“Bir gün Yahudi Kralı Hirodes, Vaftizci Yahya’yı tutuklatır ve onu zindana attırır. Bu olaydan sonra, onu ziyaret etmek için zindana giden kral ile Vaftizci Yahya arasında şu diyalogların geçtiği rivayet edilir:

Hirodes: Senin bu dünya üzerinde yaşayan en zeki adamlardan biri olduğunu duydum ve sorulan bütün sorulara cevap verebilirmişsin. Bu yüzden sana bir soru sormak istiyorum.

Vaftizci Yahya: Bunu kimden duyduğunu bilemem ama benim kudretim ancak bilgim dâhilindeki soruları cevaplayabilmektir. Bununla birlikte ancak cevaplanmaya değer sorulara cevap veririm.

Hirodes: O zaman sana sorum şudur: Musa ile Firavun’un hikâyesinin bilirsin. Musa kavmini Mısır’dan çıkarabilmek için Tanrı’ya yalvardı ve Tanrı da onların geçebilmesi için Musa’ya asasını Kızıldeniz’e vurarak denizi yarmasını emretti. Merak ettiğim nokta Tanrı neden denizi yarmak yerine onları suyun üzerinde yürüterek karşıya geçirmedi? Neden böyle bir mucize kullandırdı?

Vaftizci Yahya hafifçe gülümsedi ve sözlerine şöyle devam etti: Bu ancak senin gibi kör gözlere ve karşı konulmaz bir kibre sahip birinin sorabileceği türden bir soru. Lakin buna rağmen senin sorunu yanıtlayacağım. Evet dediğin gibi bu hikâyeyi gayet iyi biliyorum. Tanrı burada Musa’ya ve kavmine suyun üzerinde yürümeyi emretseydi Firavun onların arkasından ordusuyla birlikte onları takip etmezdi. Çünkü Firavun da bilir ki herkes suyun üzerinde yürüyemez, bu bir mucizedir. Lakin deniz yarıldığı zaman geriye çıplak toprak kalır ve herkes topraktan yürüyebilir, çünkü toprakta yürümek mucize değildir. İşte senin gibilerin anlayamayacağı hikmet burada kendini gösterir. Firavun, Musa’nın ve kavminin toprağın üzerinde yürüdüğünü görünce kibrine aldandı ve o da suyun karşısına geçebileceğini zannetti ve sonunda gafillerden oldu.”

Bu hikayeyi ilk kez “Türkiye’nin Ruhu: Cemil Meriç” (2008) belgeselinde duymuştum. Bu hikayeyi pek çok kez –detayları ile birlikte- hatırlayabildiğime göre, hikayenin içeriğinin ve manasının zihin dünyamdaki pek çok şey ile bağlantılı olduğunu sanıyorum. Fakat muhtemelen benim için bu hikayenin en önemli işlevi “görünenin ötesine bakmak” ve “hikmet” kavramlarının daha kolay anlaşılabilmesini sağlamaktır. Bu hikayeyi sihirbazlıkla birlikte okumak bence bu amaçlara daha fazla katkı sağlar nitelikte. Sihirbazlık muhtemelen insanlık tarihinin her döneminde ilgi çeken bir sanat olmuştur; belki de zanaat… Son 100 yıllık Batı sosyal bilim tarihinde “illüzyon” kavramının ne kadar önemli bir kavram olduğunu da söylemeye gerek yok. Sihirbazlığın kendisinin ilgi çekiciliği zaten kendi başına pek çok filme ilham kaynağı olmuştur. Konunun sinematografik işlenişindeki incelikleri ve kalitesi bir yana, sihirbazlık konusunu merkeze alan filmler konunun işlenişi sırasında önemli alt metinlerle ve farklı felsefi yaklaşımlarla zenginleştirilmiştir. Yukarıdaki hikaye ve amaçlarla bağlantılı olarak bu yazıda 2000’li yıllarda yapılmış olan şu üç sinema filmini kısaca incelemeyi düşünüyorum: “Now You See Me” (Sihirbazla Çetesi), Prestij, İlizyonist.

“Aslında siz gerçeği öğrenmek istemiyorsunuz, kandırılmak istiyorsunuz.”

Bütün bir felsefe geleneğinin amacını tek cümleye indirgemek aşırı genellemeci bir tavır olsa da, Aydınlanma sonrası Batı düşüncesinin temel amaçlarından birinin “hakikatin sınırlarını çizmek ve hakikati kontrol etmek” olduğunu söylemek hata da olmayacaktır. Zira modernleşme sonrasını yaşayan bütün toplumlar ve zihinler, hakikatin sınırlarını ve koordinatlarını belirleme sıkıntısını çekmişlerdi. Bunun sonucunun Antik Grek dünyasındakine benzer bir krize dönüşmemesinin tek yolu da buydu. Bütün bu “çağdaş” çabanın sonunda gelinen noktada doğru bilginin var olup olmaması tartışmasının ötesinde, hakikati yaratmanın onu belirlemeden çok daha işlevsel olduğuna kanaat getirildi. Bu amacı nazar-ı itibara alacak olursak şu cümleyi kurabiliriz: Hakikati saklamak isterseniz bunun aslında iki yöntemi olduğunu bilmeniz gerekir. İlki, hakikati gizlemek; ikincisi ise, hakikati izhar etmek. Bu tasnif açısından Cristopher Nolan’ın “Prestij”i hakikati izleyicisine izhar eder. Nolan, tıpkı yukarıda geçen hikâyedekine benzer bir şekilde izleyicileri toprağın üstünden yürütmeyi tercih ediyor. Bu açıdan yönetmen sihir gösterilerinin yapıldığı anda aslında çok da mükemmel olmayan efektler kullanıyor. Hatta ortada bir efekt yoktur bile diyebiliriz. Sihir numaraları filmde hemen gösterilir ama bu sadece bir süre sonra açıklanacak bir sırrın etkisini büyütür. Filmde geçen pek çok kurgusal öge (klonlanma, ışınlanma vb.) bu sayede seyirci için imkânsız ve inanılmaz olma dahlinden çıkar ve hakikatin kendisi örtülerek aslında daha büyük bir sır yaratılır. Filmde geçen “Aslında siz gerçeği öğrenmek istemiyorsunuz, kandırılmak istiyorsunuz.” repliği de bunu ispatlar nitelikte. Bu açıdan Prestij ve “Now You See Me” filmlerinin aynı ölçekte birbirlerinin tam zıddında kalan kutuplarda oldukları söylenebilir.

