Giriş

Simyacı, özgün adıyla “O Alquimista” Brezilyalı yazar Paula Coelho’nun 1988 yılında yayımladığı üçüncü romanıdır. Söz yazarı olan Coelho, “Simyacı” romanıyla tanınır bir yazar hâline gelmiştir. Coelho, Gabriel Garcia Marquez’den sonra en çok okunan Latin Amerikalı yazardır. Kitap, kırk iki ülkede yirmi altı dile çevrilmiş ve birçok ülkede çok satanlar listesinde yer almıştır. Romanın yediden yetmişe bu kadar sevilmesinin nedeni hikâyenin arka planında anlatılanlardır. “Simyacı”, felsefeden, tasavvuftan, hayat amacından, evrenin dilinden bahseden bir kişisel gelişim rehberidir.

Romanın başladığı mekân, kitabın genel anlamda etkilendiği coğrafyanın yansımasıdır. Satır aralarında batıdan doğuya uzanan bir felsefe ihtiva eden eserde, genç çobanın hazineye gidebilmesi için kendini bulması, etrafındaki “İşaretleri” yorumlaması, hayata başka bir gözle bakması gerekmektedir. Eser, felsefî dilinin yanında psikolojik açıdan da çarpıcıdır. Kişisel Menkıbe üzerinden psikolojik teorilerle ilişkilendirebileceğimiz olaylar kitaba farklı bir bakış açısı getirmektedir.

Çoban

Santiago ve koyunları terk edilmiş kilisenin önüne geldiğinde güneş batmak üzereydi. Geceyi burada geçirmenin iyi bir fikir olduğuna karar verip sürüsüyle birlikte kilisenin yıkık kapısından içeri girdi. Koyunların kaçmasını engelleyecek şekilde kapıyı kapattıktan sonra yere uzandı ve okuyup bitirdiği kitabını başının altına yastık olarak koydu. Kısa bir süre sonra da uykuya daldı. Uyandığında gün daha ağarmamıştı. Yarısı yıkılmış çatıdan gökyüzüne bakıp: “Biraz daha uyusaydım keşke.” diye düşündü. Daha önce gördüğü rüyayı yine görmüş ve yine sonunu getiremeden uyanmıştı. Elindeki değnekle koyunlarını uyandırdı. Hayvanların çoğu zaten uyanmıştı. Belki koyunlar onun uyanma saatine alışmıştı, belki de o koyunların. Hangisi olursa olsun koyunlarla arasında bir iletişim olduğuna inanıyordu. Onlarla sohbet etmeyi, gördüklerini, bildiklerini onlara anlatmayı seviyordu. Bu aralar onlara hep tüccarın kızından bahsediyordu. Önceki yıl geldiğinde yün satmak için gitmişti tüccarın mağazasına. Dükkân kalabalık olduğundan “İkindiye kadar