Türk milletinin nasıl bir medeniyet tasavvuruna sahip olduğu sorusuna en esaslı cevaplardan birisi, hiç şüphesiz özellikle Maveraünnehir, Anadolu ve Balkanlar coğrafyasında inşa ettikleri şehirlerdir. İstanbul başta olmak üzere dünyada eşi benzeri olmayan tarih kıyımına uğrayan birçok Selçuklu ve Osmanlı şehri, modern çağın ve tek dişi kalmış canavarın olanca hücumlarına rağmen bütün ihtişam ve vakarıyla direniyor. Necip Fazıl’ın “Canım İstanbul” şiirinde bahsettiği “yerdedir göklerin derinliği” gerçeği, belki enkaz hâlini almış Selçuklu ve Osmanlı’nın kadim şehirlerinde kendisine bir çıkış kapısı aramanın yollarını arıyor.
Anadolu’nun Malazgirt öncesi ve sonrasındaki kutlu akınlarla Türkleşmesi ve Türkiye adını almasıyla birlikte Selçukluların başlattığı medeniyet atılımı, kendisini kısa sürede hissettirerek harabe görünümündeki Anadolu’yu ihya ve inşa etmeyi başarmıştır. Doğudan batıya, kuzeyden güneye yaşanılabilir ve güvenilebilir beldeler, Selçuklu devlet adamlarının öncülüğünde hızla gelişerek hem Müslüman hem gayrimüslim halkların huzur ve emniyet içerisinde hayatlarını devam ettirmesini sağlamıştır. Beyliklerin kendi aralarındaki çatışmaları, Haçlı saldırıları, Moğol istilası gibi tehlikelere rağmen Anadolu, uzunca yıllar her coğrafyadan insana kucak açmıştır.
O dönem için kültürel, ticari, dinî gibi birçok açıdan ciddî gelişim gösteren Sivas, Selçukluların sembol şehirlerinden bir tanesidir. Onun özellikle doğudan ve güneyden gelen malların Karadeniz’e geçiş güzergâhında bulunması, stratejik açıdan birçok bölgeye yakın olması gibi etkenler, Sivas’ı; Konya, Kayseri, Erzurum gibi dönemin taht şehirleri arasında yer edinmesine zemin hazırlamıştır. Bunun farkında olan Selçuklu yöneticileri, Sivas’a özel bir önem vermiştir.
Sivas’ı gezerken zihnimde beliren bu kitabi bilgiler, şehrin derinlerine indikçe beni Selçukluların masalsı günlerine ulaştıran bir vesile hâline geldi. Tarihî meydandaki medreselerin, Borges’in “Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir.” sözünü takip ederek buranın aslında cennetten bir parça, esasen göklerde inşa edilip yeryüzüne kondurulan ilahi bir coğrafya olduğu hissini uyandırması, ruhumu ve kalbimi çift başlı kartalın kanatlarına teslim etti. Selçuklular hangi düşünceyle bu küçücük meydana üç tane mabet görünümlü medrese inşa etti? Buna vereceğimiz cevap, belki bugün maarif davamızı yeniden şekillendirmemizi ve onu nihayet milliyetçiliğimizin esaslarına yaslanır bir vaziyete kavuşturmamızı sağlamada başlangıç noktası olabilir.
Karşı karşıya inşa edilen Çifte Minareli Medrese ve Şifaiye Medresesi arasındaki boşluğu adımlarken, sanki Kale Camii’nde kılınan bir sabah namazı sonrası Buruciye Medresesi’nde ders veren Selçuklu muhaddislerinin, Anadolu’da üç şemsten birisi olan Şemseddin Sivasi dergâhında yetişen marifet ehlinin, Gök Medrese’de göklerin ilmine vâkıf olmaya çalışan hikmet sahiplerinin, kalıntıları yeni yeni gün yüzüne çıkarılan Selçuklu sarayında Türk devletine adanmış ömürler yaşayan Oğuz beylerinin Divriği Ulu Camii’nde Hızır’la bir araya gelerek Türk yurdunda yaşadığımız sorunlara çözüm bulacağı ümidinin, gözyaşları içinde gerçek olmasını murâd ediyorsunuz.