Aysun Bay Karabulut: İnsan da aslına, yani doğaya ve doğal olana rücu edecek

“Doğada Hayat Var” isimli kitabı ile sağlıklı olmanın adeta felsefesini yapan Malatya Turgut Özal Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Aysun Bay Karabulut ile söyleştik.

Aysun Bay Karabulut: İnsan da aslına, yani doğaya ve doğal olana rücu edecek

Doğada Hayat Var” isimli kitabı ile sağlıklı olmanın adeta felsefesini yapan Malatya Turgut Özal Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Aysun Bay Karabulut ile söyleştik. Kayısı çekirdeği üzerine yaptığı önemli çalışmalar ile adını literatüre yazdıran Bay Karabulut’un, uluslararası mecralarda yayınlanmış onlarca bilimsel makale ve tebliğine ek olarak “Yaşamdan Sağlık İksirleri” ve “Yaşamın Biyokimyasal Sırları” adlarını taşıyan iki kitabı daha bulunuyor.

Hocam merhaba, sizi tanıyabilir miyiz?

Malatyalıyım. Bu güzel şehirde doğup büyüdüm. Ankara Üniversitesi’nde veterinerlik eğitimi aldım. Doktoram tıbbi biyokimya alanında... İnönü Üniversitesi’nde Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Müdürlüğü yaptım. Türkiye’de ilk kez uygulanmaya başlandığı dönemde evde sağlık hizmetlerinin kuruluş ve geliştirme projelerinde yer aldım. Doçentlik ve profesörlük çalışmalarımda kanser, antioksidanlar ve stres faktörleri gibi son yılların en önemli sağlık konuları üzerine çalıştım. Ayrıca Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nde Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanlığı, Yükseköğretim Kurulu’nda (YÖK) Kalite Koordinatörlüğü ve Kalite Kurulu Takım Başkanlığı gibi görevlerde bulundum. Bütün akademik hayatımın insanı anlamaya çalışmakla geçtiğini söyleyebilirim. Eh, halen de aynı şey için gayret ediyorum. İnsanın bedeni ve ruhu arasında nasıl bir irtibat var? Sağlıklı olmak ne anlama geliyor? Hem fiziksel hem de psikolojik anlamda nasıl daha iyi, sağlıklı, mutlu ve güzel bir insan olunur? Temel sorularım bunlar… Başka ne diyebilirim? Eşim farmakoloji uzmanı bir öğretim üyesi, Ercan Karabulut. Biri tıp fakültesinde okuyan üç tane dünya tatlısı kızım var.

Aynı zamanda rektörlük göreviniz var…

Evet, 6 Eylül 2018’de, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından ülkemizin yetiştirdiği en mümtaz şahsiyetlerden biri olan 8. Cumhurbaşkanımız merhum Turgut Özal’ın adını taşıyan Malatya Turgut Özal Üniversitesi Rektörlüğü görevine atandım. Sağlıkla ilgili çalışmalarımın yanı sıra bu üniversitenin idaresini de büyük bir onur duyarak yürütüyorum. Ayrıca yeri midir bilmiyorum ama bir Malatyalı olarak “Büyük Türkiye” idealinin kurucu figürlerinden biri olan Turgut Özal’ın (aynı zamanda hemşerimizdir, Malatyalıdır, biliyorsunuz) adına bu şehirde bir üniversite kurulmuş olmasını çok değerli buluyorum.   

Kısa süre önce yeni kitabınız yayınlandı. Öncelikle tebrik ederim. Neden “Doğada Hayat Var” hocam?

