Üsküdar’da H Yayınları’nda, ince belli bardaklarda Medine gülü ve melisa çayları ikram edilirken bir yandan da Mustafa Özdamar’ı dinliyoruz: “İki derviş oturuyormuş…”
Bir iki iskemle çekiliyor, heyecanlı genç kitle yerlerini alıyor, bir kısmı geç kalıp uzaktan nasipleniyor, bir kısımsa hocanın civarına halelenmiş. Dükkânlar, pazar gününden dolayı ıssız; sadece yayınevinden ışık yayılıyor ve raflardaki kitapların tarassutuyla kâselerde fındıklar, bardaklarda çaylar ve gönüllerde merakla hoş bir birliktelik; evet, ışık yayılıyor: “İki derviş oturuyormuş. Oturmuşlar, oturmuşlar. Millet, bunlar ne zaman konuşacak diye beklerken biri kalkıp diğerine, ‘yahu’ demiş, ‘Ne hoş muhabbetiniz var.’ Bazen tasavvuf ehli, muhabbetini böyle de yapabilir, bazen sükûtîdirler.”
Meğer Azerî Türkçesi’nde ‘düşmek’ fiili ‘inmek’ manasına gelirmiş
“Oldum olası” diyor Özdamar, “Fatiha suresindeki ‘Mâliki yevmi’d-din’ ifadesine aklım takılır.” Ona bak, buna bak; bir türlü o ayete sathî mana verildiğinin ötesini görememiş. ‘Din gününün sahibi’, ‘hesap gününün sahibi’ şeklindeki meallerde kapalı bir taraf buluyormuş hep. Keza, Kazım Paşa’nın Hz. Hüseyin için yazdığı mersiyesinde bulunan “Düştü Kerbela’da atından Hüseyin” mısrasında da içinde bir rahatsızlık hissedermiş. “Hz. Hüseyin düşmüş olsa bile ona ‘düştü’ dememek lazım” gibi bir tepki kabarırmış içinde.
Bir gün Fuzulî’nin Hadikatü’s-Süeda’sını karıştırırken mesele aydınlanmış. Hz. Hüseyin için orada kullanılan ‘atından düştü’ ibaresinden sonra gelen ‘atından indi’ ibaresinden anlamış ki ‘düşmek’, bildiğimiz düşmek değil. Azerî Türkçesi’nde ‘düşmek’ fiili ‘inmek’ manasına gelirmiş. Hatta İstanbul’a gelen Azerî biri, dolmuş şoförüne ‘Ben düşeceğim, dur.’ deyince şoför ‘Düşmezsin düşmezsin…’ deyip devam etmiş. Adam ısrar edince işin hakikati anlaşılmış. Böylece Özdamar anlamış ki, ‘atından düştü’, aslında ‘atından indi’ manasına gelirmiş.
“Men âmene bi’l kader, emine mine’l keder” (Kadere iman eden kederden emin olur.) hadisi üzerine de konuşuyor Mustafa Hoca. Hastaları olup telaşlanan, ağlayan, sızlayan, darlanan dindar insanların oluşunu açıklıyor. Gavs-ı a’zam Abdülkadir Geylanî hazretlerinin, ölen birçok çocuğu için üzülme emaresi göstermemesini halk merak edip sormuş ve ondan “Ben, henüz doğdukları anda onların gideceklerini hesap ediyorum; ölüm ve hayatı birbirinden ayırmıyorum.” cevabını alınca meseleyi çözmüşler. Bu merhaleye gelmek için uğraşmak lazım geldiğini söylüyor. “Hayat ve ölümün, birbirlerini takip ettiğini zevk eden insan için, ikisi arasında bir fark kalmaz.” diyor. “Ama biz bunun zevkine eremiyoruz ki, bizim için tek gerçeklik bu dünyaymış gibi ona sımsıkı tutunuyoruz.”
Yine amentünün “hayrihi ve şerrihi” ibaresini de düşünürmüş
Amentüyü okuyan ve ona iman eden Müslüman’ın, sonra bir sürü darlanmalar, sıkıntılar içine düşmesinin zafiyet oluşunu izah ediyor. Şuurlu ve hakiki manada bir zevk ediş olmadığı için bunların vukua geldiğini anlatıyor. Hadisten devam ediyor: “Sevinmeyi biz kolay anlarız da ‘kederlenmemek’ zordur. Mümkündür ama zordur. Hiç mi üzülmemek kastediliyor acaba? Bunu düşünürken gördüm ki kederlenmek ayrı bir kavram, üzülmek ayrı bir kavram. Kederlenmek; bulanmak, karamsarlığa kapılmak anlamına geliyor. Demek ki kadere iman edenin duyguları kirlenmez, teslimiyet içinde olur, manasına geliyormuş.” Kaderini bilmeyen insanın teslimiyetindeki rahatlığı anlatıyor.
