Bir hafta önce ilköğretim 5. sınıf öğrencileriyle “Cennetin Çocukları”nı izledik. İlkin bu 10 yaşındaki çocukların film hakkındaki gözlemlerine ve benim onları tatmin etmek üzere yaptığım açıklamalarıma bakalım:
Ahmed: “Küçük kız, ayakkabısı kaybolmasına rağmen, durumu ailesine söylemedi.”
-Sır, saklamak içindir…
Çağrı: “Ali düşmesine rağmen kalktı ve yarışı kazandı.”
-Düşmek, daha iyi kalkmak içindir.
Rümeysa: “Küçük kız bulduğu kalemi sahibine teslim etti.”
-Bulunan emanettir. Ve sahibine verilmelidir.
Doğukan: “Öğretmenim bu filmdekiler oyuncu mu? Yoksa gerçek insanlar mı?”
- İnan ben de çözemiyorum o durumu zaman zaman çocuğum.
Ferda: “Şimdi, Ali, kardeşi için yarıştı ya, balıklarda onun ayaklarını iyileştirdiler…
Sinemada ‘kendi’ kalabilmek
Tüm bunlar doğulu bir sinema estetiğinin ürünleri. Batının dünyaya sunduğu her işin arka planında da kendi hayat felsefesi var. Bunu ayırt edip kendince ‘iş’ler yapabilen nadir insanlar var yeryüzünde.
Örneğin Hint sineması, Rus sineması. A. Kurosawa ve A. Tarkovsky mesela.
Usta yönetmen Halit Refiğ’in “İki Yabancı” filmindeki imam Vehbi, filmin bir yerinde, “Onlar Allah’ın birliğini üçe bölmüşlerdir. Onun için ruhları bölünmüştür. Her bir parçası öbürüyle çelişir. Bu yüzden yeryüzünde huzur nedir bilmezler” der. Yaşadığımız zaman bunu en güzel ispatıdır.
Aynı sonuç sinema için de geçerlidir. Gerek Holivud, gerekse Avrupa sineması için aynı değerlendirmeyi yapabiliriz. Bölünmüş ve bütünlükten noksan bir ruhun son aşamasını “Testere”, “Şeytan” vb. filmlerde görebilirsiniz. En son “Welcome” filminde 45’li yaşlardaki bir Fransız’ın, 17 yaşındaki Iraklı bir Kürt’ün aşkı için Manş denizini geçmeyi düşlemesi (ve bunu yapması) nasıl da sarsıyordu… Nasıl da anlamak için parçalara ayrılıyordu?
Bahsi geçen yönetmen ve ülke sinemaları ise, ‘kendi’ oldukları için, bir değer olarak kalmışlardır.
İtiraf etmeliyiz ki, kendi ülkenizde bile, kendinize ait değerleri anlatan filmler yaptığınızda yorulursunuz. Bu bağlamda gerek teoride gerekse pratikte ‘kendi’ sinemamıza emeği geçen insanları anmadan geçmek olmaz. Yusuf Kaplan, Ahmet Uluçay, Yücel Çakmalı, İhsan Kabil, Kemal Tahir, Derviş Zaim, Ayşe Şasa, N. Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Sadık Yalsızuçanlar, Üstün İnanç , Mesut Uçakan, vd… Bu isimler olmasaydı, yeni sinemacılar, ta en baştan koyulacaktı bu uzun yola.
“Hitler’den daha tehlikeli” de olabilen sanat: sinema
“Düşlerimiz sinematografiktir. Bir ses imgesi bile, diyelim bulutlu bir gökyüzünde gök gürültüsü, bir yazarın verebileceği en şiirsel ifadeden daha gizemlidir”der Pasolini. Öyleyse sinema, rüyaya yakın bir dildir. Dünya dediğimiz de uzun bir uyku, sonu uyanılacak bir rüya değil miydi?
Sinema, insanı tam olarak kuşatır; göze, kulağa, kalbe ve insanın en içindeki “özel” olana sirayet edebilir. İslam tasavvufundaki “vakıa-yı hayaliye”ye en çok benzeyen batı menşeli tek sanattır sinema. Ve bunun içindir ki çok tehlikelidir. Ehil olmayan ellerde, Fellini’nin deyimiyle, “Hitlerden daha tehlikeli” olabilir. Üstad Bediüzzaman konuyla alakalı olarak: “Beşerin ağzına yalancı bir dil konmuş. Hem insanın yüzüne fasık bir göz takmış. Dünyaya bir alufte fistanını giydirmiş, Hüsn-ü mücerred tanımaz” demişti zamanında.