Teşekkür ederim. Aslında çok basit. İnsan doğanın bir parçası ve doğal bir uzantısı olarak yaratılmış bir varlık. Dolayısıyla onu doğadan ayrı düşünemeyiz. Bu hem biyolojik hem de felsefi olarak böyle. Nitekim biyokimya alanında yaptığımız çalışmalarda bunu net bir şekilde müşahede de ediyoruz. Doğada olan her şey insan bedeninde de mevcut. Bu açıdan insan âlemin bir özeti gibidir. Zaten klasik düşünme biçimleri de biliyorsunuz bunu ortaya koyuyor ve âlemi makrokozmos, insanı mikrokozmos olarak değerlendiriyorlar. Düşünce tarihinde varlığın birliğini esas kabul eden “vahdet-i vücutçu” bakış açıları da aynı temele dayanıyorlar. Bu temelden hareket ettiğimizde ise insanın doğayla olan birliğini bildiği ve yaşamını buna göre kurduğu ölçüde gerçekten de var olduğunu, doğadan uzaklaştıkça hayattan da uzaklaştığını ve bir çeşit nesneye dönüştüğünü söyleyebiliriz. Yani parçası olduğunuz şey ile uyum içerisinde olduğunuz sürece varsınız. Aksi halde o varlık giderek aşınmaya başlıyor. Hepimizin çokça şikâyetçi olduğu yapaylaşmanın da bununla ilgili olduğunu düşünüyorum. Çünkü doğadan, doğaldan ve doğamızdan uzaklaştıkça bakış açımız da giderek doğal olmaktan uzaklaşıyor ve örneğin gıda malzemelerimizle birlikte düşüncelerimiz de yapay, kurgulanmış, köksüz ve doğallığını yitirmiş oluyor.   

Kitabımı sözünü ettiğim bu insan-doğa bütünlüğü fikri üzerine kurduğum için ona “Doğada Hayat Var” ismini verdim. Bu şekilde hem insanın hayat sahibi bir varlık olarak doğanın ta kendisi olduğuna işaret ettim, hem de onun kendi varlığını idame ettirebilmek, yani sahibi olduğu hayatı muhafaza edebilmek için bir parçasını teşkil ettiği doğaya gereksinim duyduğunu vurgulamak istedim. Bu bakımdan, kitabımın doğanın insana ya da insanın doğaya tercüme edilmeye veya insanın doğa yahut doğanın insan ile şerh edilmeye çalışılması şeklinde değerlendirilebileceğini de söyleyebiliriz.         

Beslenmek ve sağlıklı olmak algıları biyolojik yanına ek olarak kültürel bir şey de galiba…

Ah, evet. Kesinlikle. Bu nokta gerçekten çok önemli. Beslenmek kuşkusuz doğal olarak biyolojik bir süreç gibi görülse de, bir besinin her biyolojik organizma üzerinde aynı etkileri yaratmadığını biliyoruz. Bazen besinin kendisinden daha fazla organizmanın kendi koşullarının belirleyici olduğu ya da bir beslenme kültürünün organizma üzerinde dönüştürücü rol oynadığı görülüyor. Genellikle diyet ve beslenme bağlamında yaygın duyduğumuz bir ilke vardır, bilirsiniz: “Ne yersen osun.” Bir yerde bunun doğru olduğunu söyleyebiliriz. Mesela bazı ürünlerin sıkça tüketildiği bölgelerde, söz konusu ürünlerin oralara özgü çeşitli hastalıkların ya da sağlık kavrayışlarının altyapısını oluşturduğunu tespit edebiliyoruz. Tarihçiler, Türklerin sosyal ve psikolojik varlıklarının, hatta siyasî yeteneklerinin bile beslenme kültürleri ile yakından ilişkili olduğunu belirtiyorlar. Sayısız örnekten yalnızca bir tanesi bu. Çoğaltılabilirler.  

İbn Haldun’u hatırlayalım. Mukaddime’sinde, Akdeniz çevresinde ya da Afrika’da yaşayan insanların tükettikleri yiyecekler üzerinden onlar hakkında çok ilgi çekici tahliller yapıyor. Et ya da ot temelli beslenme kültürlerinin toplulukların siyaset anlayışları, müzik ve sanata olan yaklaşımları, hayatı kavrama biçimleri üzerinde çok güçlü etkileri olduğunu anlatıyor ki bu bugün bizim de hiç duraksamadan onaylayabileceğimiz bir şey. Kültür dediğimiz şey tam da burada ortaya çıkıyor. Her bölgenin kendine özgü bir mutfağa ve damak tadına sahip olması da bununla bağlantılı. Ayrıca sadece beslenme değil, aynı zamanda sağlık kavrayışı noktasında da kültür çok kuvvetli etkilere sahip. Mesela popüler kültürün kurguladığı sağlıklı, güzel ya da estetik ölçütleri yansıtan insan bedeni algısının mevcut olmadığı dönemlerde bu kavrayışlar çok farklıydı. Bunun sağlıkla falan ilgisi yok yani. Ben, yaşlılarımızın örneğin bir şişman bir adam ya da kadın gördüklerinde onu güzel, sağlıklı ve olması gerektiği gibi değerlendirdiklerini hatırlıyorum.       

