kitaplarınız hangileridir, ya da kimlerdir?
Başucu kitaplarım, Yunus Emre’nin şiirleridir, Dede Korkut’tur, Kennedy’nin Fazilet Mücadelesi’dir, Tagore’un kitaplarıdır, Divan edebiyatından çok şiir var.
En son okuduğunuz kitap hangisidir?
(Hocamız kalkıp kütüphanesinden üç kitap getiriyor, masanın üzerine koyuyor.) Gençleri takip ediyorum. Huriye Saraç’ın üç ciltlik romanı, Öğretmen Benisa’yı (Kayayı Delen Tohum, Sevgiyle Işır Yaşamak, Adanmış Aydınlık) okudum daha yeni.
Başka takip ettiğiniz yazarlar?
Ben genellikle Rus yazarlarını severim, bilhassa da Dostoyevski, Tolstoy. Pasternak demiyorum, çünkü o Yahudi midir, Rus mudur, belirsiz.
Sizden bu isimleri duyunca, sanki karşımda hâlâ on sekiz yaşında olan Bahaeddin Karakoç var?
Gençliği takvime bağlarsan ve ne dediğini aynalardan sorarsan, genç de olsan, ihtiyar da olsan hiçbir şey olamaz. Ben diyorum, bu dünyaya bir defa geldik, ikinci gelişimizde ne olur, bilemeyiz, olur mu, olmaz mı, onu da bilmeyiz; ama ikinci yaşımız öbür dünyadır, gerçek dünyadır. İnsan beynini genç tutacak, yüreğini genç tutacak, dilini genç tutacak. Dil, çok önemlidir. Ben öyle yüz kelimeyle, iki yüz kelimeyle şiir yazan şair değilim. Benim bir şiirimde kullandığım kelimeleri, başka şairler üç dört kitabında kullanmıştır.
Dönüp dönüp okuduğunuz romanlar var mıdır?
Valla, tekrar dönüp okumaya ne gerek var. Ben, zaten bir kez okursam okuduğumu anlıyorum.
İnsan sürekli değişiyor. Her okumasında farklı bir şeyler görebilir romanlardan?
Olabilir. Bizim Arif, bir gün bir şiir yazmış. Şiir, daha önce Dolunay dergisinde yayımlanmış. Tekrar bana şiiri nasıl bulduğumu soruyor. Arif, dedim, ne sen seksenlerdeki Arif’sin ne de ben seksenlerdeki Bahaeddin’im. Çünkü sürekli okuyorsun, sürekli geziyorsun, sürekli bilgi ve birikimini yoğunlaştırıyorsun. Tabii, gözün gönlün açılıyor, zekân açılıyor. Açıldıkça daha objektif, daha geniş bakmak zorundasın. Hiçbir şiirimi ezbere bilmem, ama birisi şiirimi okursa, hemen anlarım, o şiir benimdir, diye.
Edebiyata gönül vermiş gençler olarak İslâm’a nasıl hizmet edebiliriz?
Şunu demek istiyorum, sen, ben ne yaparsak yapalım, tek yapıcı Allah’tır. O, senin diline kıvraklığı verir, O, senin eline güç verir, O, sana cesaret verir, O, sana yürek verir. Biz kendimizde buluruz ve O’nu unuturuz. Bu büyük bir ihanettir, büyük bir günahtır. Allah’ım, Sana lâyık olabilecek miyim? Beni Sana lâyık kılacaksan bana rahmet et!
Allah’a lâyık bir kul olmak için ne yapmak gerek?
Eşimle 2007’de Umre’ye gittim. Herkes anlatıyor, şöyle yaptım da, şunu yaptım da. Hâllerine bakıyorum, sırf reklâm amaçlı. Oradan geldim, şu kadar tavaf yaptım. Boynu bükük demiyorlar ki: “Ya Rab! Benim bu koşuşturmalarda Senin sevmeyeceğin bir tarafı var mı? Günah mı işliyorum, sevap mı işliyorum? Günah işleyenlerden eyleme! Rabbim! Sen bağışla!” demek gerekiyor. Bitiyor, ondan sonra dönüşte ne oluyor. Acayip şeyler oluyor. Sana şu kadarını söyleyeyim, ben buradan giderken, gururlanıyor, demesinler diye, yakınlarımla helâlleşmedim. Sadece Allah bilsin, yeter dedim.
Hakikate en samimi ve mütevazı biçimde nasıl hizmet edebiliriz?
Bir defa kendinle ahitleşeceksin. Diyeceksin ki: “Ben, yalan söylemeyeceğim, yalan dosta, yakın olmayacağım. Ben elimden geldiğince hakikatleri yazmaya, anlayarak, bilerek Hakk’a kesin olarak yazacağım. Bunun sevabını da, günahını da Cenab-ı Allah bilecek. Hiç kimseyi aldatmayacağım. Önce kendimi aldatmayacağım!” diyeceksin. Onun için övünecek konulara girmeyeceksin. Bırak, seni öven övsün; ama gene biz onu, beraat olarak zimmetimize geçirmeyeceğiz. Allah bilir, her şeyi bilir. O’na gider, bütün sular denize akar. İnanan insanın da denizi Allah’tır.
Günün hangi vakitlerinde yazıyorsunuz?