Bütün gerçekliği planlar ve stratejiler içerisinde kuran zeki bir karakter

Yukarıda geçen durumun aksine “Now You See Me” filmi ise farklı bir durumun tasviridir. Bu filmde yapılan her şeyin zekice bir tasarım olduğu gösterilmek için bir basitlik yerine bir şaşaa tercih ediliyor. Tasarım buradaki kilit kelimedir; buna belki de ‘temel tasarım’ demek gerekiyor. Usta sihirbaz tanrısal bir veçheden bütün gerçekliği planlar ve stratejiler içerisinde kuran zeki bir karakterdir. Biraz önceki hikayeye atıfta bulunursak, yönetmen seyirciyi suyun üzerinde yürütmeye çalışıyor. Bu sayede izleyenler harikuladenin kendisine, izleyicinin tabiri caizse gözlerine sokularak, inandırılmaya zorlanır. Yapılan her sihir gösterisinin –görsel efektler ne kadar iyi olsa da- başka bir gerçekliğin alanında olduğu çok bellidir. Aslında bütün sahtelikleri ve yanlış yönlendirmeleri fark edebilirsiniz. Ama her şey tek bir sırra bağlanmıştır; yani sırların bir hiyerarşisi yoktur. Bu yüzden sihirler yapılırken bizim gerçekliğimizle filmin gerçekliği arasında bir yabancılaşma var. Fakat yönetmen bu dezavatajla birlikte başka türden bir “hile” kullanarak, durumu lehine çevirmeye çalışıyor. Olayların hepsini seyircinin fark edemeyeceği bir biçimde baştan birbirine bağladığı ve aslında olan her şeyin bir “temel tasarım” olduğu söyleniyor. Böylece filmin sonunda sihirlerin yahut sıradanlığı yaran sanatın sahtelikleri gözden kaybolur ve ortada sadece şaşkınlık ve beğeni kalır.

Sinematografik gerçekliğini mitik anlatılar üzerine kuruyor

Son olarak “İlizyonist” filmine bakarsak, deyim yerindeyse bu film yukarıda bahsedilen iki zıt kutbun, “Prestij” ve “Sihirbazlar Çetesi”nin, arasında durarak bu iki tercihin uzlaştırılması çabasıdır. “Prestij” ve “Sihirbazlar Çetesi” filmlerini birbirinden ayıran temel nokta büyük ihtimalle imkânsız olana inanmada yönetmenin seyirciyi yönlendirme şekli. “İlizyonist”, sırların filmin sonunda bitmesi açısından “Sihirbazlar Çetesi”ne benzer; ama sırların açıklanışı açısından sırrı insanlara yaklaştırır ve onları toprağın üstünde yürümeye çalıştırır. “İlizyonist” ise sinematografik gerçekliğini mitik anlatılar üzerine kuruyor. Bir yerde ancak uzak diyarlardaki üstadlardan öğrenebilen bir ilim, yani sihir bilgisi, vardır. Hayaletler, ruhlar, efsaneler ve eski hikayelerle birlikte ana karakter olan sihirbaz, kendi başına insanların inanmaktan başka çaresi olmayan bir dünya kurar. Fakat filmin işlenişi sırasında asıl dünya olarak adlandırabileceğimiz başka bir gerçeklik hâlâ mevcuttur. Bu filmde sihir bir araçtır, bu anlamda bir zanaattır. Diğer iki filmde ise sihir bir amaçtır, bu anlamdaysa bir sanattır.

İşin bence ilginç yanı, yazı boyunca ‘sihir’ kelimelerinin yerine hakikat arayışı demek manayı bozmayacaktır. Bunu bu filmleri izleyen kaç kişi kabul eder? Elbette ki bu tartışmalı bir konu. Fakat bunun bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Sekülerleşen ve manevi metafiziğini kaybederek tanrısız bir metafizik anlayışının geliştirildiği Batı düşüncesi ve etiğinin entelektüellerini getirdiği nokta budur: Hakikat ilimle aranmaz, çünkü aranamaz; aransa bile bulunması mümkün değildir. Manipülasyon ve sınırların kendi başına çizilerek üzerinde anlaşılması tek mümkün yoldur, bu da genel olarak anlaşıldığı haliyle sihirden başka bir şey değildir.

Mustafa Runyun yazdı