bekle.” demişti tüccar. Çoban da mağazanın önündeki kaldırıma oturdu ve heybesinden bir kitap çıkardı. “Demek çobanlar da kitap okur.” dedi bir kadın sesi. “Koyunlar kitaplardan da öğreticidir.” dedi çoban. Uzun uzadıya sohbet ettiler. Sonra tüccar geldi, çoban yününü sattı ve oradan ayrıldı. Şimdi yine o kasabaya gidiyordu. Mutluydu ama yüreğinde bir korku vardı: Kız belki de unutmuştu onu. Unutmamış olmasını diledi çünkü çobanların da denizciler ve gezgin satıcılar gibi kendilerini yeryüzünde başıboş dolaşmaktan vazgeçirtecek birine ihtiyaçları vardı. Günün ilk ışıklarıyla birlikte yola çıktı çoban. Sürüsünü gündoğusu yönüne sürerken: “Şu koyunlar, kendi kararlarını vermezler. Nereye çekersem oraya gelirler. Günün birinde hepsini tek tek öldürecek olsam işin farkına anca varırlar. Çünkü artık kendi içgüdülerine değil bana inanıyorlar. Onlara yiyeceği ve suyu ben buluyorum.” diye düşündü. Neden sonra bu düşüncelerini garipsedi. Belki geceyi geçirdiği kilise cinli periliydi. Belki de aynı düşü bu nedenle yeniden görmüş ve koyunlarına karşı öfkelenmişti. Akşam yemeğinden kalma şarabı içti. Aklına tüccarın kızı geldi. Kız onu kitap okurken görünce “Madem okuma yazma biliyorsun neden çobanlık yapıyorsun?” diye sormuştu da kendini anlatmaya fırsat bulamamıştı. Ana babası din adamı olmasını istiyordu çünkü yalnızca su ve yiyecek için çalışan -tıpkı koyunlar gibi- bir köylü, ailesi için gurur kaynağıydı. Ne var ki delikanlı dünyayı görmek istiyordu. Bir gün babasına bu arzusundan bahsetmişti. Babası da: “Oğlum gezmek için cebinin para dolu olması lazım. Bizim burada sadece çobanlar başka yerleri görebilirler.” demişti. Bunun üzerine delikanlı: “O zaman ben de çoban olurum.” dedi. Ertesi sabah, babası onu yolcu ederken: “Al oğlum bu parayı ve kendine bir sürü al. Ve en iyisinin bu topraklar olduğunu öğreninceye kadar dünyayı dolaş.” dedi. Babasının bu sözlerini hatırlayınca mutlu hissetti. Gökyüzüne baktı, işler hesap ettiği gibi giderse öğleye önce Tarifa’da olacaktı. Sonra Tarifa’da düş yorumcusu bir kadının yaşadığını anımsadı, kadına rüyasını anlatıp rüyasının ne anlama geldiğini öğrenebilirdi.