Zaman hiç önemli değil. Eskilerin deyişiyle, klasik bir meselimiz var, hani cami avlusunda uyurken veyahut bir yerde dalmışken, bir aksakallı pîr gelir; ya bir elma verir, ya şunu der, uyanır uyanmaz, âşık olur, dili çözülür, çalıp söylemeye başlar. Ben çok yaptım çocukken. Gözlerimi yumdum, bekledim; Ya Rab, bana bir pir gönder! Ne pir geldi, ne de başka bir şey. Anladım ki, Cenab-ı Allah dilini çözerse, kimse onu tutamaz. O koşar gider. Kalemine bir hafta şöyle dursun dersen, o kalem seni terk eder. Kaleminle içselleşeceksin, kâğıtla içleşeceksin. Eşyaya bakış açın değişecek. Sevgi anlayışın, öyle sığ olmayacak. Bugün köpür, akşama o köpüğün sönmesi gibi olmayacak.
Bu noktada sevgiden aşka geçersek?
Aşka geçmek ya da aşkın önüne geçmek zordur. Çünkü aşk matematiksel bir problem değildir.
Nedir aşk?
Nasip…
Beşerî âşk mı, ilahî mi aşk?
İkisi de. Ben beşerî aşkı tasvip eden bir insan değilim. Niye değilim? Çünkü yüz tane beşerî aşktan geçiyorsun, hiçbirine ulaşamıyorsun. O zaman maymun iştahlı mısın her önüne gelene bakıyorsun. Hayır! Eskiden bir şehrin ana kapısı olurdu. Sonra, içerideki kapıları vardı. Dışarıdaki enikli kapıya vardığın zaman hemen içeriye girmeyeceksin. Dışarıda surları falan gezeceksin. Ondan sonra içeri gireceksin. Ki bulunduğun yeri, Yunus Emre’nin deyişiyle söyleyelim: “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun!”
Büyük kapıya nasıl varılır?
“Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/ Sen isteyene ver onları/ Bana seni gerek seni” dedirtir ve işi bitirir.
Siz şehrin büyük kapısına vardınız mı?
Ben hiçbir şey söyleyemem, diyemem. Sen benden sorma. Ben önemli değilim. Sıradan bir adamım.
Bizim için önemli bir şahsiyetsiniz.
Olabilir. Allah razı olsun. Allah’ım sonsuza kadar sana şükürler olsun, öyle görüyorsanız inşallah öyledir. Biz de burada şahit oluruz.
O zaman şöyle sorayım, büyük şehrin kapısına nasıl varılır? Genel anlamda soruyorum.
İslâmî metafiziği bırak, her millette, her felsefede aşka dair bir şeyler var. Istırap çekiyorsun; bir eğitim süreci. Ama Allah’ı bizim algıladığımız gibi mi algılıyorlar? Çinliler, Tao’ya “Allah” diyor, onun için her türlü çileye katlanmışlar. Bir defa Cenab-ı Allah, mazoşist değil, sadist değil, Rahmandır, Rahimdir. Öyleyse senin ufak tefek kusurlarınla uğraşmaz Cenab-ı Allah. Çünkü bağışlayıcıdır. Kusurun olmazsa ne diye yaratsın o zaman seni; tövbe etmezsen seni ne diye karşısına alsın. Tövbede kalıcı olmak lâzım... Ama yarın bir daha tövbe ederim. Et, Mevlana’nın dediği gibi, bin defa tövbeni bozmuş olsan da, et. Başın eğik olmasın. Allah’ın huzuruna geldiğin zaman başını dik tutacak amel işle! Şimdi demiri ısıtırsın, yarına bırakırsan ona şekil veremezsin; ama akkorken ona istediğin şekli verebilirsin. Akkoru eşya hâline getirdin, bir de buna su vermek vardır. Çelikleştirmektir bu. Nasıl olacak? Renklerini irdeleyeceksin. İşte o zaman bıçak mı yapıyorsun, kılıç mı yapıyorsun, ne yaparsan yap, o eşya, eşya olur.
Sizin kaderinizin sırrı nedir?
Bilemiyorum. Bu konuda yetkili bir ağabeyimiz vardı, “Fethi Gemuhluoğlu” diye, hemşerimiz sayılır; Elazığlı. O nefsini terbiye etmiş ve etrafına da ışık olmuş bir adamdır. Ben başından beri biraz isyankârım. Bir gün bana dedi ki: “Karakoç, Karakoç! Emmioğlu! Sen böyle deli - dolu esmenin, ayakta kalmanın sebebini biliyor musun?” dedim: “Ağabey, ben daha kendimi arıyorum.”
Yaş kaçtı?
Daha genciz, kitaplarım yeni yayımlanmaya başlamış. Dedi: “Senin çok büyük bir sahibin var. Sen dara düştüğünde seni kurtaran, elinden tutup çıkaran biri var. Seni böyle yüreklendiren, delidolu konuşturan biri var. Ne büyük şansa sahip bir adamsın ki böyle bir Sahibin var!” Hâlâ bunu düşünürüm. Evet, hepimizin bir sahibi var. Sahip ancak, malın dokusuna göre, kokusuna göre, desenine göre, özüne göre, esirger, korur, gözetler. Bir sürü sahiplerin içinde bir tek Sahip var. Kader de zaten O’nun avucunda desem, insana benzetmiş olurum, günah. Şuna desem de O’nun dilinde, O’nun hâlinde, O’nun celâl ve cemalinde muhakkak bir yer almıştır.
Hocam bize zaman ayırdığınız için Allah razı olsun.
Cümlemizden.
Faik Öcal konuştu
huysuz ve tatlı bi' adam Bahattin Karakoç. Maraş'a geldik, gördük, tekrar sevdik. Öyle hazır cevap, ve bazen öyle çılgın ki... :) Allah ömrünü uzun etsin.