Yunus Emre Altuntaş Kayseri doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Kayseri’de, yüksek öğrenimini ise Bursa’da tamamladı. Bursa’da yaşıyor ve okul idarecisi olarak çalışmalarını sürdürüyor. İlk şiir ve hikâye çalışmalarını lise yıllarında yayımladı. Üniversite eğitimi sırasında pek çok dergide yazı, şiir ve makaleleri yayımlandı. Şehrengiz, Ahenk, Alize, Revizyon ve Atlılar ilk çalışmalarının yayımlandığı dergilerdir. Yeni Dünya dergisi yayın kurulu üyesi olan şair, bir dönem Ahenk dergisi genel yayın yönetmenliğini de yaptı. Halen Karagöz, Aşkar, Mahalle Mektebi, Gençdoku, Şehir ve Kültür, Değirmen ve Yenidünya başta olmak üzere pek çok dergide edebi, fikri ve aktüel çalışmalarını yayımlamaya devam etmekte. Kendisiyle, Ebabil Yayınları'ndan çıkan ilk kitabı Huzursuz Rabıta üzerine konuştuk.
Şiirle tanışmanızın kısa hikâyesini dinleyebilir miyiz sizden?
Şiirle hep tanışıkmışım gibi bir cümle kursam biraz iddialı mı olur bilmiyorum. Fakat doğduğumda babam Yunus Emre’nin Risaletü’n-Nushiyye'sini okuyormuş ve bu ismin hürmetine ismimizi koymuş. Sanırım bir dua niyetine yapmış bu tercihi. Belki de şiirle tanışıklığımı bu hikmete bağlayabilirim. Daha sonrasında özellikle liseli yıllarımda İsmet Özel’in kitaplarıyla büyümemin beni etkilediğini söyleyebilirim. İlk şiir denemelerimi de bu yıllarda yaptığımı hatırlıyorum. Dönüp o yıllara ait günlüklerime veya ajandalarıma baktığımda derdimi şiirle anlatma alışkanlığı edindiğimi görebiliyorum.
Çoğunu hatırlamasam da bu günlükler geçirdiğim ilk gençlik sancılarını açıkça ortaya koyuyor. Bu süreç oldukça çalkantılı yıllara denk geliyordu ve ben İsmet Özel’in diri şiirleriyle kendimi yenilemeye çalışıyordum. İsmet Özel’in şiirleri beni ümitvar kılıyordu, bir şeylere sarılmanın ve dik durmanın önemini salık veriyordu. Adım başı yaptığım alıntılar, yurt yıllarında dolabımın kapağında asılı mısralar hep bu sürecin yansımalarıdır aslında. Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Mehmed Akif’i de bu listeye dahil etmeliyim. Farkında olmadan içinde yetiştiğimiz ortam bizleri belirli konulara duyarlı hale getirdiği içindir ki elimiz kaleme gitti ve şiirle tanıştık diyebilirim.
Şiirlerinizde modern hayat ve modern hayatla birlikte üstümüze çullanan bireyselleşmenin ortadan kaldırdığı değerlere duyulan bir özlem var. Ne dersiniz, modern hayat değerlerimize düşman mı ve bu, şiirin konusu olmalı mı?
Modernleşme ile birlikte artan dünyevileşmedir aslında bizim endişemiz. Modern olanın içinde bir şekilde yaşamaya mecbur edildik ve bizler istemesek de attığımız her adımla modern olan her şeyin bir parçasıyız. Fakat en azından dünyevileşme hastalığına ve özellikle dünyevileşmenin dayattığı bireyselleşmeye bir tepki göstermek gerektiği kanaatindeyim. Çünkü bireyselleşen her şey az çok bencilliği ve oportünizmi de beraberinde getiriyor. Bu durum da ister istemez insan olma şuurumuzu, bu dünyaya niçin geldiğimizin hikmetini gölgeliyor. Bu sebeple şiirlerimi bir iç çekişin mısraları olarak okuyabilirsiniz. Bu durum hem bir özlemi, hem bir silkinişi, hem de bir durum tespitini içeriyor aslında. Kişinin kaybolduğu modern dünyada, çıkışın yalnız ve yalnız kendi içinde olduğunu vurgulamaya gayret ediyorum. Günümüz insanı sorunları hep kendinin dışında arıyor maalesef. Oysa sorun biraz da insanın kendine yolculuk etmeyi akledememesinden kaynaklanıyor. Modern olan değil düşmanımız, modern olanı bencilce tüketerek haz dünyasına esir eden kendi benliğimizdir. Düşmanı içimizde aradığımızda ve onu bulduğumuzda hakikatin sırrına da ereceğimiz kanaatindeyim.
Şiirinizin derinliklerinde tasavvufî bir hava kendisini hissettiriyor. Tasavvuf, günümüzün sorunlarına karşı derdimize derman olacak mı sizce?
Tasavvufla veya tasavvufî yaşamla çok küçük yaşta tanışma fırsatım oldu. Yunus Emre üzerine yaptığım araştırmalar da küçük yaşlarda beni bu alana itti ister istemez. Fakat hiçbir zaman gerçek manada bir tasavvuf ehli olamadım. Yani tasavvufî öykülerdeki gibi bir mürşid-mürid ilişkisini hakkıyla yaşayamadım. Bunu kendimdeki eksikliklere bağlıyorum. Özlediğim ve gıpta ettiğim bir yaşam bu. Gariplerin Kitabı’nı okurken de, Bostan-Gülistan’ı okurken de, Mantıku’t Tayr’ı okurken de hep bu dünyanın hikmetlerinden berî kalmanın rahatsızlığını yaşadım.
