Bize biraz kendinizden, hikâyenizden, yolculuğunuzdan bahsedebilir misiniz?
1996 senesinde Manisa’ya bağlı Gördes İlçesi’nde dünyaya geldim. 14 yaşıma kadar köyde yaşadım ve köy okulunda okudum. Burada köy işleriyle uğraşırken, tarlada ekip biçerken hep hayal kurardım. Beni yazarlığa götüren işte bu hayalperestliğim oldu. Uşak/Eşme'de liseyi, Hacettepe Üniversitesi’nde Sosyal Hizmet Bölümü’yle eğitim hayatımı tamamladım. Şanlıurfa ve Kayseri’de de kısa süre bulundum. Şu anda Denizli’de bir kamu kurumunda sosyal hizmet uzmanı olarak çalışıyorum.
“Acaba başka bir hayat mümkün mü benim için?’ sorusuyla hayaller kurmaya, hikâyeler üretmeye başladım.”
Yazma ve okurluk maceranız nasıl başladı? Bir hikâyesi var mı? Yazarlık hayali olan biri miydiniz?
Belki bendeki anlamı başkaları tarafından oldukça sıradan görülebilir, ama bir hikâyesi var. Şöyle özetleyebilirim. Henüz dünyayı yeni tanımaya çalıştığım yaşlarda yani on bir-on iki yaşlarındayken “Acaba başka bir hayat mümkün mü benim için?” sorusuyla hayaller kurmaya, hikâyeler üretmeye başladım. Benim için hava kadar, su kadar önemliydi zihnimin dolu olması. Bunun için en güzel fırsatı da yaz aylarında tütün tarlasında çalışırken buluyordum. Ellerim otomatikleşmiş bir şekilde çalışırken; beynim boş durmak istemiyor, fakat düşündüklerimi, kurguladıklarımı yazacak vaktim de olmuyordu. İlk defa -yanılmıyorsam- on üç yaşındayken aklımdaki bir öyküyü, o zaman bilgisayarım olmadığı için, bir deftere yazmaya başlamış, adının da “Şehadet Şerbeti” olmasına karar vermiştim. Defter, ablamların eline geçtiğinde önce biraz benimle eğlenip sonra da sevinmişlerdi. O andan sonra kitap üzerine hayallerimi hep kendime sakladım. Bazen bu hayal beni aşıyor dediğim, çok fazla gelgit yaşadığım zamanlar oldu. Yazmak konusunda en önemli adımım daha sonra birlikte Deruhte Dergi’yi kuracağımız arkadaşlarımla tanışmamdı. Sınıf arkadaşım Semih tanıştırmıştı onlarla beni. Onlar bana hocalık yaptılar ama içlerinden kitap çıkarma konusunda en aceleci davranan ben oldum.
O ekiple tanıştıktan sonra aradığım edebiyat çevresine artık sahip olmuştum. Bu sayede hem edebî camiayı daha yakından tanıdım hem de yolumu daha kararlı bir şekilde çizebildim. Artık önümdeki sisler kalkmış gibiydi. Kitap hayalim yolundaki engelleri ve ne yapmam gerektiğini daha iyi görebiliyordum. Dergiler ve yazarlık atölyeleriyle kendimi geliştirmeye çalıştım. Bu süreç hâlâ devam ediyor.
Kitabınızın oluşum süreci nasıl gelişim gösterdi? Okurlarıyla buluşmadan önce hangi aşamalardan geçti ve nasıl bir ön hazırlık süreci oldu?
İlk aşama hayal kurmaktı. Kurduğum hayalin de aşamaları vardı. Zihinde kurulan hayale bir isim bulma, sonra acemice tasarlanan kitap kapakları, sonra bu hayali daha nasıl geliştirebilirim düşünceleri... Aslında ilk başlarda “Kapkaraydınlık” adlı öykümü, tek başına çıkarmayı hayal ediyordum. Yani roman olarak tasarlamıştım. Ama yazarken roman yazmanın bana göre olmadığını fark ettim ve öykücü kimliğimde ısrarcı olmaya karar verdim.
Aralık 2018’de “Kapkaraydınlık”ı tamamlamış ve diğer -bazıları yayımlanmış- on kadar öykümü dosya hâline getirip eleştiri ve öneri almak için Sadık Yalsızuçanlar’a göndermiştim. O da ilgilenmişti sağ olsun. Sonra yayınevlerine gönderme süreci başladı.