Düş Peşinde

Yaşlı kadın, delikanlının ellerini iki eli arasına aldı ve dua etmeye başladı. Gözlerini delikanlıdan ayırmadan: “Hım… İlginç!” dedi ve sustu. Delikanlı sinirlendi. Titreyen ellerini hızla çekti kadının ellerinden ve: “Ben fal baktırmaya gelmedim. Bir düş hakkında bilgi almak için geldim.” dedi. “Düşler, Tanrı’nın dilindedir. Tanrı, dünyanın dilini konuşmuşsa rüyanı anlarım ama senin ruhunun dilini konuşmuşsa bunu yalnız sen anlayabilirsin.” dedi yaşlı kadın. “Bu düşü iki kez gördüm. Düşümde, koyunlarımla bir otlaktayken bir çocuk gelip koyunlarla oynamaya başlıyor. Sonra da elimden tutup beni Mısır piramitlerine götürüyor. Burada gizli bir hazine bulacaksın, diyor. Tam hazinenin yerini gösterecekken de uyanıyorum. Nasıl yorumluyorsunuz bu düşü?” “Bu rüyanı yorumlarsam hazinenin onda birini isterim.” Delikanlı kabul edince: “Rüyanın yorumu hayli zor. Mısır piramitleri nedir bilmem ama oraya gitmelisin. Orada bir hazine bulacaksın.” dedi yaşlı kadın. Delikanlı sinirlendi: “Bunu ben de anlayabilirdim.” “En basit şeyler, en olağanüstü şeylerdir.” diye cevap verdi kadın. Delikanlı, “İyi de Mısır piramitlerine nasıl gideceğim?” diye sordu. “Ben sadece düşleri yorumlarım, onları gerçeğe dönüştürecek gücüm yok. Tüm söyleyeceğim bu.” dedi kadın. Çoban, hayal kırıklığına uğramıştı. Üstelik bu düş işine dalmış diğer işlerini de unutmuştu. Koyunlarını, yeni tanıştığı bir arkadaşının ağılına bırakmıştı. Hava çok sıcaktı bu yüzden koyunları güneş alçaldıktan sonra almanın daha iyi olacağına karar verdi ve bir yere oturup kitap okumaya başladı. Biraz sonra yanına yaşlı bir adam gelip oturdu. Yaşlı adam, çobana ne okuduğunu sordu. Delikanlı cevap vermeyince: “Bu da diğer kitaplar gibi aynı şeylerden bahseden ve sonunda da dünyanın en büyük yalanına inandığını söyleyen bir kitap işte!” dedi yaşlı adam. “Neymiş o yalan?” diye sordu çoban. “Hayatımızın bir anında, yaşamımızın denetimini kaçırırız. İşte burada denetim yazgının eline geçer ve bu dünyanın en büyük yalanıdır!” Delikanlı gülümseyerek: “Benim için bu böyle olmadı. Babam rahip olmamı istiyordu ama ben çoban oldum.” dedi sonra “Nerelisin?” diye sordu. “Ben Şalem kralı Melkisedek.” Delikanlı, “İnsanlar bazen öyle garip şeyler söylüyorlar ki ne diyeceğimi bilemiyorum. Koyunlarla konuşmak çok daha iyi.” diye düşündü. Yaşlı adam konuşmasına devam etti: “Eğer on koyundan birini bana verirsen sana hazineye nasıl ulaşabileceğini söylerim.” Delikanlı bütün bunların yaşlı kadının başının altından çıktığını düşündü. Niyetleri kendisinden para sızdırmaktı. Yaşlı adam, bir dal parçasıyla yere bir şeyler yazmaya başladığı sırada göğsündeki örtüsü açıldı. Ve delikanlının gözlerini kamaştıran bir şey parladı. Yaşlı adam, yaşından beklenmeyecek bir çabuklukla göğsünü örttü. Delikanlının göz kamaşması geçince adamın yazdıklarını okumaya başladı. Yerde ailesinin isimleri, hiç kimseye anlatmadığı sırları, hayatı yazıyordu. Adam, kral olduğunu söylemişti. “Madem kralsın neden bir çobanla çene çalıyorsun?” diye sordu delikanlı, alabildiğine şaşırmıştı. “Bunun birçok nedeni var ama en önemli neden, senin Kişisel Menkıbe’ni gerçekleştirecek güce sahip olman.” Delikanlı iyice meraklandı: “O da ne demek?” Yaşlı adam, “Gerçekleşmesini en çok isteğin şeydir. Herkes gençken Kişisel Menkıbe’sini bilir ve onun peşinden gider. Ama zamanla gizemli bir güç, bu işin göründüğü kadar kolay olmadığını kanıtlamaya başlar. Bu güçler, olumsuz gibi görünse de aslında Kişisel Menkıbe’ni gerçekleştirmeyi öğretir. Eğer bütün benliğinle bunu gerçekten istersen o zaman bütün evren sana Kişisel Menkıbe’ni