İsmimin verdiği bir güdüyle her zaman tasavvufi yaşama saygılı ve bağlı olmaya gayret ettim. Bu sebeple olsa gerek bu tercihlerim şiirime de sirayet etmiştir. Bu çok doğal. Çünkü tasavvufî yolculuk aslında insanın kendisine olan, kendi içine olan yolculuğudur. Kendisiyle yüzleşebilen, bu cesareti gösterebilen herkes benim için saygıdeğerdir. Kitabımın ismi de bu anlamda tasavvufî bir ritüele denk geliyor. Rabıta bu yolda eğitimin temel taşlarından birisidir. Lakin benim rabıtamın “huzursuz” oluşu biraz da derdine derman arayan bir modernin dış dünya ile iç dünyasını mezcetme çabası sonucu yansıyanları andırıyor. Ben her şeye rağmen tasavvufî öğretinin insanın dertlerine en özgün yanıtı verecek bir hayat anlayışı olduğunu düşünüyorum. Çünkü günümüzün en büyük sorunu aç gözlülük, kibir, riya veya nefsi isteklerse bunun çaresi de elbet kalbi terbiye etmeyi amaçlayan tasavvufî öğretidedir kanaatindeyim.
Tasavvufa yaslanmak, böyle bir şeyi hazır olarak bulmak, siz dâhil başka şairlerdeki metafizik arayışların önünde bir engel değil midir?
Bu bir engel değil, tam aksine büyük bir nimet aslında. Önümüzde pek çok örnek var ve biz bu örnekler üzerinden dünyamızı kurabiliyoruz. Türkçe’yi günümüze taşıyan en önemli isim Yunus Emre mesela. Hem dilimizi en özgün haliyle kullanmış olması, arı ve duru bir söyleyişle tasavvufî yaşamı şiirlerine konu edinmiş olması bizler için çok güçlü bir mesaj. Sezai Karakoç ve Necip Fazıl’ın bu mesajı net olarak algıladığını görebiliyoruz. Sezai Karakoç’taki metafizik arayışı da yine bu etkiye bağlayabiliriz. Sadece Yunus değil; Şeyh Galip, Mevlana, Hafız, Hacı Bektaş, Niyazı Mısri ve daha nice tasavvuf ehlinin eserlerinde bizler için sunulmuş bambaşka bir dünya var. Bize düşen bu eserlerin açtığı izden giderek günümüzün modern dünyasını şiire dökebilmek.
Bu şiir bir mırıltı veya ne dediği anlaşılmaz bir sürrealist resim olmamalı. Tıpkı onların yaptığı gibi bir şeyleri dert edinerek derman arayan bir üsluba sahip olmalı. Bu anlamda tasavvufî öğretinin bizlere sunduğu metafizik arayış ilkelerini bir imkân ve lütuf olarak değerlendiriyorum. Tabi bunun hakkını ne kadar verebiliyoruz onu zaman gösterecek.
Kitabınız dikkatle okunduğunda özellikle Sezai Karakoç, İsmet Özel ve Osman Özbahçe’ye atıflar olduğunu görüyoruz. Bu üç şairin Türk şiiri içindeki yeri hakkında ne söylersiniz ve elbette neden bu üç şaire atıflarda bulunma gereği duydunuz?
Bu üç isim bilinçli bir tercihin sonucudur. Her biri bir döneme işaret ediyor aslında. Bu isimleri Mehmed Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve İsmet Özel olarak da sıralayabilirdim fakat bizim gibi 2000 sonrası şairlerin etkilendiği asıl havza Sezai Karakoç ve İsmet Özel havzasıdır. Bu isimleri takiben '90 sonrasında şiiri ve şairi kendisine dert edinen Osman Özbahçe’yi de son dönemi temsilen anma gereği hissettim. Çünkü Osman Özbahçe son yirmi yıl içerisinde modern Türk şiirine en büyük katkıyı koyan isimlerin başında geliyor kanaatimce. Özellikle yayınladığı dergiler, bu dergilerde kaleme aldığı poetik değerlendirmeler, yayınladığı eserler, eleştiri alanında ortaya koyduğu titiz işçilik ve tirübünlere oynamayı reddeden duruşuyla Türk şiirine itibar kazandırdığını düşünüyorum. Aynı zamanda yayıncılık alanında da hatırı sayılır eserlere imza atmış olması onun sessiz sedasız ama kararlı şekilde şiirimizi dert edindiğini gösteriyor. Bu sebeple her üç ismi kendi şiir yolculuğumda başucuna koymakta bir beis görmüyorum.
Modern şiirin sahasında olan arkadaşlarımızın da başta Karakoç, Özel ve Zarifoğlu olmak üzere şiiri hayat tarzı olarak benimseyen şairlerimizi ihmal etmemelerini öneriyorum. II. Yeni şairleri, Garip Akımı şairleri, '80 kuşağı şairleri ve sonrasında Osman Özbahçe’nin de aralarında bulunduğu az sayıdaki '90 sonrası şairlerini çok iyi okumak gerekiyor. Osman Özbahçe’yi bu isimler arasında öne çıkaran ise modern Türk şiirinin serüvenini en başından itibaren bir kronolojiye oturtmuş olması, bunu eserler ve örnekler üzerinden yalın bir üslupla eserlerinde dile getirmiş olmasındandır.
Ahmet Serin konuştu