Kitabınızda fiziksel olan ile ruhsal olan arasında bir irtibat olduğunu savunuyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Elbette. Doğrudan kilit noktalara temas etmenizden, kitabımı iyi okuduğunuzu anlıyorum. Bahusus teşekkür ve tebrik ederim. Biliyorsunuz, meşhur bir özdeyiş vardır: “Zihin acı çeker, beden haykırır.” Burada, anlaşılabileceği gibi işaret edilen şey insanın duygusal sorunlarının birtakım fiziksel sorunlara neden olduğu. Doğru mu? Şüphesiz çok doğru. Bugün mesela kanser ya da ülser gibi bazı ağır hastalıkların insan psikolojisi ile olan irtibatı kesin bir şekilde ortaya konulmuş durumda. Duygusal krizler yaşayan insanlar çok kısa süre içerisinde korkunç hastalıklara yakalanabiliyorlar. Bu tür hastalıklardan dolayı kısa süre içerisinde bütün fiziksel sağlıklarını yitirerek hayatlarını kaybedebiliyorlar. Bunun tam tersi de doğru tabii. Ciddi bir hastalığa yakalanan bir insanın psikolojisi de doğal olarak bozulabiliyor. Fiziksel yanındaki aksaklık, çok geçmeden ruhsal yanına da sirayet edebiliyor. Çok yaygın, sıkça karşılaştığımız şeyler bunlar. Salt bu durum bile insanın biyolojik yönü ile biyolojik olmayan yönü arasındaki ilişkiyi gözler önüne sermeye yeterli.    

Şimdi biz bu durumu kadim bilgelik geleneklerinde de açık bir şekilde görebiliyoruz. Geleneksel düşünce biçimleri insanı ruh ve bedenden meydana gelen ikili bir varlık olarak değerlendirir. Mesela bizim tasavvuf tarihimizdeki riyazet uygulamalarını hatırlayın. İşte günlerce yemek yememek ya da çok az, ölmeyecek kadar yemek, az uyumak, az konuşmak gibi alışkanlıkları var dervişlerin. Bu şekilde aslında sadece beden değil ruh terbiye ediliyor. Bir bakıma beden, insan ruhuna gidilebilecek bir yol olarak görülüyor ve arzular, hırslar, zayıflıklar, dünyevi olana duyulan bağlılıklar törpüleniyor. Dolayısıyla da burada beden ile ruh arasındaki irtibatın öne çıktığı görülüyor. Bütün bunlardan hareketle denilebilir ki beden ve ruh arasında güçlü bir ilişki vardır ve bu ilişki insan sağlığı açısından büyük öneme sahiptir. Aralarında her zaman hassas bir denge bulunmalıdır. Bu denge sağlanamadığı takdirde hem bedende hem de ruhta çeşitli aksaklıkların ortaya çıkması, gerek fiziksel gerekse ruhsal rahatsızlıkların görülmesi ve bunların birbirlerini tetiklemesi kaçınılmazdır.

Kitabınızın dikkat çeken bir yönü de metinde ortaya konulan tarihsel perspektif… Benim görebildiğim kadarıyla, bu durum çalışmanızı benzerlerinden ayıran bir şey gibi duruyor.