gerçekleştirmen için yardım eder.” Bir süre sustular. Sonra çoban, “Bunları neden anlatıyorsun bana?” diye sordu. “Çünkü sen Kişisel Menkıbe’nden vazgeçmek üzeresin. İnsanlara bazen bir fikir bazen de bir kolaylık olarak görünüp onları uyarmaya çalışırım. Bir hafta önce bir madenciye taş şeklinde göründüm. Madenci zümrüt aramak için yola çıkmış ve bu uğurda yüzlerce taş kırmıştı. Zümrüde ulaşması için bir tek taş kalmışken pes etti. İşte o sırada bir taşa dönüşerek madencinin ayaklarına yuvarlandım. Madenci, ümitsizlik içinde taşa bir tekme attı. Başka bir taşa çarpan taş parçalandı ve zümrüt ortaya çıktı. Anlayacağın insanlar yaşama nedenlerini çabuk buluyorlar ama yine aynı nedenlerle pes ediyorlar. Hazineleri toprağın altından çıkaran da toprağa gömen de sellerdir.” Hazine lafını duyan delikanlı, “Koyunlar yerine sana hazineden pay versem olmaz mı?” diye sordu. “Olmaz. Yarın ben sana gizli hazineyi nasıl bulacağını söyleyeceğim. Sen de sürünün onda birini bana vereceksin.” dedi ve gözden kayboldu yaşlı adam. Ne kadın ne de yaşlı adam, onun bir çoban oluşunu umursuyorlardı. Koyunlarına ne kadar bağlı olabileceğini düşünmüyorlardı. Gitmeye karar verecek olursa koyunları çok üzülürdü. Sahip olduğu şeyle sahip olmak istediği şey arasında kalmıştı delikanlı. Sonra: “Ben de annemi ve babamı terk ettim. Onlar da ben de bu duruma alıştık. Koyunlar da alışır.” diye düşündü. Ertesi gün yanında altı koyunla yaşlı adamın yanına gitti. “Şansım yaver gitti de arkadaşım koyunları satın aldı.” dedi çoban. Yaşlı adam, “Biz buna Lütuf Kuralı deriz. Bir nevi acemi talihi. Bu talih kıvılcımları Kişisel Menkıbe’ni gerçekleştirmene yardım ediyor.” dedi. “Peki, hazine nerde?” Yaşlı adam, “Mısır piramitlerinin yanında.” diye yanıt verince delikanlı irkildi. “O yaşlı kadın da aynı şeyi söylemişti.” diye düşündü. “Hazineye giden yolda Tanrı’nın senin için bıraktığı işaretlere dikkat etmen gerekiyor. Yapman gereken tek şey onları okumak.” dedi ve harmanisini açtı yaşlı adam. Delikanlının daha önce gözünü kamaştıran ışık yine belirdi. İhtiyar, değerli taşlarla süslü bir göğüslük taşıyordu. Oradan iki taş çıkartıp delikanlıya uzattı: “Bu taşların adı Urim ve Tummim. Siyah olan evet, beyaz olan hayır demektir. İşaretleri yorumlamada sana yardım ederler. Ama mümkün olduğu kadar kullanmamaya çalış, kendi kararlarını kendin al.” dedi. Delikanlı, taşları alıp heybesine koyarken yaşlı adam, “Sana küçük bir öykü anlatmak istiyorum.” dedi. Bir gün bir tüccarın oğlu mutluluğun sırrını öğrenmek için bir bilgeye gitmiş. Uzun bir yolculuğun ardından bilgenin huzuruna gelip: “Mutluluğun sırrı nedir?” diye sormuş. Bilge ise gencin eline içinde iki damla yağ olan bir kaşık vermiş: “Sarayımı bir güzel gezeceksin ancak bu yağı dökmeyeceksin.” demiş. Delikanlı sarayı gezmiş ama gözü devamlı kaşıktaymış. Döndüğünde bilge ne gördüğü sormuş. “Kaşıktaki yağa bakmaktan hiçbir şey göremedim.” demiş delikanlı. Bilge, “Öyleyse git ve daha dikkatli bak.” demiş. Genç, etrafına bakarak rahatça dolaşmış ve sonunda yine bilgenin yanına gelip gördüğü güzellikleri anlatmış. “Peki, ya sana emanet ettiğim iki damla yap nerede?” diye sormuş bilge.  Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş. Bilge gülümseyerek demiş ki: “Mutluluğun sırrı, dünyanın bütün harikalarını görmektir ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan.” Çoban, bu hikâyeden çıkarması gereken dersi anlamıştı. O da dünyayı gezecekti ama koyunlarını unutmadan. Yaşlı adam, ellerini delikanlının başının üzerine gezdirip birtakım işaretler yaptıktan sonra koyunları da alıp gitti.

