Toplum Bilimi ve nezaket kurallarının harmanlanmış hâlini bizlere sunmaya gayret eden biri olarak tanıdığımız Ayşenur Kurtoğlu meslekî kimliği dışında sizce kimdir, kendinizi kısaca nasıl tanımlar mısınız?
Modern hayatın her an önümüze sürdüğü değişim ve dönüşümü idrak etmeye çalışarak durduğu yerden çok kolay vazgeçmeyen ve Kapitalist dünyanın “Birey olma” ya da “Sürü” olma dayatmasına karşı ait olduğu medeniyetindeki “Şahsiyet sahibi” örnek insanların sözleri ve davranışlarını insanlık için son derece önemli bulan, dünyanın bu değerlere ihtiyacının olduğunu düşünen birisi diye özetleyebilirim.
Üniversitede Felsefe Bölümü’nü seçmenizde etkili olan bir kişi/olay/durum olmuş muydu? Bu alanda okumamış olsaydınız hangi alanı seçerdiniz?
Aslında ilk sene Ankara Eczacılık Fakültesini kazanmış idim. O dönem eczanelerin ağırlıklı olarak oyuncak sattığı günlerdi ve hiç başlamadan kaydımı aldım. Lisede Fen alanından gelen birisi olarak Sosyal Bilimler alanını hiç düşünmemiştim. Lisedeyken Sosyoloji dersinde sınıfın ilk tam puan alan öğrencisi olarak Sosyoloji ile yolum kesişti. Ankara’dan İstanbul’a yeni taşınmıştık ve İstanbul aşığı bir kız için geri dönmek olmazdı. Sonuçta ismini anlamlı bulduğum ve Felsefe Ana Bilim Dalı altında rahmetli ve kıymetli Prof. Dr. Nihal Keklik hocamızın kurmuş olduğu “Türk İslam Düşünce Tarihi” bölümüne oldukça yüksek puanla girdim. İlginçtir, bölümüm rüyamda elime kâğıda yazılı bir şekilde verilmişti. Kader olarak gördüğüm bölümümde müstesna bir hocanın talebesi olmak beni her zaman onurlandırmıştır. Hocalık yaptığım süre içerisinde de hem Doğu hem Batı düşüncesini iyi bilen bir âlimden felsefe okumanın ayrıcalığını da yaşadığım. Şimdi ise “Sanat Tarihi ve Arkeoloji Bilimi” ilgimi çekiyor. Hatta ikinci üniversite olarak “Kültürel Miras ve Turizm” bölümünü bitirmek üzereyim.
Hayatınıza mühür vuran birisi/birileri olmuş muydu? Hangi yönleriyle sizi etkilemişlerdi?
Çocukluğumdan beri gözlemci birisiydim ve temel kıstasım nedense edep oldu. Küçücük çocuk iken kendimi çok ciddiye alırdım ve çocukluk arkadaşlarımı bile hep bu çizgi üzerinde seçmişim. Başkasının şansı yoktu. Hatta ortaokulda sınıf arkadaşlarımın beni yalnız bulduklarında çevremde halka olup benimle iletişim kurmaya çalıştıklarını şimdi gülerek ve biraz da utanarak hatırlıyorum. Babamı utandıracak bir davranışta bulunmamak benim için çok önemliydi. Başarılı bir öğrenciydim ve fikirlerimi rahatlıkla her ortamda ifade ederdim. Şimdi buna özgüven diyorlar. Ama hep “Haddimi aşmamayı ve hazımlı olmayı” önemsedim. Hayatımıza tesir eden halkalar iç içe. Önce aile elbette... Ailenizden aldığınız değerler ve biraz da genetik yatkınlık... Neyi nasıl önemsediğimiz önemli. Mesela gülerek resim çektirdiğim bir fotoğrafta rahmetli babacığımın en küçük çocuğu olmama rağmen (Ayşecik dişleriniz görünmeseydi iyi olurdu) demesi bende karşılığını bulan önemli bir ölçü olmuştu. Annem Erzurum’da taşradan devlete bürokrat yetiştiren bir aileye mensup ve özellikle annesinden aldığı terbiye ile yoğrulmuş irfan ehli bir hanımdı. Çoğu zaman sessiz, duruma göre değişen manalı dudak kıvrımları ve bakışlarıyla bizi idare ederdi. Anne olmanın her anlamda hakkını vererek... Annemin özel arkadaşları ile yaptığımız sohbetlerin kıymetini burada anmam gerekecek. Küçük kızı bile ciddiye alan irfanlı teyzeler... Allah onlardan razı olsun.
