İlk kez dışardayım
Chicago’ya gitme kararını verdiğimde biraz tedirgindim doğrusu. Her ne kadar orada yaşayan akrabalarımı ziyaret edecek olsam da, kapitalizmin ve ruhsuzluğun mekan tuttuğu bir yere gidecek olmak canımı sıkıyordu çok. Yine de “misak-ı milli” sınırları dışına çıkıp farklı bir yer görecek olmak heyecanlandırıyordu beni. Sıkıcı sayılamayacak bir uçak yolculuğundan sonra Chicago havaalanına iniş yapmıştık. Şimdi sıra şehri tanımaya gelmişti. Şehirde pek çok ilgimi çeken şeye rast gelmiştim ama ben burada sadece bunlardan birini zikretmek istiyorum.
İki seansta cuma namazı
Bahsedeceğim şey bir mekan: Cuma namazı için gittiğim mescid. Adı Amerikan gevurunun yazışıyla “Masjid ul Huda” olan bu mescid beni şaşırtmıştı. Cuma namazına gideceğim gün şunu öğrenmiştim ki bu ülkede cumalar iki seansta kılınıyordu: 13.30 ve 14.30 seansları. Hutbelerin başlangıç saatleri ise 13.00 ve 14.00. Pek alışık olmadığımız bu tarz bir uygulamanın burada normal karşılanması tuhaftı bana göre. Biz 2. seansa gitmeyi kararlaştırdık ve takriben 14:10 gibi oralardaydık. Yine benim gözüme farklı gözüken şadırvanında abdest aldıktan sonra içeri geçtim ve dinlemeye koyuldum. Fakat bir farklılık vardı.
Hutbeler, aynı bizim hutbeler
Aman Allah’ım! Hutbenin okunuş şekli tıpkı bizdeki ezan öncesi vaaz şeklindeydi ve daha da garibi hutbe İngilizceydi! Süper(!) İngilizcesi olan zatım hemen dinlemeye koyuldu hutbeyi, oysa yazıya dökülse çat pat anlayabileceğim hutbenin tek kelimesini bile anlamıyordum. Hoca çatır çatır –kanaatimce pek de belagatli- bir İngilizce konuşuyordu. Hutbenin sonuna doğru hoca Arapça bir dua etti. Çok şükür ki bu dua kulağa aşinaydı ve anlıyordum ne dediğini. Saat tam 14:30 u gösterdiğinde müezzin efendi kameti getirdi ve tüm Müslümanlar, Hindi, Arabı, Acemi, Türkü, Amerikan asıllısı şimdi aynı safta, aynı imamın arkasında namaza durmuştu. Millet-i İslam’ın bu birliği ve birlikteliği benim rikkatimi arttırmıştı doğrusu.
Mescid değil kompleks!
Namazın bitimiyle birlikte namaz kılınan bölümden çıktım ve etrafı şöyle bir incelemeye koyuldum. Gördüğüm kadarıyla burası sadece bir mescid değildi. Kütüphanesi, okulu, spor salonu, futbol sahası ve çocuklar için oyun alanı gibi pek çok şeyi mündemiç, koskocaman bir kompleksmiş aslında burası. Yani civarda yaşayan dini rabıtaları gevşememiş Müslümanların hayat boyu bağlarını koruyabilecekleri önemli bir merkez burası, bir nevi çok amaçlı cami. Yaşadığımız ülkedeki “alışveriş ve yaşam merkezi” saçmalığının aksine
Chicago’da, kapitalizmin merkezinde yaşayan Müslümanlar, kendilerine ait bir “Dini yaşam merkezi” kurmuştu. Etrafa bakınırken kütüphane gözüme çarptı ve girdim hemen oraya. İçeride adlarını bilmediğim birçok önemli Müslümanın eseri vardı. Benim gözüme çarpanlardan tanıdıklarım da: Bediüzzaman Said Nursi ve Hasan el-Benna idi. Üstad Bediüzzaman’ın burada ismine rastlamak epey gönül ferahlatıcıydı benim için.
Umut tazeledik
Mescid’ül Hüda’dan çıkışta düşünceler deryasında yüzüyordum. Toplamı 1 hafta olan Chicago seferim boyunca hep kapitalist terörün vahşetini hissetmiştim ensemde. Bu post-modern soğukluğun dondurduğu ülkede ruhu ısıtmak ve Allah’a yaklaşmak için inşa edilen bir Mabed nasıl etkilemesindi beni? Biliyorum ki bu güzel yapı da oradaki pek çok Cami’den sadece biri. Ne var ki İslamiyet, Kamçatka’dan taa Güney Afrika’ya kadar olan pek çok muhite -mescid-i nebevi ismiyle maruf- küçük bir mescidden teneşşür etti. Bugün Amerika’da eğer bir şeylerden ümitli olmak isteğindeysek camilerimiz bize bu isteğimize ulaşma yönünde önemli bir ışık tutuyor. Bunu tüm Müslümanlar bilmeli.
Melih Koşucu gitti, gördü, yazdı.