Mehmet Aycı ile fi tarihinde İzmir’in meşhur Kızlar Ağası Hanında bir şiir okuma gününde görüşmüştük. Tabiri caiz ise henüz “tıfıl bir genç şair adayı” idi. Aramızda bir muhabbetin oluştuğu doğrudur. Yağmur altında okunan şiirlerin lezzeti bir başka olmuştu o akşam. Biz Mürsel Sönmez ile sabahın serin vaktinde Konak Meydanı’nda nefeslenmiş sonrasında Kordon Boyunu boydan boya yürümüştük. Eve dönüşte otobüs terminalinde vedalaşırken Mürsel Sönmez genç şaire sormuştu: “-Âşık mısın?, -Evet, -Öyleyse sevgiline şiir yaz” demiş ve ayrılmıştık. Derken o zamandan bu zamana güneşin altından çok günler gelip geçti. Mehmet Aycı’ya bu defa birkaç soru sorduk. Cevabi olarak anlamlı bir başlıkta bahçeleyip gönderdi sağ olsun çocukluğunu. Bu kadar meşguliyetin arasında bize de teşekkür etmek düşüyor tabii. Teşekkürler Mehmet Aycı…
Yazmaya nasıl ve nerede başladınız?
Efendim, “yazmaya ne zaman nerede başladınız” sualine cevap şudur ki, fakirin fakir tam yiğit olduğu zaman, yani Dadaloğlu Efendimizin “At dördünde yiğit on beş yaşında” dizesinden mülhem yiğit; evet o yaşta, Kozan’da “tek mahalli gazete” olarak arz-ı endam eden haftalık Yeni Hürsöz Gazetesi’nde yazmaya başlamıştır. Yazmaya daha erken başlamış, orta mektebin şiir ve kompozisyon yarışmalarında “yarışıcı yazar”ı olmuştur olmasına da, ilk şiir tecrübemizin mevsuk hale gelmesi bahsettiğimiz gazete ile olmuştur. O nasıl bir duygudur demeyin; rahmetli Ahmet Rasim’in muharrir olmuşluğunu anlattığı ve tabii ki sonradan okuduğumuz yazıdaki duygudan eksiği yoktur; fazlası bizde çocukluk yıllarımızı itina ile sakladığımız gizli bahçelerde yaşamaya devam etmektedir.
Kaç yaşında olduğunuzu hatırlıyor musunuz?
Ne önemi var yaşın; Karacaoğlan üstadımız demiyor mu, “Sıfat kocasa da gönül kocamaz/Şimdi gönlüm bir yosmaya vurgundur” diye; tıfıl olduğumuz kesindir.
Sizi yazmaya veya okumaya teşvik edenler oldu mu?
Tahta sandıklar içersinde bizden önce mektep yüzü gören altı kardeşin ders kitaplarını okuma yazma bilmeden önce merakla karıştırdığımız, ilk mektep ilk sınıftan itibaren de bunlara ilave olarak ağabeyimizin Adana’dan getirdiği Edebiyat Dergisi Yayınları, Töre-Devlet Yayınları ve Ötüken Neşriyat’a ait kitapları dipnotlarına kadar okuduğumuz, açlığımızı giderdiğimiz olmuştur. Sonrasında kitap peşimizi bırakmamış hamdolsun biz de kitabın peşini bırakmamışızdır. Yazma konusunda ise aileden miras kabul ettiğimiz sözlü kültürün, özellikle rahmetli babaanne ve annemizin yaktığı ağıtların etkisi olmuş, sonrasında kendi yolumuzu kendimiz açmışızdır. Bu süreçte orta mektep Türkçe öğretmenimiz Türkan Kocaman’ın eşi Ali Kocaman’ın teşviklerini burada zikretmek kadirşinaslık olacaktır. Sonrasında elbette “aferin” diyenler olmuştur olmasına da, Ali Bey ilk olduğu için hatırlanmayı önce hak etmektedir.
Sekiz sualin ilk üçüne kestirmeden verdiğimiz cevaplar kâfidir ancak yazar dünyasına nazar kılmayı meslek edinen dostlarımız “tarihe not düşmek” adına daha fazlasını istemektedir. O ayrıntıları eserden izlemeleri isabet olacaktır. “Kendi söyler kendi güler” durumuna düşmekten Allah korusun, tutulduğumuz hastalığın nasıllığı; ateşi, baş ağrısı, kusması, yatağa düşürmesi, aklı baştan alması, kısacası bütün emareleri yazıp çizdiğimiz sayfacıklardan anlaşılabilir. Daha söyleyeceklerimiz vardır ancak bu satırları yazarken yenimizin de yerimizin de darlığının bilinmesi gerekir.
Nurettin Durman konuşturdu