1950'li yıllarda Brezilya sanat çevreleri tabiri caizse bir mucizeye tanıklık eder. Birçok sanat müzesinde, adı sanı hiç duyulmamış ressamların eserleri görücüye çıkar. Hayranlık uyandıran ve derin anlamlar çağrıştıran bu resimleri kimlerin yaptığı sorgulanır. Hangi eğitimlerden geçtikleri, kimleri örnek aldıkları, şimdiye kadar nerelerde oldukları merak edilir. Sanat eleştirmenlerine göre bu çalışmalar Brezilya için bir rönesansı işaret ediyordu. Daha önce ne böyle bir çalışma rüzgârı görülmüştü ne de resimle ilgilenen insanların bu kadar heyecanlandığı. Ortaya bir anda çıkıveren bu eserler birbirlerinden kopuk gibi görünüyordu ancak bu kopukluk aynı zamanda bir bütünü de tamamlıyor gibiydi.
Hiçbir ressamın ardında bir kuruluş, dernek, patron ya da üstat niteliğinde biri yoktu. Hepsi de şehrin dışındaki "meşhur" akıl hastanesinden çıkmıştı. Bu hastaların kimi şizofren teşhisiyle kimi de fakirlikten, delilikten, terk edilmişlikten mustarip tedavi görüyorlardı. Tedavi ama ne tedavi... Hastanedeki psikiyatristlerin neredeyse tamamı bu hastaların tedavisinde terapinin de ilacın da bir işe yaramayacağını düşünüyorlardı. Bunların yerine lobotomi denilen tedavi yönteminin derhâl uygulamaya konmasından yana bir tavır koymuşlar, birbirlerine bu yöntem hakkında sunumlar yapmışlardı.
Bir beyin cerrahisi işlemi olan lobotomi (lobos: lob - tome: kesmek) "beyindeki ön lobların uçlarındaki prefrontal korteks bağlantıların kesilmesi" şeklinde uygulanıyormuş. 20. yüzyılın başında Kuzey Amerika'da uygulanmaya başlanan bu yöntem tahmin edileceği üzere evvela Güney Amerika'da kendine “test edilecek” çok beden bulmuş. Yöntemi bulduğu söylenen isimlerin sayısı oldukça fazla: Friederich Golz, Gottlieb Burkhardt, John Fulton...
Bu üç isim de köpeklerde, şempanzelerde ve şizofren hastalarda lobotomi yöntemiyle netice almaya çalışmışlar. Portekizli beyin cerrahı Almeida Lima ise lobotominin yanında hastaların beynine alkol enjekte ederek beyin dokusunu öldürmeyi denemiş. Üstelik bu fikir kendisine John Fulton'ın bir dersini dinleyen Nobel ödüllü meslektaşı Egas Moniz tarafından verilmiş. Moniz'in tekniğini geliştirerek dünyadaki ilk prefrontal lobotomiye imza atan isimler Dr. Walter Freeman ve Dr. James Watts olmuş. Freeman, zamanın tıpta en sık kullanılan araçlarından biri olan buz kıracağını hastaların göz yuvalarından sokarak uygulamış lobotomiyi. Bunu yaparken anesteziye hiç başvurmamış. 4000’e yakın lobotomi gerçekleştirmiş ve hastaların birçoğu ölmüş.
Kuzey Amerika dışındaysa İsveç'te 1944-1966 yılları arasında 5000'e yakın lobotomi uygulaması yapılmış. Lobotomi kurbanları arasında 20. yüzyılın önemli İsveçli ressamlarından Sigrid Hjerten, Oscar ödüllü aktör Warner Baxter gibi ünlüler de bulunuyor. Hatta John F. Kennedy'nin kardeşi Rosemary’e de “akıl hastası gibi davrandığı” ve “aileye yakışmadığı” gerekçesiyle lobotomi uygulanmış. Rosemary tedaviden sonraki ömrünü bakıma muhtaç bir şekilde geçirmek zorunda kalmış. Uygulamanın oluşturduğu etkiler, Ken Kesey'in romanı Guguk Kuşu’nun 1975'te aktarıldığı sinema filminde de tüm açıklığıyla ve acımasızlığıyla görülebiliyor.
Resim mucizesinin mimarı
Brezilya'da yaşanan bu 'resim mucizesi'nin mimarı ise 1905’te Maceio’da doğup 1999’da Rio de Janeiro’da ölen bir psikiyatrist Nise da Silveira. Hayatına dair 1988'de yayınlanan ve yönetmeni Leon Hirszman olan Imagens do Inconsciente adlı bir belgesel bulunuyor. Nise, Bahia Tıp Fakültesi'nde eğitim görürken analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung'un da öğrencisi olmuş. Akıl hastanesindeki görevinde Jung'un çeviri kitaplarını okumuş, okuduklarını elinden geldiğince ve elbette hastane yönetiminin türlü itirazlarına rağmen uygulamaya çalışmış. İşin lobotomi yüzünden bir felakete sürükleneceğini, diğer meslektaşlarının acımasızlıklarını ve umursamazlıklarını iyice görünce, tedavi görenlerin hayatlarını kısmen de olsa değiştirebilecek bir girişir. Tabii zar zor izin alarak.
