Bir film okuması: Mandariinid/Tangarines

"Urushzade’nin din, milliyet, etnisite karmaşası içinden çıkarak ideal kavramları yansıtabildiği bu filmde, her ne kadar Avrupa hümanizminin etik savunuculuğunu yaptığı görülse de verilen mesajın sinemanın aldatıcılığına yenik düştüğünü kabul edip İvo’nun sözüne hak vermeden duramayız." Ayşegül Adanır yazdı.

Bir film okuması: Mandariinid/Tangarines

Gürcistan- Estonya ortak yapımı, Gürcü Zaza Urushzade’nin yönetmenliği ve Lembit Ulfsak’ın usta oyunculuğu ile tamamlanan film 2013 yılında gösterime girmişti. Mandalinalar anlamına gelen Tangerines ya da Mandariinid filmi 2015 yılında “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar ödüllerinde adaylığa gösterilip bu başarısı ile Estonya’da ilk kez bu alanda ilk beş arasında kalmayı başaran film olarak da anılmıştı.

Sovyet rejiminin çöküşünden sonra Gürcü ve Abhaz halklarının bir arada yaşadığı Estonya’nın Abhazya bölgesinde geçer film. Bölge, Sovyetler Birliği yönetiminde iken Sovyetlerin milliyetler politikasının da etkisiyle milliyet fikri, modern bir kavram olarak kendi varlığını ulus-devlet ideali şeklinde devam ettirir. Doğu Avrupa’nın çok uluslu yapısı içinde milliyetçi hegemonya, Balkan halkları için iç savaşlar şeklinde süren çatışmaya dönüşür. Filmde bu çatışma, Abhazya’nın bölge içinde bağımsızlığını ilan etmesinin ardından Gürcistan ve Abhazya arasında 1992 yılında yaşanan kanlı iç savaşı, Abhazya’nın bölgede yönetimi ele geçirdikten sonra binlerce kayıp ve göç vermesi ile sonuçlanır.

Köyün terkedilmiş yollarından geçirerek, melankolik havasıyla başlayan film, bizi yavaşça kendi hikâyesinin içine doğru alır. Savaş öncesinde Estonyalıların yaşadığı, sonrasında ise evlerini geride bırakıp köyü terk edenler dışında burada hâlâ yaşamını sürdürmeye çalışanlar üzerinden filmin anlatımı sürer. Tüm ailenin terk ettiği köyde geride kalan iki kişi vardır: İvo ve Margus. Estonyalı olan İvo ve Margus’u bu toprakta tutan sebepleri vardır. Savaş henüz köye uğramadan toplayacağı mandalina hasadının ardından Margus da köyü terk edecektir. İvo ise Margus’a mandalinaları için atölyesinde kasa yapmakla meşguldür. Margus ve İvo günlerini mandalina toplamakla geçirirken İvo’nun evine yakın bir noktada çıkan çatışma sonucu yaralanan iki askeri İvo’nun evine alıp tedavi etmesiyle filmde hareketlilik başlar. İvo, yaralılara ev sahipliği yaparken aynı zamanda savaşın düşman taraflarında yer alan iki askerin gergin ortamı arasında kendini bulur. Askerlerden Ahmet, Çeçen asıllı, Müslüman ve paralı askerdir, Niko ise Gürcü bir tiyatro oyuncusudur. Ev sahibi İvo, Ahmet’in Niko’ya karşı öfkeli ve her an atağa geçer tavrından endişelense de sonunda kendi evinde bir cinayet işlemeyeceğine dair Ahmet’ten söz almayı başarır.  Film duygu yoğunluğu açısından yormadan ne fazla mutluluğa ve barışa ne de kedere ve düşmanlığa tek başına bir ortam hazırlar. Duygu akışı düzenli ve akışkan bir şekilde birbirini izler ve aşırılıklardan kaçma çabası kendini hissettirir. Bu, Ahmet’in Niko’yu öldürme isteğindeki sabırsızlığı vakit geçtikçe yerini sakinliğe ve daha uslu bir tavra dönüşmesinde de görülecektir. Ancak sonlara doğru uslanan bu ortamda kırılma yaşanır ve farklı din ve milletlerden olup düşman saflarda savaşan Ahmet ve Niko’nun Abhazları destekleyen Rus birliğine karşı dayanışması görülmeye değerdir.