Teşekkür ediyorum. Hiçbir şey birdenbire var olmaz. Muhakkak ki tarihi bir sürecin ürünü olarak varlığa gelir. Dolayısıyla onu anlamak için tarihsel altyapısını ve arka planını bilmeniz gerekir. Tıp da dâhil olmak üzere, bilimler kümülatif bir şekilde oluşan ve şu ya da bu zamanda üretilen bilgilerin birbirlerine eklemlenmesi ile ilerleyen şeyler… Bir olguyu tarihsel bağlamına oturtmadığınız sürece onu anlayamazsınız, daha doğrusu yanlış anlarsınız. Örneğin, kendisine gelen bir hastanın sergilediği semptomlar üzerinden onun hastalığını teşhis etmeye çalışan bir doktor öncelikle aile içerisinde söz konusu semptomlar ile kendini gösteren bir rahatsızlık olup olmadığını öğrenmeye, bir anlamda vakanın bireysel tarihçesini tespit etmeye çalışır. Bu, tarihsel perspektiftir ve asla ihmal edilmemelidir. Çünkü bu, hasta ile hastalık arasındaki bağlantının anlaşılabilmesi için hayati bir öneme sahiptir. Bu tabi işin tedavi tarafı… Bir de tanımlanmış bir hastalığın tarif edilebilmiş olmasını sağlayan bir tarihi süreç var. Kanser üzerine çalışıyorsanız, bu konu ile ilgili çalışmaları bilmelisiniz. Ne zaman başlanmış, ne tür tespitler yapılmış? Hangi semptomlar, ne zaman, hatta hangi coğrafyada nelerle ilişkilendirilmiş? Çalışmamda mümkün mertebe bu yaklaşımı kullanmaya çalıştım. Ne kadar başarılı olduğumuza da okurlar karar verecek artık…      

İnsan bedenine ilişkin algılama biçimlerinin dönüşümünü, tıbbın ve sağlığın tarihselliğine de örnek olarak gösterebilir miyiz?

Tıbbın ve sağlığın tarihsel olduğu fikrini mutlak manada dile getirmek kuşkusuz mümkün değil. Sonuçta yeryüzündeki ilk insanların bile hastalık ve sağlık ile ilgili bir kavrayışlarının, tedavi yöntemlerinin olduğunu biliyoruz. Eski Mezopotamya tabletleri ya da Mısır hiyerogliflerinde buna dair sayısız örneğe rastlıyoruz. Fakat tarihsel dönemlerin ve mekânların kendilerine özgü hastalık ve sağlık anlayışları olduğu da bir gerçek. Bunun da elbette insanların din anlayışları, dünyaya bakış açıları, kültürel birikimleri, teknoloji gibi birçok sebeple bağlantılı olduğu açık. İslâm öncesi Arap toplumunda birini zehirli yılan ısırdığında zehir vücuduna yayılmasın diye onu uyutmaz, başucunda gürültü yaparlarmış. Buna benzer sayısız uygulama var tarihte. Büyük bir kısmının hurafe olması, bunların tıp ve sağlık anlayışı ile ilgili olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yakın zamanlardan bir örnek verecek olursak, mesela çocukluğumda şehirlerarası otobüslerde sigara içilirdi. İnsanları araba tuttuğu için araçlarda siyah istifra poşetleri bulundurulurdu. Çok da kötü kokardı bunlar. Araba tutan insanları araba tutmasın diye birçok şey yapılırdı. Çeşitli bitkiler, ilaçlar… Şimdi düşündüğümüzde ne kadar komik ve cahilce görünüyor gözümüze. Fakat o zamanlar bunu kimse yadırgamazdı.        

Burada söz konusu mesele ile ilgili olarak insan bedenine dair kavrama biçimlerinin önemine de kısaca temas etmek gerekir. Kadın vücuduna ilişkin güzellik kavrayışının tarihsel gelişimini düşünün mesela. Bugünkü yaygın güzellik ölçütleri kabaca son çeyrek yüzyılın ürünüdür. Her zaman böyle değildi. Antik Yunan’da ya da Rönesans İtalya’sında güzel ve sağlıklı kadının bedeni dolgun olurdu örneğin… Bugün bu türden bir vücuda sahip olan kadınların sağlık sorunları yaşadığını düşünüyoruz. Başka dönemlerde ve başka coğrafyalarda ise daha farklı algılar vardı. Bu tabi güzel ve estetik olana dair farklı yaklaşımlardan kaynaklanıyor. Bunu belirleyen tek şey de sağlıklı olmak düşüncesi değil. İşin içinde kapitalizm, giyim ve makyaj endüstrisi, reklam piyasası vb. gibi birçok unsur var. Tüm bu bilgiler üst üste konulduğunda, tarihin çeşitli dönemlerindeki beden idraklerinin, evet, sağlık anlayışı ile de belli ölçüde bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz.