Nise: O Corão da Loucura (Nise: Delice Bir Tutku) filmi Nise da Silveira’nın zorlu koşullarda yürüttüğü bu çalışmayı ekranlara taşıyor. Kendisine bakımsızlıktan çürümüş, avluya açılabilen bir oda verilir, iki de hemşire. Derken güzel sanatlar mezunu bir gönüllünün de yardımıyla odaya resim araçları getirilir. Daha sonra bu araçların yanına heykel için de gerekli malzemeler eklenir. Hemşireler zaman zaman tedavi görenlere şiddetli tepkiler gösterdiğinde Nise’in yaptığı uyarı, filmin esas mesajına dair büyük önem taşıyor: "Siz sadece onların ağızlarından çıkan kelimeleri not edin ve nelerle meşgul olmak istediklerini görmeye çalışın."
Bu sözleri, şüphesiz üstat dediği Jung'un "Ben, başıma gelenlerden ibaret değilim. Ben, olmak istediğim kişiyim" cümlesini hatırlatıyor. Nise, aynı zamanda tedavi görenlere "hasta" olarak seslenilmemesi gerektiğini de söylüyor hemşirelere: "Burayı bir dükkân olarak görün, onlar da müşteri."
Buradaki müşteri kelimesini yaşadığımız zamanların hastane-müşteri ilişkisi olarak görmemek gerekiyor elbette. Nise için müşteri; talep eden, talip olan. Doktorlar ise onları memnun etmekle yükümlü kimseler. Acı çektiren ya da türlü testler için onları kullanan kimseler değil. Müşteriler elbet bir gün bir şey isteyecek (resim çizmek, heykel yapmak, dikiş dikmek, dans etmek) ve dükkânın görevlileri de onlara istedikleri şey neyse onu verecek.
Tedavi görenlerin büyük bir kısmı resim yaparak, boyalarla vakit geçirerek hem geçmişlerine dönme hem de iyileşme anlamında çok büyük gelişme gösteriyorlar. Mesela Carlos. Onun durumu için "Carlos, hastaneye ilk yatırıldığında odasındaki aynaya yansıyan güneş ışığında Tanrı'yı gördüğünü söylemiş. Gördüğü şeyi herkesin görmesini istemiş. Çoğu doğu dininde altın çiçeğinin Tanrı'nın varlığını simgelediğini bilir misin?" sözleriyle dikkat çekiyor Nise. Elbette ilham kaynağı, üstadı: "Jung'un dediğine göre ruhta dairesel figürler hâlinde görülen yeniden düzenlemede, kendi kendini iyileştirme potansiyeli varmış. Yani onun yeniden düzenleme çabasının, mistik yönü aracılığıyla gerçekleştiği sonucuna varabiliriz." sözleri.
En büyük engel umutsuzluk
Resimle kendini bulmaya çalışanlardan biri de Fernando. Onun çizdiği resimlerin her birinde birer eşya görüyoruz. Son yaptığı resimlerde ise tüm bu eşyalar düzenli bir şekilde yer alıyor. Nise durumu şöyle açıklıyor: "Dağınık nesnelerle dolu şu oda çizimine bak. Boş bir oda çiziyor. Duvarlar, zemin... Nesneleri teker teker ekliyor. Kitaplar, akvaryum... En sonunda da tüm nesneleri düzenli bir şekilde birlikte boyuyor. Bence kendi yerini buluyor."
Roberto Berliner'in yönettiği filmde Nise'i harikulade bir performansla Gloria Pires oynuyor. Özellikle Jung'la mektuplaştığı sahneler ve tedavi görenlere yaklaşımı insanı derinden etkiliyor. Tedavi görenlerin rollerini üstlenen Simone Mazzer, Julio Adriao, Fabrício Boliveira, Claudio Jaborandy yine takdire şayan oyunculuk yeteneklerini gösteriyorlar. Bu oyuncuların üstlendiği rollerin isim sahiplerini hatırlamak, resimlere ulaşmak isteyenler için kolaylaştırıcı olabilir: Adelina Gomes, Carlos Pertius, Fernando Diniz, Emygdio de Barros.
Nise: O Corão da Loucura (Nise: Delice Bir Tutku) karşımızdaki insanı dinlemenin ve bu dinleme çabası esnasında yaşanan her şeyin ne kadar kıymetli olduğunu unutulmaz bir biçimde gösteriyor. İçinde bulunduğumuz yer, yaşadığımız zaman ne olursa olsun umutsuzluğun iyiye ve iyileşmeye dair en büyük engel olduğunu anlatıyor. Film adeta Jung'un Ulysses ve Picasso Üzerine Denemeler kitabındaki şu sözüne şerh düşüyor: "Bir dünyanın yok olduğu yerde yenisi yaratılır."
Yağız Gönüler