Film her ne kadar savaşın etki ve dehşetini birkaç çatışma sahnesi ile göstermeye yetecek nitelikte olsa da bir savaş filmi değil anti-militarist olarak anılacak savaş ve insanlık temalı bir filmdir. İvo’nun dilinden anti-milliyetçi bir mesaj verilirken milliyetçilik duygularıyla hak talep edilen toprakların savaşı perde arkasından işlenmeye devam eder. Milliyetçilik, etnik kimlikler ve savaşın tüm fanatik sebeplerinin insanlık karşısında aciz kalabileceğini anlatır İvo. Bir yandan bize verdiği savaşın anlamsızlığına dair mesajı, Wilfred Owen’a ait “Dulce et Decorum Est” şiirinin temasını da hatırlatacaktır. Niaz Diasamidze’nin bestelediği müzik, filmin melankolik atmosferinde ayrılmaz bir yer edinir. Bu yüzden Ahmet’in, tamir ederken Niko’nun elinde gördüğümüz sarı kaseti arabasına takacağı ana kadar, müzik seyirciye eşlik edecektir. Aynı zamanda filmdeki gerginliği dengeleyebilen sarkastik mizah tonları filmin övgüye değer diğer yönleridir.

Yönetmen Urushzade’nin yarattığı karakterler dikkatle incelendiğinde rollerin yeterince uyuştuğu fark edilir. Estonyalı olan İvo’nun, “diğerleri” arasında yaşanan bir savaş için oluşturduğu savaş ve milliyetçilik karşıtı tavrı kolaylıkla anlaşılabilir. Ancak İvo’nun kararlılığı ve sağduyusu, Gürcüler tarafından öldürülen oğlunun mezarının yanına bir Gürcü gömmesi vereceği mesajın samimiyetini de kanıtlamıştır. Margus ’un bu savaşa “Mandalina Savaşı” demesi, savaşa yüklediği tanım ile onda yarattığı etkiyi anlamamıza da yardımcı olur. Filmde “mandalinalar” teması, Gürcistan-Abhazya arasında yaşanan milliyetçilik savaşında barışçıl temasını korumada ısrarlı olsa da sonunda savaşın gücüne yenilecektir. Tıpkı İvo’nun ısrarla “ölüme” kadeh kaldırmayı reddedip “hayata” kaldırmak isteyen Margus’un iyimser ve hayat dolu duruşunun kendi varlığının sona ermesiyle nihayet bulması gibi.  

Çoğu savaş temalı filmde olduğu gibi bu filmde de kadına dair tek detay, İvo’nun torunu olan Mari’ye ait bir fotoğraftır. Hiçbir kadın rolüne yer vermeyen film; savaşın yalnızca erkeklerin konusu olduğu mesajını uyandırarak yalnızca fotoğrafının gösterilmesi ile kadının uzakta ve nostaljik bir hatırasına yer vermekle yetinir.

Diğer bir yandan bölgenin durumu hakkında detaylara pek yer verilmezken bu savaşı hazırlayan milliyetçiliğin gelişiminin arka planına dair birkaç detay fark ettirilir.  Niko’nun ısrarla sözünü ettiği ve önemini hatırlattığı tarih eğitimi, ulusal tarih oluşturma sürecinde (nation-building) önemli etkisini hatırlatırken bu savaşın arka planında da yadsınamaz etkisine dikkat çeker. Sonlara doğru İvo’nun evine gelen milis kuvvetler, Ahmet’in Çeçen olmamasından şüphe eder ve bunun üzerine Çeçence konuşmasını isterler. Ancak Ahmet’in ikna etmeyen çabası yerleşmiş dil-etnisite kavramlarının kilit rolüne de değinerek sonunda bu ilişkiyi trajik bir şekilde sonlandırır.

Filmi her ne kadar anti-militarist, savaş ve milliyetçilik karşıtı mesajlar ile tanımlayabilsek de şiddet eğilimli ve çatışmacı kimliklerin Çeçen/ Müslüman/Kafkas kimliğinde toplanması dikkat çekicidir. Bununla birlikte her iki askerin de kayıp verdiği çatışmada Niko’nun kaybını ön plana çıkarması, Urushzade’nin filmdeki tarafsızlığı fikrine gölge düşürür. Yönetmenin işlediği mesajı da göz önünde bulundurunca yansızlığı fikri seyircide kaçınılmaz bir şekilde paradoksal bir kuşku uyandırır. Gürcü yönetmenin bu tavrı, iyimser bir izleyici kitlesine alt metin olarak sunma tercihi ideal görünebilir. Ancak sonunda, yönetmenin kendi gerçekliğini gizleyemediği de fark edilir. Filmin ilk dakikalarından aklımızda kalan kamyonetin yokuşa itilmesi sahnesinde, sinema perdelerinde olduğu gibi aracın patlamaması üzerine İvo’nun “Sinema büyük bir aldatmacadır” sözünü de haklı çıkarır. Urushzade’nin din, milliyet, etnisite karmaşası içinden çıkarak ideal kavramları yansıtabildiği bu filmde, her ne kadar Avrupa hümanizminin etik savunuculuğunu yaptığı görülse de verilen mesajın sinemanın aldatıcılığına yenik düştüğünü kabul edip İvo’nun sözüne hak vermeden duramayız.

2013, Estonya-Gürcistan, Zaza Urushzade.

Ayşegül Adanır

YORUM EKLE
YORUMLAR
Berna
Berna - 12 ay Önce

Gerçekçi ve çok yönlü bir yazı, elinize sağlık