Sonraki halkada ise lise okul hayatımda beni etkileyen ve mührünü üzerimde hissettiğim edebiyat öğretmenim Ayşe Yenigün Hanımefendi’yi anmam gerekir. Hocam sofrasını ve gönlünü cömertçe ne çok kişiye açmıştı. Ankara’dan gelen birisi olarak o günlerde bu tarz bir yaşantı ve çevre benim için çok şaşırtıcı idi. Ondan öğrendiğim o kadar çok incelik oldu ki! Özellikle edebiyatın nasıl okutulması ve edebiyattan ne anlaşılması gerektiği konusunda hepimizin hayranlıkla dinlediği çok iyi yetişmiş bir hoca idi. Eğitim çoğu zaman okulun dışına taşardı. Özellikle tasavvufî edebiyat ve aşkın neşesini öğrencileriyle paylaşmada son derece gayretli adeta vazifeli bir hanım idi. Anneciğim bir gün hocamın etrafındaki birkaç olaya şahit olunca “Hocan normal birisi değil.” demişti gülerek. Evet, sıradan birisi değildi. Yüzlerce kızın kaderinde, yaşantısında emek sahibi olmak ve bunu karşılıksız yapmak her yiğidin harcı değil çünkü. Şimdi o fedakârlıkları çok daha iyi idrak edebiliyor insan.
Yine eğitim hayatımdan diğer bir halkaya geçişim Prof. Dr. Ümit Meriç Hanımefendi ile oldu. Hayatıma mühür vuran üçüncü hanım… Kendisi hiç farkında olmasa da konuşması, hitabı, okuyuşu, giyinişi, dinleyişi, kalemi tutuşu, hatta mimikleri ile hayranlıkla takip ettiğim, hiçbir şey kaçırmamaya çalıştığım yine sıra dışı bir hocamdı. 80’lerde yasakların olduğu günlerde başörtülü bir öğrencisine gösterdiği ilgi, anlayış, nezaket fevkaladeydi. Öğrenci, öğretmeninden kıymet görmelidir. Bunu hocamız kendi terbiyesine uygun olarak fazlasıyla aksettiriyordu. Şefkatli kucak açışı ile Felsefe koridorunda yabancılık çekmememizi sağlamıştı. Yıllar sonra öğrenciliğim bittikten sonra kendilerine hafızamda taşıdığım bazı hatıralarımı anlattığımda “Nelere dikkat etmişsiniz Ayşenurcuğum” derken bile karşı tarafı kıymetlendiren bir zarafet timsali idi.
Tabii Prof.Dr. Nihal Keklik hocam. Bu topraklarda yaşamanın kıymetini her daim bize hissettiren ve şahsiyet sahibi olmanın ne olduğunu bize adeta bir nakış gibi işleme gayretinde olan sıra dışı bir hoca. Ağır felsefi metinlerle yaptığımız derslerin arasına sıkıştırdığı ve tekrarlamaktan vazgeçmediği ahlâk ve irfanla ilgili minik hikâyeleri unutmak ve etkilenmemek ve bu hikâyelerin tesirinden uzun süre kurtulmanız mümkün değildi. Beyazıt’taki okulumuzdan Aksaray’a yürürken derste dinlediğimiz fikirler ve cümleler bizi düşündürmeye ve konuşturmaya devam eder âdeta gündelik hayattan koparırdı. Neticede öğretmen olmanın sadece bilgi aktarmak olmadığını ve bir hayat tarzına öncülük etmenin ne kadar önemli olduğunu bize öğrettiler. Onlardan dinlediklerimi ve gördüklerimi derslerimde gururla anlatma fırsatım oldu çok şükür. İyi hocaların talebesi olmanın güzelliğini bizlere yaşattılar. Saygınlıklarını, kişiliklerinin kıymetini ve önemini -öğrencisinin ruh durumunu bozacak şekilde hakaretler yağdıran hoca tavırlarına şahit olunca- anladım. Aile terbiyesi kadar hoca terbiyesinin de ne kadar önemli olduğunu fark ettim.