“Ben çocukken gördüklerim ve yaşadıklarımdan dolayı babamın hikâyesini anlatmayı kendime vazife edinmiştim. Evet, ilk öykü; babamın hikâyesidir. O madenci çocuk, babamdır.”
“Kapkaraydınlık” oluşturmanızdaki temel dinamiğiniz neydi? Bununla birlikte İz Yayıncılık ile buluşma hikâyenizden bahseder misiniz?
Kitaba değinmeden evvel aynı ismi taşıyan öyküden bahsedeyim, çünkü kitabın ilk çıkış noktası demem mümkün. Kapkaraydınlık yıllar boyu zihnimde dönüp dolaşan bir öyküydü. Öykünün adını, yani doğal olarak kitabın adını garip bulanlar, hatta olumsuz yorum yapanlar da oldu. Şöyle açıklayabilirim; bu isim de o öykü gibi, kitap hayalim gibi yıllarca zihnimde dönüp dolaştı. Babam madende çalışıp mesai saatleri dışında tarlada çalışıyor; geçinebilmek ve bizi okutabilmek için insanüstü bir gayret sarf ediyordu. Ben çocukken gördüklerim ve yaşadıklarımdan dolayı babamın hikâyesini anlatmayı kendime vazife edinmiştim. Evet, ilk öykü; babamın hikâyesidir. O madenci çocuk, babamdır. Ama babam, Erhan gibi bir çıkış yolu bulamamış aydınlığa. O, kısılıp kaldığı karanlığın içinden bizleri çıkarmak için çalıştı ve başardı da.
İşte böyle insanın yaşanmışlıkları söz konusu olunca muhabbet uzayıp gidiyor... Konumuza dönmeden lafımı tamamlayayım. Kitabın adını, henüz ortaokula giderken babamın kömür tozuyla simsiyah olmuş ak alnını gördüğüm zamanlarda koymuştum. Bunun dışında yazarlık hayali, kitap çıkarma fikri benden hiç ayrılmadı. Bu platonik bir aşk gibiydi benim için. Kitap çıktığı zaman sosyal medyada “artık ölebilirim” yazınca bana kızanlar olmuştu. Ben bunu itiraf etmeliyim; ölümden değil ama kitabımın çıktığını görmeden ölmekten çok korkuyordum. Kitabımı aldığım gün hissettiğim sevinç öyle güzeldi ki o gün gerçekten ruhumu teslim etmek istemiştim.
İz Yayınlık ile buluşmadan önce onun da hayalini kurdum aslında. Muhayyel serisiyle tanışmam 2016 yılına rastlıyor. Özellikle Ayşegül Genç’in “Kuğu Boynu” başta olmak üzere o seriden çıkan kitapları çok sevmiştim. İleride kitabım o seriden çıksın diye düşünüyor, acemice tasarladığım kapağa yayınevinin logosunu yerleştiriyordum. 2018 yılının son günlerinde dosyayı hazırlayıp Sadık Hoca’dan onay aldıktan sonra ilk defa İz Yayıncılık’a göndermiştim, ama o hâliyle kabul görmemiş, daha sonra başka yayınevlerinden de ret cevabı almıştım. Şimdi ismini zikretmem doğru olmaz diye düşünüyorum, bir yayınevinin editörünün ciddi eleştirileri sayesinde dosyayı tekrar elden geçirdim.
Bir yıl sonra yeni hâlini alan dosyayı ikinci defa gönderdim ve bu sefer olumlu yanıt aldım. Editörüm Mahmut Coşkun beni arayıp haberi verdiği zaman sevinçten havalara uçmuş, bu haberi daha sonra aileme sürpriz yapmak için vereceğimden sevincimi, coşkumu içimde yaşamıştım.
“...O dünyalar arasında seyahat etmenin keyfine varma fırsatını veriyor yazmak.”
Peki, yazmanın sizin için ifade ettikleri üzerine konuşabilir miyiz?
