Memleket eğitim sistemi yoğun eleştiriler alıyor. Bu eleştirilerden edebiyat eğitimi de nasipleniyor. Peki, ne yapmalı?
Bilmeyiz reçete olur mu, fakat çok uzak tarihlerde, işbu memleketin kuruluş yıllarında kaleme alınmış bir metin, sanki bir şeyler söyler gibi…
İsmail Habib Sevük’ün memleketimiz liseleri için yazılmış olan ve bir ilk olma özelliği gösteren “Edebî Yeniliğimiz” adlı kitabının ‘Liselerin son sınıf talebeleriyle hasbıhal’ başlıklı önsözünde mühim gördüğümüz yerleri, ara başlıklar ekleyerek, ç-alıntıladık.
Henüz okuma korkusuna yakalanmamış liseliler, buyurun…
Bir yazarın sevinci ne olabilir?
Sizler için böyle bir kitap yazmağa memur edilince bir an sevindim, fakat çok zaman düşündüm. O ani sevinçle bu uzun endişenin sebepleri şunlardır:
Meçhul denen atinin dolambaçlı dehlizlerinde meşalelerini sallayarak giden dinç adımlı gençler kafilesi(y)le konuşmak, biz faniler için, bir nevi atiye uzanmak sayılabilir. Halin kanatlarında fenaya gidecek bir yazı size hitap edince cephesini derhal bekaya çevirse gerek. “İstiklal” levhalı tunç kapıyı huzmeli bir anahtarla açmaktasınız. Kitap kendi kıymeti(y)le değil sizinle o kapıdan giriyor. Bu, yazıların yazana mazhariyet vermesidir. Sevincim bu mazhariyeti düşünmekten doğdu.
Karanlıkları şimşeklendirmekle mükellef olan sizler yalnız atide giden değil atiyi götürensiniz de. Her yerde milletlerin kıymetlerini güzideleri(y)le ölçerler. Giden kütleler götüren güzidelerle gidiyor. Sizler yalnız yürüyecek değil yürüteceksiniz. Yürüyenlere kitap şerefse yürütenlere kitap şerefin şerefidir. Sevinç nasıl azametli olmaz.
Kafadan çok kalbe inmek, ne?
Lâkin hangi şeref ayni zamanda bir yük değil? Artan şerefle yükün daha çok arttığın biliyorum. Sizi yanıltmak ferdi yanıltmak olamaz. Yürüyen kütleden birine yanlış bir şey öğretirsem aldanan bir kimsedir. Halbuki yürüteni aldatırsam kütleleri iğfal etmiş olurum. Doğduğu yerde duran hata büyük de olsa geçici sayılır, fakat durduğu yerde doğuran hata küçük de olsa korkunçtur. Kitabı yazan işte bunun için çok düşündü.
Okuyacağınız bu cildi size çatık edalı bir mektep kitabı olmaktan ziyade hoşunuza gidecek bir arkadaş gibi vermek istedim. Öğretmekten çok sevdirmek kafadan çok kalbe inmektir. Dimağa konan dökülebilir, fakat kalbe bırakılanda payidarlık var. Kitap yalnız malûmatla dolu olsaydı, yalnız kafalarımızı doldurmuş olurdum. Halbuki edebiyat kitabı yük değil zevktir. Hocalık kısmını noksan yapsa da ne zarar, elverir ki kalbinizi kazansın!
Eksik bilgi, aksak zevk!
Gençler!
Eksik kalan bilgi yarın düzelebilir, fakat aksak kalan zevk bütün ömre sarılıyor. Malûmat noksanından utanmamak değil utanmak ayıptır. Herkesin bilmediği bildiğinden pek çok. Asıl ar olan zevksizliktir. Edebî malûmatı noksan ne kadar kâmil insan var, fakat edebî zevkten tamamen mahrum bir kimseye hiçbir medenî millette tam bir insan nazarile bakılmıyor: kafadan evvel kalpten utanalım!