Yolculuk

“Ne tuhaf bir yer şu Afrika!” diye düşündü. Kentin dar sokaklarında dolaşırken gördüğü kahvelerden birine oturmuştu. İnsanlar de pipolar içiyorlardı. Etrafta el ele tutuşan erkekler, peçeli kadınlar, kulelerin tepesinde şarkı söyleyen din adamları, alınlarını yere vuran insanlar görmüştü. Kendini burada yalnız ve tedirgin hissediyordu. Olumlu şeyler düşünmeye çalıştı. Koyunların satışından yüklü bir para elde etmişti. Kısa bir süre sonra da hazinesine ulaşacaktı. “Tanrı koyunlara göz kulak olduğu gibi insana da olacaktır.” diye düşündü. Arkasından İspanyolca, “Sen de kimsin?” diye sorulduğunu duydu. Kafasını çevirdiğinde Avrupalı gibi giyinmiş bir Arap genci gördü. Birdenbire kendini güçlü hissetti: “İspanyolca konuşmayı nereden öğrendiniz?” diye sordu. “Burada herkes İspanyolca konuşur. İspanya’dan iki saat uzaktayız.” dedi genç. Çoban, gence piramitlere gitmesi gerektiğinden söz etti. Ama hazineden bahsetmedi çünkü Arap çocuk da pay isteyebilirdi. “Beni oraya götür müsün? Rehberlik ücretini de öderim.” dedi çoban. Genç, çobana yeterince parası olup olmadığını sorunca çoban cebindeki paraları çıkarıp gösterdi. Genç, çobanın elindekileri paraları alıp kendi cebine koyarken: “Yarın piramitlere ulaşabiliriz ama bunun için iki deve satın almam gerek. O yüzden alıyorum bu paraları.” dedi. Birlikte pazarların kurulduğu büyük bir alana geldiler. Çoban, parasını geri almak istiyor sonra bunun kabalık olacağını düşünüp vazgeçiyordu. Birden bu korkunç eşya yığının arasında şimdiye kadar hiç görmediği kadar güzel bir kılıç gördü. Bir süre kılıcı seyrettikten sonra arkadaşına, “Kılıcın fiyatını sorsana.” dedi. Yüreği sıkıştı. Başına geleceği bildiğinden yan tarafa bakmaya korkuyordu. Sonra bütün cesaretini toplayıp kafasını çevirdi. Etrafta karmakarışık eşyalar, tezgâhlar, bağıran adamlar, sokakta el ele tutuşan erkekler, peçeli kadılar vardı. Ama arkadaşı yoktu. Olduğu yerde öylece kalakaldı. Geri geleceğini umarak arkadaşını güneş batana kadar bekledi. Ama kimse gelmedi. Yabancı bir ülkede peş parasız kalmıştı. Artık bir çoban da değildi. Tanrı’nın kendi düşlerine inanan insanlara karşı neden adaletsiz davrandığını düşünüp ağladı. “Koyunlarımla birlikte mutluydum, onlara güveniyordum. Şimdi ise mutsuzum. Artık kimseye güvenmeyeceğim. Ve hazine bulan herkesten nefret edeceğim.” Yaşlı adamın verdiği taşları eline aldı. “Evet” taşını çıkardı ve “Hazineye ulaşabilecek miyim?” diye sordu. Elini heybeye sokup diğer taşı da almak istedi. Ama taşlar, heybedeki delikten yere düştüler. Taşları yerden alıp heybeye koymak için eğildiğinde yaşlı kralın, “Simgeleri izlemeyi öğren.” dediğini anımsadı. “Bu bir işaret olmalı.” diye düşündü delikanlı. Yazgısından kaçmamak için bazı soruların sorulmaması gerektiğini öğrenmişti.

Sonuç

Dünya edebiyatının klasikleri arasında yer alan “Simyacı”, Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun 1988 yılında yayımlanan romanıdır. Doğu ve Batı felsefesinden esintiler taşıyan eser, Mesnevi’deki bir kıssadan hareketle kaleme alınmıştır. Farklı yaş gruplarından, coğrafyalardan ve kültürlerden birçok kişi tarafından sevilen eser birçok ülkenin çok satanlar listesinde yer almıştır.

Endülüs topraklarında başlayan romanda, genç bir çoban olan Santiago rüyasında gördüğü hazineyi bulmak için İspanya’dan Mısır piramitlerine uzanan felsefik ve mistik bir yolculuğa çıkar. Romanın başladığı mekân, kitabın genel anlamda etkilendiği coğrafyanın yansımasıdır. Satır aralarında batıdan doğuya uzanan bir felsefe ihtiva eden eserde, genç çobanın hazineye gidebilmesi için kendini bulması, etrafındaki “İşaretleri” yorumlaması, hayata başka bir gözle bakması gerekmektedir. Yazar Paulo Coelho, “Hiç yenilmemiş insanlar vardır. Onlar hiç savaşmamış olanlardır.” der. Kitapta da yer yer vurgulanan cesaret, genç çobanın yolculuğunun kilit noktalardan biridir. Yalnızca yola çıkmaya cesaret edenler hazineye ulaşabilecektir.

Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını indirebilirsiniz.