Yazmanın benim için ifade ettikleri… Öncelikle o klasik cevabı vereyim. Yazmak, kendimi daha özgür hissetmemi sağlıyor. Kalabalık bir ortamda “anlatacaklarım var, herkes beni dinlesin ulan” demek istiyorum ama buna cesaretim olmadığından ya da konuşarak ifade etmeyi beceremediğim için anlatmak istediklerimi yazarak, kadim dostum kâğıda aktarıyorum. Böylece kimseyi beni dinlemesi için zorlamış da olmuyorum. Ayrıca kâğıdın en kalabalık kitle olduğuna inanıyorum.
Özellikle kurmaca türü bana oldukça sihirli geliyor. Çünkü yazarken karakterlerimle bütünleşmeyi seviyorum, onların başına gelenler beni bazen üzüyor bazen de sevindiriyor. Oluşturduğunuz dünya, ortaya çıkan karakterler gerçekten yerinde olmak isteyeceğiniz fevkaladelikte veya kesinlikle olmak istemeyeceğiniz rezillikte olabiliyor. Bu da insana “başka dünyalar da mümkün” dedirtiyor. O dünyalar arasında seyahat etmenin keyfine varma fırsatını veriyor yazmak.
Edebî yolculuğunuzda özellikle etkilendiğiniz, birikiminizde kilometre taşı niteliğinde diyebileceğiniz şair/yazar/düşünce adamları kimlerdir?
Burada sayabileceğim pek çok isim geliyor aklıma. Ama Mustafa Kutlu, Mustafa Çiftçi ve Abdullah Harmancı başı çeken isimler diyebilirim. Üç yazarın da gerçekçiliği benimsemiş olması beni onlara daha yakın hissettiriyor sanırım. Onları okurken kendimi hikâyenin tam ortasında buluyorum sıklıkla. Ben de ister istemez onlara özenerek yazmaya başlıyorum. Elbette kendi üslûbumu oluşturma gayretindeyim.
Bir yazar ve okur olarak yazarlıkta emek ve yetenek noktaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Her işin başı emek diyerek tarafımı belli edeyim. Tabii yeteneğin payı yadsınamaz ama emeksiz bir yetenek bir yere kadar götürür insanı. Yeteneksiz bir emek olabilir ama.
Günümüzde kitabı değerli kılan şey nedir? Neden kitaptan vazgeçmemeliyiz?
İnsanoğlu günümüzde bu ihtiyacı başka yollarla karşılayabileceğini düşünse de kitaplar, en azından kurmaca eserler zihnin hayal kurma yetisini besliyor bence. Benim için yeni öykü fikirleri daha çok başka öyküleri okurken ortaya çıkıyor.
Buradaki ilk cümlemi açıklamam gerekiyor sanırım. İnsanoğlu günümüzde kitapların yerine film ve dizileri tercih ediyor. Görsel olarak insana kendinden farklı hayatlar olduğunu hatırlatan filmler ya da diziler insana hayal kurma imkânı vermiyor ya da çok az bir alan bırakıyor bence. Hâlbuki kitap okurken bu alan daha geniş oluyor. Karakterinizi zihninizde siz şekillendirebiliyorsunuz örneğin. Burada yazar ve okur arasında gizli bir iş birliği de doğuyor aslında. Hâlbuki bir yönetmen veya senaristin seyirciyle bu iş birliğini yakalayabilmesi çok zor bir ihtimal. Ben bu şekilde bir çıkarım yapıyorum bilmem bana katılan çıkar mı?
Son olarak yeni projelerinizle ilgili konuşmak isteriz. Masanızda neler var? Yakın zamanda hayata geçirmeyi düşündüğünüz bir projeniz veya yeni bir kitap çalışmanız var mı?
Elbette boş durmuyorum ama bayağı uzun zamandır tembellikten muzdaribim. Yazmaya ve okumaya gayret ediyorum. Tamamlanmayı bekleyen birkaç öyküm var. Önceden olduğu gibi zihnimde henüz olgunlaştıramadığım öykü fikirleriyle yaşıyor ve bu durumu çok seviyorum.
Yeni kitap için de hayal aşamasından bir tık ileriye geçtiğimi söyleyebilirim. İlk kitaptaki karmaşadan ziyade öykülerin mekân konusunda ortaklık kurabileceği bir dosya için çalışıyorum. Bu kadar…
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Söyleşi: Emre Orhan Gökalp
Başarılarının devamını dileriz hayat sonsuz değildir hayat herkese bir gomlek verir kimisi giyer kimisi giydiği gömleği anlatır kimisi alır gider