Kitabınızda bir doğaya dönüş çağrısı var. Bunun gerçekten de mümkün olabileceğini düşünüyor musunuz?

Elbette. Bunun mümkün olduğuna inandığım için yapıyorum bu çağrıyı. Aslına bakılırsa bunun insan açısından kaçınılmaz olduğu düşüncesindeyim. Sonuçta yaşam bir döngüden meydana geliyor. Keşfediyoruz, icat ediyoruz, tanıyoruz, vazgeçiyoruz ve uzaklaşıyoruz. Bugün modernleşme adına tükettiğimiz değerlere ne kadar ihtiyaç duyduğumuz ortada. Bunun yalnızca sağlıklı olmak veya beslenmek ile alakalı olmadığı da açık. Hep bir kaybın peşindeyiz artık. Sürekli bir arayış duygusu içerisindeyiz. Din, aile, kültür ve dünya görüşü anlamında da böyle bu; sağlık anlamında da… Geldiğimiz noktada çağımızın karakterini meydana getiren beslenme biçimlerinin hangi hastalıklara yol açtığını, hastalıkları tedavi etmek için üretilen ilaçların yan etkileri ile nasıl bir kısırdöngüye sürüklendiğimizi biliyoruz. Sağlık dergileri fast-fooda, endüstriyel tarıma ya da kimyasal nitelikli süreçlere dayalı beslenme alışkanlıklarının insana neler yaptığı ve yapabileceği, yapacağı ile ilgili incelemelerle dolu… Eh, bu sürecin de doğal olarak bir sonu var. İnsan kendisini yeniden inşa etmek zorunda kalacak bir süre sonra… Zaten bu noktada pek çok teşebbüs de var, görüyoruz. Dolayısıyla en nihayetinde insan doğaya dönecek, dönmek zorunda. Çünkü başka çaresi yok. Her şey aslına rücu eder, der büyüklerimiz. İnsan da aslına, yani doğaya ve doğal olana rücu edecek. Yani evet, doğaya dönmenin yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunlu da olduğunu düşünüyorum.

Sizin kayısı ile alakalı bilimsel çalışmalar yaptığınızı ve ekibinizle birlikte bu kıymetli meyvenin insan sağlığı bakımından birçok önemli işlevlere sahip olduğunu ortaya koyduğunuzu biliyoruz. Buradan hareketle yerel değerlerimizi adeta unutup bir nostalji nesnesine dönüştürdüğümüz, kendimizi bunların bize sunabileceği külliyetli imkânlardan mahrum bıraktığımız söylenebilir mi?

Evet, maalesef yerel değerlerimizi nostalji nesnesine dönüştürdüğümüz ve bunlardan elde edebileceğimiz maksimum yarardan vazgeçtiğimiz doğru. Hâlbuki yerel değerlerimiz, doğa olan irtibatımızı sağlayan en önemli kanallardan biri. Bu kanalı her zaman muhafaza etmemiz bir yana, onu her an açık ve diri de tutmamız lazım. Şu ya da bu sebeple Anadolu’nun köy ve kasabalarındaki verimli topraklarını terk ederek büyük şehirlerdeki konfeksiyon atölyelerinde, şantiyelerde ya da başka işlerde karın tokluğuna çalışan insanlarımızın durumunu düşünelim. Bu insanların muhakkak kendilerince haklı sebepleri var. Fakat sizin işaret ettiğiniz anlamda yerel değerlerin diri tutulması, markalaştırılması ve ortaya koyabilecekleri maksimum faydanın işlevsel hale getirilmesi durumunda eminim ki süreç çok farklı işleyecektir.