Bir de komşumuz Mualla Hanımefendi’yi anmak isterim. Saint Benoit mezunu hafız, hâkim babanın kızı, paşa torunu ile evli, mütercim bir hanım. 17 yaşındaki bir kızın karşısında ayağında çorabı, terlikleri, elinde kıymetli tepsisi ile sevdiğim yiyecekleri aklında tutarak her ikramında büyük bir dikkat ve keyifle sunan ve seçilmiş konularla sohbet ettiğimiz tam bir İstanbul Hanımefendisi idi. “Ayşe Hanım, bakın sizi nasıl güldürüyorum” diye her seferinde keyiflenirdi. Her buluşmamız saatler sürerdi. Allah (Celle Celaluhu) sağlıklı ömür versin.
Üzerimde tesir eden bir başka hanım ise bir yıldan fazla İngilizce ders aldığım Lamia Hanım’dır. Türkiye’nin ilk Marksistlerinden olan son derece kaliteli ve entelektüel bir hanımdı. Onun da beni etkileyen ve şaşırtan öğretici sohbetleri oldu. Başörtülü bir öğrenci de ona ilginç geliyordu şüphesiz. Neredeyse dersten çok sohbet ediyordu. Felsefe-Sosyoloji öğrencisi için bu tür karşılaşmaların ne kadar kıymetli olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.
Toplumsal ilişkilerde saygı ve nezaketin ne kadar önemli olduğunu hayatın pek çok alanında tecrübe ediyoruz. Peki, “Nezaket”in doğru tanımı sizce nedir?
Nezaket, en basit tanımıyla karşınızdaki kim olursa olsun ona, aynı göz mesafesinden bakabilmek ve gerektiği hâllerde önceliği karşıya ikram edebilmektir. Bu anlamda diğerkâmlık önemli bir şeydir. Vazgeçebilmek önemli şeydir. Medeniyetimizin kaynağı bundan beslenmiyor mu? Ben, benim, bana ait demekle nazik olunmuyor. Önce “Sen” diyebilirsek bunu gerçekleştirebiliyoruz. Gittikçe bireyselleşen dünyada en çok ihtiyacımız olan şey bu tarz davranış ve ahlaki tutumlardır. Bunu anlamsızlaştırmak ise geleceğe yapılacak en büyük kötülüktür. Ama bunu yok etmeye çalışan kimliksiz, kişiliksiz sıradanlaştırma yolundaki gayretler maalesef hiç hızını kesmiyor.
Hemen belirtmeliyim ki “Görgülü” olmakla “Nezaket” sahibi olmak da anlama gelmemekte. Çok düzgün yemek yiyebilir, hangi çatalla neyi yiyeceğinizi ya da nasıl zarif oturacağınıza dikkat edebilirsiniz. Ama lokmanızı paylaşamadıktan, bir büyüğe yer vermedikten sonra bunun bir ehemmiyeti kalmaz. Kısaca nezaket kişinin kendi başına iken bile dikkat etmesi gereken konuları dahi kapsar. Önce kendimize ehemmiyet ve kıymet vermeli ve saygı duymalıyız. Nezaket ve zarafet insanın kendisinden başlayarak halka halka ailesini, arkadaşlarını, yurttaşlarını ve nihayetinde bütün insanlığı içine alacaktır.
Özellikle hanımlar olarak yitirdiğimizi düşündüğünüz nezaket ve görgü kuralları var mı? Var ise sizce bunun sebebi nedir?
