Seyircisiz acılar kumpanyası

“Seyircisiz” ifadesi ilk başta bir ıssızlığı işaret eder gibi insana soğuk gelen bir çağrışımla çıkıyor karşımıza. Bomboş bir salon ya da meydan… Her şey olup bitiyor ve şahitlik edecek kimse yok gibi. Çünkü her şey seyircisiz.

Belki de kitabın kapağındaki boş koltuklar bu çağrışımı yapıyor bize. Boş bir sinema salonu ve seyircisiz dönen bir film. Tam da hayatımız gibi.

Safiye Gölbaşı’nın Hece Yayınları’ndan çıkan Seyircisiz isimli ikinci öykü kitabını elime aldığımda bende oluşan çağrışım aşağı yukarı böyleydi. Bir sessizlik beni karşılayacak diyerek çevirdim sayfaları. Öykülerine aşina olduğum bir isim olsa da Gölbaşı, insan merak ediyor seyircisiz olup bitenleri.

Acıları Görememek

Yalnız yaşıyoruz ve bu çok acı geliyor insana. Bu cümleyi tekrarlayarak okudum kitabı. Seyircisi ben oldum Fatma Kaya’nın, Gülahter’in, Bergüzar’ın… Sizi bir yerinden tutup içine çekiyor öyküler. Öylesine sahih, öylesine hayatın bir parçası. Öykünün hayatla olan irtibatı önemli. Bunu sağlayarak diri tutuluyor cümleler. Gölbaşı’nın öykülerinde bunu hissediyorsunuz. Mutsuz biten sonlar, ölümler, ayrılıklar hayatın bir parçası. Bunları gerçek hayattan bir kesit olarak veriyor bize yazar. Öyküleri okurken hayatın nefesini hissediyorsunuz.

Kitaba ismini veren Seyircisiz, sadece Fatma Kaya’nın hayatını sunmuyor bize. Kitabın tümüne sinmiş bir yalnızlık var adeta. Evin sekizinci kızı olarak dünyaya gelen ve bir “ur” olarak nitelendirilen Fatma Kaya’nın yaşamındaki kopmalara şahit oluyoruz. Bir ölüm çalıyor kapıyı ve her şey çok yalnızlaşıyor kalabalıklar arasında. Görünmemek, kaybolmak istemek de acıları yok etmeye yetmiyor. Bunu akıcı üslubu ve kuşatan anlatımı ile çok iyi başarıyor Gölbaşı. Bir odanın içinde, bir çerçevenin kenarında, görünmez gözlerin izinde insan yaşıyor gibi hissediyor adeta.

Nakaratın Şarkısı

Kitapta benim öyküm dediğim elbette öyküler var ama bunların birinci sırasına Nakaratın Şarkısı’nı alıyorum. Elbette bunun birkaç sebebi var. Birinci sebep; içinde Müslüm Baba’nın sesinin olması. Bu benim değişmezimdir. Öykünün satırları arasında ilerlerken; birçok şiir, ezgi, şarkı yoklarken kalbimi birden karşıma çıktı Nilüfer.

“Zamanın eli değdi bize
Çoktan değişti her şey
Aynı değiliz ikimiz de
Zaaflarına bir gece
Hatalarına bir nilüfer
Sevgisizliğine bir kalp verdim
Artık geri ver
Geri veremezsin aldıklarını
Artık geri ver
Geri verilmez hiçbir yanılgı”

Şiirlerin, şarkıların bulunduğu her yere bir anlam kattığına inanırım. Bir öykünün satırları arasına giriveren şiir bir anda öyküyü kanatlandırır. Çünkü şiir hayatın bir rengidir. Kendimden biliyorum.

Safiye Gölbaşı’nın anlatımındaki şiirsellik birçok öyküde çıkıyor karşımıza. Devrik ve kısa cümleler, anlatımdaki söyleyiş rahatlığı ve akıcılık şiirin ruhuna dokunuyor sürekli.

Nakaratın Şarkısı, ironik bir öykü ama Gölbaşı, bu ironiyi çocuk sesleri ve geçmiş zaman fotoğrafları arasında sunuyor bize. Ferdi Tayfur’la başlayan yolculuk; M. Akif İnan, Nilüfer, Uğur Murathan, Azer Bülbül, Sezen Aksu, Eşref Ziya Terzi ve Müslüm Gürses ile son buluyor. Daha ne olsun. Tam benim müzik listem gibi bir nakarat.

İpin Hâlleri

Gözlem gücünün ve anlam yüklemenin ustalıkla iç içe olduğu öyküler var Seyircisiz’de. İp öyküsü tam da bunlardan. Bir ip var elimizde. Hâlden hâle giren. Hayatlara dokunan. Kurgusu güçlü bir öykü bu. Cambaz, kaçkın ve hamal var bu kez karşımızda. Üçünün ortak noktası; ip.

“Elindeki topu sıktı. Sırtını dikleştirdi. Nefesini tuttu. İpe doğru ilk adımını attı.” (İp cambazı)

“Elindeki kehribar tespihi sıktı. Üst dudağını bıyıklarına kadar ısırdı.” (İp kaçkını)

“Elindeki halatları sıktı. Sırtındaki buzdolabını dengelemeye çalıştı.” (İp hamalı)

Ve Bir Kokuyla Gelen…

Keskin bir koku gibi genzi yakan his…. Bunu hissettiriyor Gölbaşı. Hayatı her şeyiyle verirken bir koku gelip yapışıyor yakamıza. Fatma Kaya’nın odada duyduğu anne ve baba kokusunu hissedebiliyoruz. Bir anda kendi anne-baba kokumuz gelip yerleşiyor içimize.

Bir de “Sensiz Bir Koku” var her şeyi yarım bırakan. Bu öykü savaşın tam ortasından konuşuyor; İdlip’ten. Ayrılık, hüzün, yaşamak denen kaygı, büyük şehrin insanı yutan kokusu ve sensizlik. Savaş her şeyi alt üst ediyor, en çok da insanları.

“Sana hep bu memleketin kokusundan bahsediyorum ya artık onu tarif edemeyeceğimi anladım. Çünkü doğup büyüdüğümüz, evlenip oğlumuzu büyüttüğümüz İdlip’te alışkın olduğumuz bir koku vardı; senin kokun vardı. Hatıralarımız vardı, mezarda bile olsan sen vardın. Burada işte o yok. Sen yoksun, hiç hatıramız yok. Sensiz bir koku buradaki, bu sana nasıl tarif edilir ki?”

Satırlarıma Burada Son Verirken

Bir serencamı dile getirerek sona eriyor kitap. Safiye Gölbaşı; bir mektup içtenliğinde yayınevine, komşusuna, ailesine, çocukluğuna… sesleniyor. Aslında bir öykü dosyasının yolculuğuna da şahitlik ediyoruz.

Severek okuduğum bir kitaptı, Seyircisiz. Öyküye emek veren, bir öykü işçiliği hassasiyeti ile cümleler kuran Safiye Gölbaşı’nın öykülerini okumak oldukça kıymetliydi. Günümüz öyküsü adını umudumuz hep diri ve öyle de olmaya devam edecek.

YORUM EKLE
banner46