Malatya özelinde söyleyecek olursak, kayısı elbette insanlığın ortak bir değeri ve zenginliği… Fakat bu güzel meyve ortaçağlardan beri bu coğrafyada yaşamaya devam ediyor ve şehrimize sunduğu imkânlar da ortada. Allah rahmet etsin, aynı zamanda üniversitemizin de adını taşıdığı merhum Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ı burada minnetle anmak lazım. Malatya ile kayısının özdeşleşmesinde onun katkıları yadsınamaz. Biz kayısının Malatyalı olduğunu, Malatya’yı sevdiğini ve bizim şehrimizde anavatanını bulduğunu düşünüyoruz. Zaten kayısı denildiğinde artık kimsenin aklına Malatya’nın dışında bir şehir de pek gelmiyor. Son resmi rakamlara göre bugün Malatya’dan 112 ülkeye kayısı ihraç ediyoruz. Bu hafife alınabilecek bir şey midir? Dolayısıyla bu bakış açısından hareketle biz de arkadaşlarımızla birlikte şehrimizin bu önemli değerine odaklandık.  

Kozmetikten gıdaya kadar birçok alanda kayısının sayısız faydası var, şehrimize gelip gezerseniz şampuandan çikolataya kadar kayısıdan binbir türlü ürünün üretildiğini görürsünüz, ama biz yaptığımız çalışmalar sonucunda mesela acı kayısı çekirdeğinin kanseri önleme özelliği olduğunu da ortaya çıkardık. Bakın bu çok önemli bir keşiftir. Hani hep denir ya, gerçekten de Anadolu’da bir hazinenin üzerinde yaşıyoruz. Kayısısı, fındığı, cevizi, pamuğu, çayı, şeftalisi, armudu vs. Bu coğrafya gerçekten de bir cennet. Fakat bu hazineyi yeterince tanıdığımız söylenemez. Suyun içindeki balığın suyu bilmemesi gibi insan da maalesef sahip olduğu hazinenin kıymetini kaybetmeden bilemiyor. Fakat ben gelecekten çok umutluyum. Cumhurbaşkanımızın ileri görüşlülüğü ile her şehirde kurulan üniversitelerin zamanla bulundukları şehirlerin bu türden güzelliklerini uluslararası nitelikli ekonomik ve kültürel değerler haline getireceklerinden hiç kuşku duymuyorum.        

Hocam başarılı bilimsel çalışmalarınıza ilave olarak Malatya Turgut Özal Üniversitesi’ni de yönetiyorsunuz. Neler yapıyorsunuz hocam Malatya’da? Üniversitenin geleceğini nasıl görüyorsunuz?  

18 Mayıs 2018 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan kanun ile kurulan Malatya Turgut Özal Üniversitesi henüz bir yaşında olmasına rağmen oldukça önemli atılımlar gerçekleştirdi. Yeni Türkiye’nin mimarlarından biri olan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın, aynı idealin temsilcisi durumundaki Turgut Özal’ın ismini taşıyan bir üniversitenin kuruluşu sağlamasını çok önemli buluyorum. Bunu rektör olarak değil, bir vatandaş olarak söylüyorum. Çünkü burada simgesel bir anlamlandırma var ve üniversitemizin ismi ile birlikte yerliliğe ve milliliğe dayalı Büyük Türkiye idealini de omuzlamakla vazifeli olduğunu düşünüyorum. Bu bakımdan Turgut Özal Üniversitesi’nin önemli bir misyona sahip olduğu açık ve ben de arkadaşlarımla birlikte bunun bilincini taşıyorum. Dolayısıyla da çok çalışıyoruz.