Öncelikle selamlaşma ve konuşma adabından başlamak gerek diye düşünüyorum. Birbiri ile aynı mekânı paylaşan insanların selamlaşamamaları, asık yüzler, konuşmadaki özensizlik hatta argo konuşma merakı... Sosyal medyanın bu konudaki sıradanlaştırdığı hatta daha aşağılara çektiği görgüsüzce tüketen ve “Sunum kölesi” olan kadınlar, ailesinin, eşyasının mahremiyetini umarsızca ortalığa dökmenin ne büyük görgüsüzlük olduğunu idrak edemeyen, giyindiklerini, takıp takıştırdıklarını model edasında fotoğraflayan kadınlar, gece vakti başında güneş gözlüğü ile dolaşan kadınlar, tespihlerinin yanında arabalarının markasını gösterenler, ya da yüzüne yaptırdığı bakım ve müdahaleleri filtreli çekimlerle sosyal medyalarında yayınlayan kadınlar, kocalarının mevki makamıyla kendilerine statü kazandırmaya çalışan kadınlar, mahremiyet duygusunun hemen her alanda yitirilmesi vs. vs.
Bu durum aslında tam sosyolojik bir konu. Kadınımızın kendisini bu kadar gösterme merakını araştıran ve anlamaya çalışan sosyolog arkadaşlarımız var. Bu da bir değişim dönüşüm ama pek iyiye gitmeyen cinsten… Bu arada duyarsızlaşan erkeklere de dikkat çekmek isterim.
Annenizden/anneannenizden (Herhangi bir büyüğünüzden) gördüğünüz, öğrendiğiniz ve hayatınızın bu anına kadar unutamadığınız, uygulamaya devam ettiğiniz bir görgü ve nezaket kuralı var mı desek ne dersiniz?
Her ailede olduğu gibi kadınların terbiye ediciliği çok önemli. Kendine saygı duyan kadın eşine de çocuğuna da akrabasına da saygı duyuyor. Bu çok önemli. Kendini bencilce merkeze koymayan, görevlerini sorumluğunu bilen ve bunu etrafındakilere dayatmadan incelikle öğreten akıllı, irfanlı, gereksiz kelimelere ve konuşmaya boğmadan hal diliyle, göz diliyle terbiye veren kadın tiplerini çok kıymetli buluyorum. Belki de büyüklerimden böyle gördüğüm için... Büyük konuşmayan, dedikodu yapmayan, insanların arasını bulan, kimsenin malıyla mülküyle ilgilenmeyen hatta konuşmaya dahi tenezzül etmeyen, kendi evini, ailesini en güzel şekilde kotarmaya çalışan, üreten, ikram eden, gülen gözlerle konuşan, hatır soran, kimsenin özel hayatını didiklemeyen, kendi çocuğuna olduğu kadar diğer çocuklara da kıymet veren, büyüklerin kıymetini bilen, büyük olmanın ne demek olduğunu bilen ve yaşatan kadınlar… İlk sırada aklıma gelen bunlar.
Konuşmalarınızda sıklıkla ailenin yetişmesinde kadının çok önemli bir yeri olduğunu vurguluyorsunuz. Peki, bu hususta biz kadınlara hangi görevler düşüyor? Bizlere kısaca neler tavsiye etmek istersiniz?
Kadın beyni ile erkek beyni farklı çalışıyor diyor uzmanlar. Kadının evi yönetmesi, eşini çocuğunu incelikle idare etmesi akrabalık ilişkilerini kotarması, çalışma ve üretim hayatını planlaması ve bütün bunları ustalıklı bir şekilde birlikte yürütmesi kolay iş değil. Yüce Yaratıcı bu farklılığı bahşetmiş insanlara. Rolleri karıştırmanın pek bir faydası yok. Çoğu zamanda mutsuzluk getirdiği aşikâr. “Akıllı olan idare eder.” düsturunca kadınlara akıllı olmak çok yakışıyor. Ama bencilce kendi isteklerini öncelemeyen, herkese adaletle ve şefkatle davranan ve bunu öğreten kadınlar dünyayı güzelleştiriyorlar ve güzelleştirecekler.
Yine kadının ailedeki terbiyevî rolünün önemine dair rahmetli Babacığımın “Anneniz beni terbiye etti evladım.” sözlerini aktarmak isterim. Bu cümleyi bir babanın çocuğuna “Annenizi çok sevdim.” demek kadar kıymetli ve anlamlı buluyorum.
Ailenin en küçük fakat en temel yapıtaşı olan çocuklarımıza Âdâb-ı Muaşeret kuralları nasıl aşılanmalı, nereden başlanmalıdır?
