Bir kıssa, sinema diliyle ancak bu kadar güzel anlatılır

Şifahi kültürün ölmemesi, hâlâ sözün güçlü kalması ve o dilin ortalama bir lise talebesi tarafından bile anlaşılabiliyor olması önemli. Şüphesiz bu damarın iki kökü; Medine ve Mekke'dir. Cihad Meriç yazdı..

Bir kıssa, sinema diliyle ancak bu kadar güzel anlatılır

"Bir kıssa ancak bu kadar güzel anlatılır," cümlesini kurduracak güzellikte bir film. Ne kıssalarımız var bu şekilde sinema diliyle anlatılmayı bekleyen. Kısaca kıssanın ete kemiğe büründüğü noktadır: Yönetmenliğini 1957 Şiraz doğumlu Habib Bahmani'nin yaptığı “Elma ve Selma” filmi...

İran sinemasının değerlere saygı noktasında dikkatli, yatak odasına girmeyen niteliğiyle kameranın yumruk anını da es geçmesi bence şık olmuş. Bu yaklaşım Doğu geleneğine de uygun, "Her şey göze sokulmaz, arife tarif gerekmez..." gibi cümlelerle bizi baş başa bırakıyor.

Haramın normalleştiği modern zamanlarda, "Bir elmayı yiyen, ülkeyi de yer." cümlesi şehrin kapısına anıt olarak dikilecek kadar değerli.

Nuri Pakdil usta öyle diyor: "İslâm ciddiyettir." Isırdığı elma için köle olacak adamı yetiştirmeyen toplum, okul, aile çürümeye mahkumdur. Hayat ayrıntılar, ciddiyet ve samimiyette gizli!

Batıya öykündükçe dilimizi kaybettik

Hızla akan hayatı kesecek görsel yapımlara ihtiyacımız var. Altmış dakika sadece eğlece malzemesi olmamalı, göremediğimiz bir ayrıntıyı bize hatırlatacak, bizi farkında kılacak bir sinema diline ihtiyaç var. Bu dilin usul ve üslubu çok önemli; içinde sürekli öğüt ve vaaz parmağı sallanan, karşısındakini aptal yerine koyacak hafiflikte filmi de kimse beğenmiyor. Ayrıca bizim geleneğimiz işçilik üzerine kuruludur. Çeyiz sandığını işleyen usta; "Bu, sadece bir depolama alanı" deseydi o kadar uğraşmazdı. İşte sanat bu değil mi, çeyiz sandığını eşya konan basit bir kutudan ibaret görmemek? Bu noktada "O da altın kakmalı olmayıversin" diyebilirsiniz. O zaman devreye tefrit ve ifrat dengesi girer. Kısaca basiretli bir Müslümanın ifrat ve tefrite düşmeden çekeceği filmlere âşık olabiliriz.

Sinema tekniği konusunda uzman değilim; fakat az çok görsellik noktasında değerlendirme yapabilirim. Bu film görseli çevresinden koparmadan, hatta bir platoya bile ihtiyaç duymadan halletmiş gibi. Zaten yeryüzü Müslüman için secde ve tefekkür yeri değil mi?

İran sineması üzerine yetkin olan Ahmed isimli bir kardeşimizin katkılarıyla yazımızı tamamlayalım.

"Bu film de daha önce izlediğimiz birkaç film gibi aynı 'makam'dan kainata ve hayata bakıyor. O makam ilmin/sanatın zekatını veren makamdır. Bu çapta iş çıkaran yönetmen ve ekibi, "piyasaya oynasa" maddi getirisi misliyle fazla olan filmler çekebilir. Ama onlar göze değil gönle hitap ediyorlar. Tıpkı hakikat gibi. Görsel malzemeyi, sonuna kadar kullanıp gönle hitap etmek de ustalık ister. Ustalar da zaten alelade iş yapmaz.”

Sinema konusunda yılların birikimine sahip bir dostumun koyduğu teşhis de önemlidir: "Onlar, ait oldukları dünyanın dilini konuşuyor" demişti başka bir film üzerine konuşurken. Bu cümleye "gelenekle kopmayan bir damarın hâlâ atıyor olması"nı da ekleyebiliriz. Şifahi kültürün ölmemesi, hâlâ sözün güçlü kalması ve o dilin ortalama bir lise talebesi tarafından bile anlaşılabiliyor olması önemli. Şüphesiz bu damarın iki kökü Medine ve Mekke'dir. Oradan ve Sevgili Peygamberimizden (s.a.) nasip alan gelenekçilik aslı bozmaz, geleneği bugüne taşır, üzerine taş koyar. Küllere üfürmez. Havaya kalkan küllerin oluşturduğu atmosferde kendinden geçmez. Kendini de ardından gelenleri de avutmaz. Gelenek nasiptir, onu bugüne katarak büyütmek de her kişinin harcı değildir, er kişilerin işidir. Kimileri nasibi yer, kimileri nasibinden yedirir.

Önce, kendimizi bilmek gerek
Diğer önemli nokta da şapka çıkardığımız bu sinema asla didaktik değildir. Ama ne hikmetse öğretmeyi becerebiliyor. Hep üzerinde durduğumuz "sır" üzere. İnsanlara ve sosyal yaralarına karşın uzun uzun nutuklar çekmek yerine, daha önceki yazılarımdan birinde belirttiğim gibi parmak sallamak yerine basit birşey yapıyor; ayna tutuyor.

Tabi bu noktada aynanın şekli de önemli. Hollywood, kendi "özdeğerlerine" "dev aynası" tutar mesela. Türk sinemasında da yönetmen elinde genelde "cüce aynası" ile dolaşır. Geleneğini, âidiyetini köklerini olabildiğince küçültüp kullanışlı bir dekor haline getirir. İş Batı'ya benzemek, Batı gibi iş çıkarmak noktasına geldi mi de Hollywood aynasını eline alıverir. Yine kulağını çınlatalım, Derviş abi de sonra der ve gülüp geçer: "Onlar; Batı'ya şaşı, Doğu'ya kördür."

Önce, kendimizi bilmek gerek. Kendimiz deyince aidiyet devreye giriyor. Kendini, başka dünyalara ait gören adamın bizim gönül aynamızda yeri yok, hamdolsun. Bu yüzden, bu dünyaya ait olduğunu çekinmeden bağıra bağıra gezen delileri seviyoruz. Bütün duruluğuna, yalınlığına, sadeliğine rağmen bu film; bizim izini sürdüğümüz o medeni haykırışın perdedeki denemesidir. Bu yüzden önemlidir.

Filmin müzikleri dikkatimi çekti. Tamamı sazlardan oluşan bir orkestra çok sesli ve senfonik olarak kullanılmış. Her biri farklı meşrep/mezhep ve huy iklimdeki kadim enstrümanlar bile bir araya gelip aynı nağmeyi seslendirebilirken İslâm Ailesi'nin ferdleri olarak bizler, birbirimizin sesini keserek hakikatin duyulacağını zannediyoruz. Yazık!

Cihad Meriç 

YORUM EKLE