Malatya Turgut Özal Üniversitesi henüz bir yaşında olmasına rağmen bugün 5 fakülte, 8 meslek yüksekokulu, 1 yüksekokul, 1 enstitü ve 9 araştırma merkezi ile gayet büyük bir üniversite haline gelmiş durumda. Bir yıl içerisinde kurduğumuz araştırma merkezleri çalışmaya başladı. Bunların dördü doğrudan sağlık ve bitkisel ürün geliştirme ile alakalı… Kuruluşunu tamamladığımız Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulama ve Araştırma Merkezi ile hem ülkemizde, hem bölgemizde, hem gönül coğrafyamızda ve hem de dünyada eğitim, uygulama ve akademik çalışmalar açısından merkez olmak istiyoruz. Bu hedefi gerçekleştirdiğimizde, bunun bilim ayağını, sağlık ayağını, tarım ayağını, sanayi ayağını, endüstri ayağını ve hizmet ayağını da göz önüne aldığınızda Malatya’ya ve ülkemize muazzam bir kaynak ve sağlık alt yapısı oluşturulacağını görebilirsiniz. İşte bu hedefimiz için üniversitemiz bünyesinde bir Tıp Merkezi kurmak istiyoruz ve bu konuda çalışmalarımız sürüyor. Sivil toplum ve kamuoyunda dış paydaş anketlerimizi yaptık. Malatya kamuoyunun da bu yönde bir talebi bulunuyor. Öte yandan yeni birimler açma yönündeki çabalarımızı da sürdürüyor ve her geçen gün hızlı bir şekilde büyümeye devam ediyoruz. 5 bin öğrencimiz ile eğitim-öğretim faaliyetlerimizi sürdürüyoruz ve bu yıl, henüz çok yeni bir okul olmamıza rağmen binden fazla öğrenci üniversitemizi tercih etti. Battalgazi Tarım Yerleşkemize ilaveten şehrin merkezinde yeni bir külliye inşasına da başladık. Şehrin gelişim hattında olan yeni külliyemiz hem estetik açıdan çok güzel olacak hem de şehrin gelişimine olağanüstü katkı sağlayacak. Önümüzdeki yıllarda üniversitemizin bir cazibe merkezi olacağından en ufak bir kuşku bile duymuyorum.   

Turgut Özal Üniversitesi olarak ülkemizin ve milletimizin gelişen teknolojik gelişmelere karşı zihinsel ve davranışsal dönüşümleri yerli ve milli hedeflerimiz doğrultusunda gerçekleştirmesine katkı sunma hedefinde ve idealindeyiz. Bu bilinç içerisinde çalışacağız ve insanımızın ihtiyacı olan ne varsa onu temin etme gayreti içerisinde olacağız. Gençlerimizi yetiştireceğiz, onlara bir ideal, bir vizyon sunacağız. İsmini taşıdığımız merhum Özal’ın siyasette gerçekleştirdiği büyük dönüşümün uzantıları olarak yaşadığımız farklı alanlardaki olumlu değişim ve dönüşümlerin motor güçleri arasında yer almaya talibiz. Model alma değil, model olma azmindeyiz ve yeni nesil üniversite anlayışı ile kısa süre içerisinde önce bölgemizin, daha sonra da ülkemizin en güçlü üniversitelerinden birini oluşturmak için çalışacağız. Üniversitemizin geleceği çok parlak olacak inşallah. Çünkü sözünü ettiğimiz tüm bu idealleri gerçekleştirmek üzere dur durak bilmeksizin çalışmanın bize tarihimiz, köklerimiz, şehrimiz, milletimiz ve ülkemiz tarafından verilmiş bir vazife olduğuna inanıyoruz. 

İnşallah hocam. Gördüğüm kadarıyla Turgut Özal Üniversitesi’nin adını daha çok duyacağız. Vakit ayırdığınız için teşekkür eder, üstün başarılar dilerim.

Ben teşekkür ederim. Doğayla ve doğal olanla irtibatınızın güçlü olduğu bir yaşam diliyorum.

Röportaj: Munise Şimşek

YORUM EKLE
YORUMLAR
Yakup Kara
Yakup Kara - 4 yıl Önce

Hocamizin egitimi yanlis yazilmis olabilir mi?
Veterinerlik eğitimi aldığı yazılmış olmakla birlikte, kendi ifadesi: "Bütün akademik hayatımın insanı anlamaya çalışmakla geçti" celiskili geldi.
Saygılarımla.