Çok sevdiğim bir söz vardır: “Çocuk aziz ama terbiyesi daha aziz”. Terbiyeden yoksun bırakılan çocuk en büyük haksızlığa uğramış demektir. Evinde temel insani davranış kuralları öğretilmeyen çocuk, kendisine ailesine ve topluma yük olmaktan kurtulamaz. İmam Gazzâlî çocuğun terbiyesinin anne babası üzerinde hakkı olduğunu ve başıboş bırakılmaması gerektiğini söyler. Çocuğun kötü ve olumsuz hayat şartlarına hazır olması için bazen kuru ekmekle doyurulması, çok rahat yataklarda yatırılmaması, konfora alıştırılmaması gerektiğini söyler.
İnsan nefsinin terbiyesi yemekle ilgili dikkat ile başlar. Paylaşmayı ve ikram etmeyi öğrenen çocuk hayata diğerlerinden önde başlar. Hakaret edilmeden sevgiyle, şefkatle, ahenkle muhatap alınan ve bu şekilde davranılan çocuk için iyi bir rol model olmak gerekir. Anne babadaki tutarsızlık en başta çocuğu etkiler. Güven içinde olan, saygı gören, aşağılanmayan, bir “kişilik sahibi” olarak davranılan çocuk -genetik bir sıkıntı yoksa- kolay kolay yanlış yapmaz. Ama adeta prens ya da prenses olarak davranılan bir çocuğun hiç kimseyi saygıdeğer olarak görmemesi, şımarıkça davranışları maalesef günümüzde yaşanılan handikaplardan.
Bugün çocukların Kapitalist dünyanın zorlaması ve yönlendirmesi ile adeta puta dönüştürüldüğü günleri yaşıyoruz. Anneler ve babalar çocuklarının mutluluklarını “Tüketim” üzerine kurmuş durumdalar. Terbiyevî konuşmalar yerine hangi marka laptop ve telefonlar alınacağı konuşuluyor. Oyuncak dükkânına dönüşen çocuk odalarının getirdiği doyumsuzluk korkunç boyutlarda. Çocuklar anne ve babalarını kendilerine alınan eşya ile orantılı olarak seviyorlar. Aslında doyumsuzluk çocuklardan ziyade anne babalarda. Birbirleriyle yarışan, çocuklarını yarıştıran ebeveynler... Hep kötü manzaraları göz önüne getiriyorum belki ama bunun da olması gerekli.
Bencillikten uzak şekilde yetiştirilmesi bir çocuğa verilen en büyük hediyedir. Önemli bir nokta ise anne babanın birbirlerinin otoritesine ve saygınlığına önem vermesi gerektiğidir. Anne ve babasının sözlerini dikkatle dinleyebilen, söz kesmeden karşılıklı konuşmayı becerebilen, yatak odalarının kapısını tıklamadan içeri girmeyen, başkalarıyla paylaşmanın erdeminin farkında, vakitleri güzel ve faydalı işlerle örgütlenen çocuklar... İyi yaptığı şeyler de takdir edilen, kötü görülen davranışları göz ardı edilmeyen ve başıboş bırakılmayan çocuklarla sağlıklı bir gelecek inşa edilebilir. Bunları elbette öğretmeden çocuktan bekleyemeyiz. Bu durum ancak onları ev içi ve ev dışı muhite hazırlayacak olan akıllı, imanlı ebeveynlerle mümkün. Özetle, kendimiz düzgün ve terbiyeli olacağız ki çocuktan bunu bekleyebilelim. Bu bakımdan “Çocuğun hizmetçisi olmaktan çok eğiticisi olma”yı kıymetli buluyorum.
Âdâb-ı Muaşeret kurallarının uygulanıp uygulanmaması bir medeniyetin inşası için gerekli midir/ne kadar gereklidir?