Bediüzzaman “Cennetin Rengi”ni izleseydi…
![]() |
(+) |
Sadık Yalsızuçanlar ise, A. Tarkovsky, A. Rubllev ve K. Russell filmlerinden yola çıkarak, “acaba üstad bu örnekleri izleseydi yine aynı kanaatte mi olurdu” diye soruyor haklı olarak. Ben de derim ki: “Eğer üstad Bediüzaman hazretleri M. Mecidi‘nin “The Color of Paradise“ (Cennetin Rengi) filmini izleseydi ne düşünürdü? En az 10 kez izlediğim bu film, beni, “Dünyaya iyi şeyler söylenecekse (ki söylenmelidir )bunu biz söyleyeceğiz. Ve sinema bunun için bulunmaz bir fırsattır” fikr-i sabitine götürür.
“Müslüman drama yabancıdır”
İran’daki devrim sonrası ülkesini terk etmeyen bir avuç onurlu insanın yoğun gayretlerine çok şey borçluyuz. Zira, bir müslümanın, hangi hassasiyetleri dikkate alarak nasıl film yapması gerektiği açık bir şekilde görünür İran sinemasında. İran sinemasını karakteristik özellikleri:
-İnsan, yaşadığı doğanın önemli bir parçasıdır ve yapıp ettiklerinden mesuldür.
-Umutsuzluk, insana göre değildir.
-Cinsellik ve cinsel objeler, mahrem alandır.
-Şiddet ve korku, izleyice bir şey vermez.
-İnsan içinde yaşadığı coğrafya ve halkı sevmelidir. Ve onlar için bir şeyler yapmalıdır.
Tüm bunlar, bizi, Şerif Mardin‘in önerdiği yargının ne kadar doğru olduğuna götürüyor: “Sinema müessesesi icat edilmemiş olsaydı, belki de dram olmayacaktı. Çünkü Müslüman drama yabancıdır.”
2012’yi çekenler Zilzal Suresi’nden haberdar mı?
En son “Avatar”ı izlerken düşünü kurdum Fil Suresi’nin. Yusuf’un hikâyesinin. İbrahim’in… İsa’nın… Ve kutsal kitapta anlatılan başka başka yaşanmışlıkların. “2012”yi yapan zihniyet Zilzal Suresi’nden haberdar olsaydı mesela, nasıl bir hüviyete bürünürdü “2012”?
Elif Şafak’ın tespitine katılıyorum, sıradan bir Avrupalı’nın kalbine siyaset, felsefe, ekonomi ve nasihatle giremezsiniz. Ya? Sinemayla, resim, şiir, müzik ve kitapla girebilirsiniz. Ve kendinize ait değerleri İslam estetiğinin o ince ve zarif süzgecinden geçirdikten sonra ulaşabilirsiniz dünya insanına.
İşte bu noktada İran sineması bize yol gösterebilir. Üstelik bizim sinemacılarımız, İran’daki meslektaşlarından her anlamda bir adım önde ve bir adım daha şanslıdırlar. Kendimiz olarak, kendimiz kalarak, kutsala sövmeden ve insanı umutsuzluğa sürüklemeden nasıl güzel işler yapılacağının açık şekilleri var İran sinemasında. 10 yaşındaki bir çocuk bile bunları görebiliyorsa, biz de elbet görebiliriz.
Yaşar Elmas sinemanın gücüne inanıyor
Sene başında bir köy okulunda 6-7 ve 8.sınıf seviyesindeki öğrencilerime izletmiştim bu filmi..Aldığım dönütleri tek tek aktarmam mümkün olmayacak lakin, henüz filmin başlarındayken çocuklardan biririn sorduğu soru (müslüman bir ülkede uygulanan keyfi yasakların bii getirdiği son duruma işaret etmesi açısından)
-Öğretmenim bu çocuklar okula mı camiye mi gidiyor, başları örtülü de?
-!!!