Aristo, Mimesis teorisiyle bin yıllardır süregelen sanat ve estetik algısını şekillendiren, düşünce tarihinin görüp geçirdiği yegâne isimdir. Aristo Poetika’da sanatın doğayı taklit ettiğini ve sanatçığının doğayı öykündüğünü anlatır. Sanatçı, gördüğü eylemleri taklit eden ve bu taklidi de bir ritim, bir söz ya da bir harmoni ile estetize eden kişidir. Sanatçının taklit ettiği, eylemde bulunan insanlar ise iyi ya da kötü olarak birbirlerinden ayrışırlar. Bunları “kahraman” ve “anti-kahraman” olarak ifade etmek daha yerinde olacaktır. Aristo bütün bunlara tek bir kelime ile “Mimesis” der. Aristo’nun bu söyledikleri Antik Yunan Tiyatrosu’ndan Hollywood’a kadar, resmin, heykelin, mumyalamanın, karikatürün, müzik ve edebiyatın dayandıkları temel yapı taşları haline gelmiştir.
Fantazya ise gerçek ve normal olarak kabul edilen durum ve anlayışların sınırlarını sürekli olarak aşan bir estetik algıdır. Fantazya, bir değişim arzusu ve aklımızda olan ya da şeylerin bize çağrıştırdığı anlamları gerçekleştirme fikri olabilir. Bir manifesto ve haddi aşmaya dönüşebilir. Sembolik anlatımlarla, sanatçının soyutlayıcı yaratıcılığının eserlerini ortaya çıkarabilir. Fantazya, dışavurumcu klasik(resim) ve modern(fotoğraf, sinema) sanatlar ile Avant-garde sanatın vazgeçilmez kaynağıdır.
Gerçekçilik ve biçimcilik; ikisi bir arada
Dünya üzerindeki estetik tartışma ve “kafa patlatmaların” merkezi şunlardır: Mimesis’ten gelen “gerçekçi” estetik algısı ile Fantazya’dan gelen “biçimci” estetik algısı. Tarih boyunca itişip kakışan bu iki estetik teoriyi cem eden kuramcılar/sanatçılar da ortaya çıkmışlardır. Mimesis ve Fantazya’nın her ikisinden de beslenme kabiliyetine sahip bir sanat ve estetik anlayışı ise kuşkusuz en iyis
Avatar’a geçmenin vaktidir. Avatar’ı, “Batı aklının Yaratıcı, Kâinat ve İnsan üzerinde kurmaya çalıştığı ve hiç bitmeyen tahakküm arzusunun bir tasviri” olarak okumak yanlış olmamakla beraber, Avatar’ın kuvveden fiile geçemeyen bir yönünü vurgulamak olur. Batı uygarlığının yüzyıllardır kısırlaştırdığı, tecavüz ettiği ve ardından öldürüp yerine kuklalarını bıraktığı onlarca medeniyetten biri Avatar. Gezegenimiz “Pandora” ise demokrasiye muhtaç, insanlığı tehdit eden teröristlerin yaşadığı bir diyardır. Batı uygarlığı, hüküm dairesini genişletebilecek, maddi ve manevi zenginliğini gasp edip endüstrinin çarklarında işleyerek özüne yabancılaştıracağı yeni bir gezegen bulmuştur.
Yönetmen, Na’Vi diye adlandırdığı medeniyetin pratik unsurlarına değindiğinde Avatar’ın tevhidi bir düşünceden değil, Doğu Hikmet geleneklerinden beslendiği görülmektedir. Temel normlarını film boyunca derinlikli bir şekilde işlemiş. Pandora’da hayat Na’Vi’lilerin kâinat ve yaratıcı tabiat ile kurdukları harikulade ilişki üzerine kuruludur. Nefes alıp veren, fotosentez yapan ve bunların dışındaki biçimlerle tabiatta var olan hiçbir canlının haksızlığa uğramadığı ve emperyal düşüncelerle karşılaşmadığı bir dünyadır Pandora. Kuyruklu Avatarlarımız, Yaratıcı’dan bir lütuf ve bir emanet olduğunu bilirler bu gezegenin.
Filmin, tüm bu değer ve katmanları içine dâhil eden ve içinde eriten/öğüten/etkisizleştiren bir endüstrinin ürünü olduğunu sürekli aklımızın merkezinde tutmalıyız. Avatar’ın, post-modern çağın estetize edici, üzeri örtülü kontrol ve tahakküm biçimi olan bilinç endüstrisinin ürettiği bir meta olduğunu sürekli bilmemiz gerekiyor.
Hikâyeye dönecek olursak, film boyunca emperyal eylemler ile vicdanın karşı karşıya kaldığı bir durum üretildiğini görmekteyiz. Popüler sinemanın vazgeçemediği bir içerik olan aşk, filmdeki yerini alır. Yönetmen, etnik farklıların çok çok ötesine geçip, farklı gezegenlerin çocuklarını birbirlerine âşık ederek bizi katarsise ulaştırır ve arındırır(!). Bu “gezegenler arası aşk”ın aynı zamanda günümüzdeki rölâtivist retorikleri destekleyici nitelikte olduğunu da söylemek mümkündür. Sistem’in aktif ve pasif taraflarının örtükleştirildiği, böylece örtük bir tahakkümün ortaya çıktığını bir durumdur bu.
Kahraman ve anti kahraman üzerinden işleyen hikâye, aksiyona dayalı, mantıksal ve linier bir anlatımla ilerlemektedir. Avatar, bu yönleriyle Mimesis ve Klasik Hollywood geleneğine dayanmakta.
Gelenekselleşmiş bir dışavurum mu?
Film diğer taraftan, Kurgu’nun, “gerçek dışı” mekân ve karakterlerin, sembolik anlatımın ve son olarak dışavurumcu sinemayı andıran görsel özelliklerin yoğun bir şekilde kullanılması ile biçimci fantazya geleneğine daha yakın.
Filmin bütün biçimci niteliklerine rağmen, yönetmenin “derinlerde” hayatın kendisini taklit etmesi; Afrika’daki, Irak’taki, Filistin ve Afganistan’daki “gerçek/çi zulmün” bizatihi kendisinden öykünmüş olması nedeniyle, son söz olarak, (bu son sözdeki iddianın aksine bir fantazya vehmederek) “Avatar: Fantazya değil Mimesis” diyorum.
Ramazan Yılmaz Aristo'yu maviye boyadı.
filmin konusunun oldukça kolay anlaşılabilir ve basit olması,filmin değerini ölçecek temel kriter olmasa gerek. iran sinemasına, Mecidi'ye baktığımızda oldukça basit, hiç bir griftliğe mahal vermeyen senaryolarla mükemmel bir film dili kurduğunu görüyoruz yönetmenin. Avatar'ın özelliği ise "Batı"nın yapabileceği en iyi filmlerden oluşudur, çünkü batı'nın müsebbibi olduğu medeniyet krizine tüm vecheleriyle olmasa da el atmıştır..