Hem de nasıl! Adabı Muaşeret bir medeniyetin davranışlara, hayat tarzına yansımasıdır. Medeniyeti kuran ve geliştiren bu inceliklerdir. Bugün dünyada adı geçen medeniyetlerin her birinin insanlığa getirdiği bir tarz ve tutum vardır. Batı Medeniyeti diyoruz, Doğu Medeniyeti diyoruz. Medeniyetlerin içinde sanat var, edebiyat var, ahlâk var, teknoloji var. Her birinin insanlık tarihine muazzam katkıları olduğu kadar zulümleri de olmuş. Beyaz adamın siyah adama yaptıklarını görünce medeniyetleri de -mesela Batı Medeniyetini de- sorgulayacağız elbette. Mevlânâ’nın, Yunus’un beslendiği değerlerle dünyaya hediye ettikleri hikâyelerle ve sözlerle de iftihar edeceğiz ve çocuklarımıza da öğreteceğiz. Hoşgörünün, merhametin, cömertliğin diğerkâmlığın en güzel örneklerine sahip olan bir medeniyetin çocukları olarak yol gösterici işaret fişekleri olan Âdâb-ı Muaşeret’in yol göstericiliğine hep ihtiyacımız olacak.
“Edep” algısı gün geçtikçe değişmeye yüz tutan kavramlardan biri hâline geldi. Geçmişte hoş görülen bazı Âdâb-ı Muaşeret kuralları günümüzde kabul görmeyebiliyor. Görgü kurallarının zamana ve zemine göre yeniden revize edilmesi gereklidir diyebilir miyiz?
Toplumsal hayatta değişim elbette olacak. Bozulma da bir değişimdir. Onun için değişimin nereye gideceği ve sonuçlarının ne olacağı takibi önemlidir. İnsan olmanın gereği vahşi olmak değil, medeni olmaktır. Medeni olmak da insanlık için ileri bir durumdur. İnsanlık çeşitli tesirlerle farklı mecralara gidiyor diye adabın kıymeti azalmaz. İnsan mekanik bir varlık değil çünkü. Ne kadar robotlaştırılmaya çalışılan bir dünyaya evrilmeye çalışılıyorsa da insan duygusal bir varlıktır. Akıl ve ahlâk olduğu müddetçe insan ilişkilerini düzenleyen ve güzelleştiren temel adap kuralları asla kıymetsiz olmayacaktır. Çünkü insan duygusal ve manevi duyarlılığı var olarak yaratılmıştır. Bu konudaki inceliklere her zaman ihtiyacı olacaktır.
Felsefe ve sosyolojiye ilgisi olan gençlere neler önerirsiniz?
Son derece zevkli alanlar. Çünkü toplumsal hayatın her alanına dokunma konforunu sunuyor. Benim tek itirazım Sosyolojinin Batı eksenli bir ilim olarak başka toplumları araştırma malzemesi olarak görmesi. Bugün dünyanın geleceğini sosyal bilimcilerin teorileri yönlendiriyor. Çünkü her şeyin temelinde insan var. Kısacası, para beklentisi olmayan, kimsenin duymaktan hoşlanmayacağı gerçekleri söylemeye hazır olanlar okusunlar.
Size huzurlu anları hatırlatan bir koku?
Gül kokusu ve yanık portakal kabukları.
Sizi kendine hayran bıraktıran bir sanat eseri?
Selçuklu mimarisi.
Çocukluğunuzdan hala tadı damağımda dediğiniz lezzet?
Konya’da baba dostu bir evde yediğim kavun eşliğinde etliekmeğin tadı damağımda.
En son okuduğunuz kitap?
Arkeoloji ve sanat tarihi ile ilgili çeşitli metinler.
Ruhunuza en çok hitap eden mevsim?
Her mevsimin kendine özgü güzellikleri ve değişik yanları var. Kış hareketi, yaz durgunluğu hissettiriyor. Mevsimleri kiminle yaşadığınız ve yaşanan hatıralar anlamlı kılmakta.
Sevgiler.
Söyleşi: İkra Harmancı
Hüma Dergisi, Sayı:17
Asgari seviyede Arabi okuyup, bir isagoci bitirmeden lügat bile okunmaz. Lügat bilmeyince akıl nedir, tabii olanla kültürel olanın farkı nedir, adab sadece edebin çoğulu mudur, ahlak (ıstılahi değil lafzi sahada) ile hilkatin münasebeti varsa nasıl telif ve tefrik edilecek? Gibi meseleler mesele bile olmaz ki nasıl halledileceği münakaşa edilebilsin. Asgari seviyede Arabi okumak lazım ki Türkçe ne dediğimizi bilelim.