Bu noktada gayet açık konuşmak lâzım: hepiniz ilerde bir mesleğe intisap edeceksiniz. Kiminiz doktor veya mühendis, kiminiz avukat veya muallim… Artık meslekleriniz ayrı, maişetleriniz ayrı, hayatlarınız, her şeyiniz ayrıdır. Fakat hepinizden ayrılmayan ve hepinizde müşterek olan bir şeyiniz kalacak: kendi edebiyatınız. Dağılanlar onunla toplandı, ayrılanlar onunla birleşiyor. Hepiniz edebiyatınızı biliniz ki hepinizin bir olduğunu bileyim!
Edebiyatta iki unsur…
Edebiyat kat’iyyen yalnız edip olacaklar için değildir. Edebiyatta iki unsur var. Biri edebiyatı yaratmak, diğeri anlamak. Yaratmak edibe mevhibe, fakat edebiyatı anlamak, bu herkese bir borçtur.
Hâlbuki bizde bunun aksine tuhaf bir telâkki görülür: fenle edebiyatı zıt gibi sanırız. İkisi güya yekdiğerini eriterek gıdalanırmış gibi ne kadar edebiyattan anlamazsak o kadar fende yükselmişiz vahimesindeyizdir. Değil mi ki şiir bir hayal, fen bir hakikat; biri oyuncak, öteki ciddiyet; bu hafif, o ağır; öyleyse şiirden ne kadar uzaksan fenne o kadar yakınsın: bazı tuhaf gafletler gülünemeyecek kadar feci oluyor!
Bakınız bugün bütün cihanda fen âleminin en hakikî mümessili telâkki edilen Edison’u hep bilirsiniz. Bu sayısız keşifler sahibi büyük muhterin uykusu çok az, çalışması pek çokmuş. Bir gün ona: “- Bu şerait dâhilinde nasıl dinleniyorsunuz?” diye sormuşlar. Edison cevap vermiş: “- Yorulunca İngiliz edebiyatının büyük muhalledatını okurum, duyduğum zevk ile bütün yorgunluklarım gider.”
Ey fenle kibirlenen, sen!
Ey fenne mağrur olarak edebiyatı istihfaf eden, yaptığın hareket edebiyata bir cehil olmaktan ziyade fenne bir bühtandır, hiçbir şeyden sıkılmazsan, söylediği sözler bizzat fennin natıka haline gelmesini telâkki edilen, o cihanşümul Amerikalı kâşifin bu meşhur cevabını düşün. Düşün ve sıkıl!
Gene çok meşhur bir fıkradır. Bir İngilize demişler ki: “-Donanmanızla Shakespeare’i feda etmek arasında muztar kalaydınız ne yapardınız?” İngiliz hiç tereddüt etmeden mukabelede bulunmuş: “- Donanmadan vazgeçer, Shakespeare’i bırakırdık!” Bu, bir fantazi lâf değil. Donanması İngilizin kuvveti ise edebiyatı da şerefidir. O donanma Okyanusların dalgalarına hâkim, inandık, fakat o edebiyat yarı cihanda ruhları dalgalandırıyor: asıl İngiliz azameti burada!
(…)
İngiltere, Fransa ve biz…
Ey gençler!
Mesele bir edebiyat telâkkisi işi değil, edebiyat telâkkisi bütün milliyet ve bütün bir medeniyet davasıdır. Hiçbir Fransız münevveri yoktur ki meselâ Corneille’i tanımasın, Racine’i sevmesin. Hugo’dan belki bıkmıştır; fakat onun dehasi(y)le gene iftihar eder, realistlerden ihtimal usandığını görürsün, lâkin Anatole France’a hayrandır. Hem de o Fransız münevveri ne edip, ne şair olmadığı, bilâkis şiir ve edebiyatla alâkası olmayan başka bir mesleğe salik bulunduğu halde!
Bütün medenî milletlerde olduğu gibi Fransada da beceriksiz doktorlar, aksak avukatlar, çürük binalar yapan mimarlar olabilir. Bunların her biri mesleklerindeki vukufsuzluklarına rağmen gene birer Fransızdırlar. Fakat onlardan hangisi Fransız edebiyatından büsbütün gafil ve bihaber kalsın, öyle bir kimseye bütün Fransa Fransız demez!
İlim bölücü, edebiyat toplayıcı!
