Akademi dünyasından tanıdığımız Dr. Necdet Subaşı, bir yıl içerisinde şaşırtıcı bir çıkışla iki ayrı öykü kitabıyla okura merhaba dedi. “Yaz Dediler Anı” onun bu seneki ilk eseri olarak raflarda yerini alırken, “Zamanın Behrinde & Ramazan Hikâyeleri” adlı ikinci çalışmasıyla okurun gönlünde yer etmeyi başardı. Zamanın Behrinde, bir Ramazaniyye aslında.
Yirmi üç hikâyeden oluşan Ramazaniyye, çocukluk, gençlik, bugünün ve Türkiye’nin farklı şehirlerinde yaşanılan Ramazan tecrübelerini aktarması açısından da renkli bir kolaj olmuş.
Babam ateşten korumak isterdi beni, annem ise soğuktan
“Annemin merhameti, babamın cehennem korkusunu bastırmazdı. Ben oruç tutsam ne olacaktı sahiden ama belli ki ben oruç tutsam bir şeyler olacaktı. Oruçtan miraca, oradan namaza, oradan Mescid-i Aksa’ya, oradan Mekke Ve Medine’ye…” diyor Necdet Subaşı kitabında.
Çocuklarımızın kimlik inşasında ibadetin rolü ve ebeveynlere düşen sorumlukları hatırlatma açısından çocuk yaşta sahura kalkışlar bu kitapta samimi ve naif bir dil ile anlatılmış: “Ben onlara yetişmeye çalışırdım, ben sahura kalkardım.”
Sahur sofrasına ortak olmak ve tuttuğu ilk oruçla kendini büyümüş hissetmek, çocuk dünyasında en güzel şey olsa gerek. Orucun insanı nasıl yücelttiğini ise şöyle dile getiriyor yazar: “Annem sahurda başka bir anne olurdu yemin ederim, babam oruca niyetlenirken daha da büyük bir adam olurdu.”
Çocukluk dönemine ait hikâyelerden en ilginç olan ise “Lüks” adlı hikâye. Kaçkar dağının eteklerinde küçücük bir köyde zifiri karanlıkta lüks lambası ile teravihe gidişlerin adeta şölene dönüşmesi çoğumuzun algılamayacağı bir şey olsa gerek.
İftara gitmekten çok iftara çağırmak
Günümüzde iftar davetlerinin restoranlara kaydığı veya sofralarımızda misafirsiz iftarların yaşandığı zaman dilimindeyiz. Oysa Ramazan'ın en heyecan veren yönü eşle, dostla, akrabayla, komşuyla yapılan muhabbetin, samimiyetin olduğu neşeli iftar sofralarıdır. Necdet Subaşı, geçmişte protokulsuz iftar sofralarının varlığını bize şöyle hatırlatıyor: “Aileler arasında protokol yoktu. Kapıyı çalan lafı uzatmazdı, gelir sofraya otururdu.’Tanrı misafiri’ diye bir şey vardı ve iftar yemeğinin varsa bir lezzeti, biraz da o gelenin dualarıyla teşrif ederdi.”
Üç neslin hikayesinin yer aldığı eserde Ramazan'ı nostalji olarak görerek geçmişe hayıflanmaktan ziyade günümüze dokunan ve zamanın ruhunu da yakalayarak Ramazan'ın güzelliklerini nasıl yaşayabileceğimizin haritası ise Necdet Subaşı’nın çocuklarıyla yaşadığı hikayede tezahür ediyor.
Kitaptaki “İdrak” adlı hikâye ise yaşlanan anne babanın sağlık nedenlerinden ötürü oruç tutmamaları gerektiğini öğrendiklerinde yaşadıkları ızdırabı anlatıyor. “Oruç onların gizemli iç dünyalarında meğer her şeymiş, şimdi kendilerini parçalanmış ve buruk hissediyorlardı. Oruç ellerinden kayıp gidiyordu, şimdi onları ne tutacaktı? Sahi eğer oruç tutmayacaksak ne diye yaşayacaktık?”, diye soran büyükler karşımıza çıkıyor geçmiş zaman hikâyelerinde.
Ramazan hayata dokunmaktır
Eserinde İslam coğrafyasını da unutmayan Necdet Subaşı, yaşadığı muhacir iftarı ile kaç yaralı gönle dokunduğumuzu, en son ne zaman fakir fukara sofrasına katıldığımızı veya katılmadığımızın muhasebesini de bize yaptırıyor.
“Yalnızdım sahurda. Ortalığı düzeltiyorum, kendimi topluyorum.” Kitap da yer alan “Siftah” adlı hikâye modern insanın yalnızlığına atıfta bulunur nitelikte. İftar sahur biraz birlikteliktir, biraz duygusallıktır. Sofralar kalabalıksa Ramazan bir başka güzeldir.
Ramazan'ın günlük koşuşturmalarımıza dur dediğimiz, iç âlemimize yoğunlaşarak, okumalar yaptığımız bir zaman dilimi olması gerektiğini vurgulayan Necdet Subaşı, bu bağlamda Ramazan vesilesiyle adeta hayata dair okumalar yaparak okumanın dün de bugün de yarın da üstümüze afiyet bir dert olması gerektiğini belirtiyor.
Samimi ve akıcı üslubuyla okuyucuyu bir anda saran kitap bittiğinde Ramazan hayattır dedirtiyor.
Bazen bir hikâye sadece bir kişi için yazılmış olabilir. Zamanın Behrinde adlı eserde sizin hikâyeniz hangisi acaba?
Meryem Dalğıç, doyumsuz bir tatla okudu ve yazdı