Garp âleminde şiir ve edebiyata bütün o meslek ihtisaslarından fazla ehemmiyet verilmesinin sebebi açıktır. Çünkü ilim ve fende bölücülük, edebiyat ve san’atte toplayıcılık var. Bir mesleğin diğer meslekten haberi olmaz. Doktor avukatlıktan anlamaz, mühendis nebatattan. Herkes kendi mesleğine gömülecek ki mesleğinden kuvvet alıp mesleğine kuvvet olabilsin. Peki her meslek yalnız kendini görünce muhtelif meslektekileri birbirine kim gösterecek? İşte bunu edebiyat ve san’at yapıyor: şerefinin büyüklüğü şümulünün azametindendir!
(…)
Edebiyatlar yalnız milliyetlerin en kuvvetli mihveri olmadı, medeniyetin de en asil unsuru oldu, medeniyetle ki iki varlığın mahsulüdür. Biri kafadan çıkan teknik kısım, diğeri kalbden gelen insanlık kısmı. İlim ve fen birinciyi, edebiyat ve san’at ikinciyi yaratıyor. En hakiki medeniyetler bu ikisinin izdivacından doğdu. Yalnız kafada kalansan medeniyetin kışrına takılansın. Edebiyata in ki o medeniyetin kalbindeki darabanı duyasın!
(…)
Medeniyet bir bütündür…
Medeniyetler bir küldür. Bizim eski medeniyetten kubbeyi alıp şiiri, Sinan’ı alıp Fuzuli’yi bırakamazsınız. O mimarın kafası bu arzın üstünde, yarattığı kubbelerden daha büyük, bir küre idi. Lâkin ne Fuzuli’nin kafası ondan küçük, ne Nef’inin muhayyilesi Mimar Kasım’dan sönüktür. O mimarlar abidelerden şiir yaptılarsa o şairler de şiirlerden abide yaptılar. Divan edebiyatı, klâsik edebiyat, berbat edebiyat… Hayır, gençler o edebiyat ar değil iftihardır!
(…)
Hiçbir millette kalemini kudret yapan hiçbir kimse edebiyatının mazisini bilmeden halde bir irtifa olamadı. Herkes mektep sıralarından itibaren bütün mazinin edebiyatındaki güzellikleri eme eme gıdasını alıyor. Bugünkü lisan dünün değil, lâkin günün lisanı dünden geldi. Nereye gittiğini bilenler nereden geldiğini bilenlerdir. Bakınız bir takım zeki kalemler var ki kabiliyetlerine rağmen bodurdur, çünkü yalnız halden kudret almak istiyorlar: Oh, akan bir nehirsen yalnız munsabın değil membaın da olacak!
Kalem, senin perçinin…
Uzayan hasbıhale nihayet vermeden şunu da söyleyeyim. Kalem sahibi olmak yalnız edibin hakkı değil herkesin vazifesi ve menfaatidir. Hepiniz mektepte muhtelif ilimler öğreniyorsunuz. Umumî seviyeniz onların muhassalasından yoğruluyor. Fakat sonra muayyen bir mesleğe intisap edince diğer ilimlerin çoğu kaybolacak. Doktorsan cebir düsturlarını, avukatsan fizik kanunlarını, mühendissen kimya muadelelerini unuttun. Lâkin ne olursan ol elindeki kalem yok mu? Yalnız o bütün ömrünce sana perçinlenmiştir!
Herkes edip olamaz, fakat herkes mesleğinin edibi olmalı. Meselâ kalemi olmayan doktorun hizmeti yalnız reçetelerine münhasırdır. Kalem sahibi doktorun eseri ise hastalarından vatana, vatanından cihana yayılır. Mesleğinde en muktedir olan bile kalemsizse bir kovandadır. Ancak kalemdir ki o mesleği bir füshat yaptı!
Kitabı yazanın kendilerine kitap yazılanlardan yalnız bir duası var: Hepsini sadece mesleklerinde bir kudret olarak değil, mesleklerine şeref olacak birer kalem sahibi olarak görmek. Sen mesleğinde yüksel, kalemin de mesleğini yükseltsin. Bu, kıymeti birken birkaç yapmaktır. Gençler, hepiniz vatana birkaç defa kıymetli olunuz!
Adana, 17 Şubat 1930
İsmail Habib (SEVÜK)
Cevat Akkanat itina ile (ç)alıntıladı