Yine amentünün “hayrihi ve şerrihi” ibaresini de düşünürmüş. Allah’tan hayır gelmesi tamam da şerrin gelişini anlayamamış evvela. Düşünmüş. “Ben düşündüm ama” diyor, “Bizden evvel ehlullah hazeratı bunun üzerine çok düşünmüşler; hatta bazısı bunu “hayrihi ve hayrihi” diye telaffuz etmiş. Gönlü ve dili varmamış, ‘şerrihi’ demeye. Çünkü şer içinde de bir hayır olduğunu düşünüyor.” Bu ‘şerrin içindeki hayrı’ anlamak ve anlatmak için bir örnek veriyor: “Bir araba tamircisi ve bir diş doktorunu düşünelim.” Araba tamircisinin dişinin çürümesi bir şerdir; ama aynı anda onun diş çürümesi, diş hekimi için bir hayır oluyor. Doktorun arabasındaki arızayı (şerri) tamir eden tamirci için de o bozukluk hayır oluyor.
Şeriatı attın mı hakikat de gider
Efendimizin edebi hakkında ona ‘habib-i edib-i hüda’ denmesinden girip Harputlu Kemal Efendi’nin sözlerinden çıkıyoruz. Kemal Efendi, Efendimizin iki yönünün; velayet ve nübüvvet yönünün olduğunu söylermiş. Velayeti nübüvvetine baskındır, fakat bir defa olsun, ömründe velayeti nübüvvetinin önünü kesmemiştir, dermiş. “Nübüvvet bir kurallar bütünüdür.” diyor hoca, “Kural, yani şeriat. Şeriatı attın mı ne tarikat, ne hakikat, ne marifet kalır.” Velayet tarafında ise marifet ve hakikatin olduğunu, nübüvvet tarafında olan sınırların velayet tarafında olmadığını, ama ikisinin birbirinin önünü kesmediğini, dengede götürdüğünü söylüyor. Hud Suresi’ndeki ‘Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.’ ayetinin Efendimizi ‘kocaltmasının’ bundan ileri geldiğini ilave ediyor.
“Tanım, sınırlamaktır.” diyor Mustafa Özdamar, hayata “Allah sonsuzluğu” diyor. Çok konuşup nice meclislerde bulunuyormuş, hepsinde de tavsiye ettiği, bir cümlesinin kayda değer olduğu: “Gerisini atın gitsin.” O cümlesi şu: “Hayat dediğimiz Allah sonsuzluğunda cevapları bulunamamış sorular ormanında kaybolup gitmemenin tek çaresi, Allah’ın sevgilisini izlemektir. O, hayatını nasıl yaşamışsa öyle yaşamaktır.”
Yorum yorar
Sürekli kurcalamanın, sürekli yorumun insanı bunaltan bir tarafı olduğunu ifade ediyor: “Yorumu soktun mu yorulursun!” Hem konuyu hem kendini yormak olarak tarif ediyor yorumu. Allah’ın, sevgilisini gönderdiğini, onunla yemenin içmenin, kalkıp oturmanın mümkün olduğunu söylüyor: “Hüner budur, tasavvufun vermeye çalıştığı şey de budur.”
“Men kâle lâilâheillallah, dehale’l cenneh.”, “Semenü’l cenneh, lâilâheillallah.” (Lâilâheillallah diyen cennete girer, manasında hadisler) gibi hadislere ilişkin bir anekdot da dinliyoruz. Bu konunun tartışmalı olduğunu evvela belirtiyor ve sonra söze giriyor: “Bir gün Efendimiz, hurmalıktayken ‘Lâilâheillallah diyen cennete girer.’ hadisini söylüyor (peygamberimizin, ‘muhammedun resûlullah’ kısmını ilave etmediğini vurguluyor). Sahabe heyecanlanıyor, şevklenmiş. İçlerinden biri oradan çıkmış, giderken yolda Hz. Ömer’le karşılaşmış.” Hz. Ömer’in o sahabeye heyecanının sebebini sorduğunu, onu Efendimize geri götürüp hadisi tasdik ettirdiğini söylüyor. Hz. Ömer ona, ‘Bunu halka duyurma’ demiş, ‘cıvıtırlar.’
Ulemanın edeben bu ikinci kısmı kelime-i tevhide ilave ettiğini buyuruyor Mustafa Hoca. “Elbette onsuz olmaz.” diyor ve bunun yerleşmiş bir edep olduğunu tekrarlıyor. İlk kısmı söylemenin, ‘Habibullahı bir kenara atmak’ olmadığını vurguluyor, asıl hassasiyetin o olduğunu da ekliyor. Hatta Özdamar, “Allah’ın sofrasında olanlardan ziyade, Resûlullah’ın sofrasında olanlar benim ilgi alanıma girer.” sözünü şöyle gerekçelendiriyor: “Çünkü zaten Allah’ın sofrasında olmayan yok ki! Herkes orada; Firavun’u, Nemrut’u bile orada. Biz Habibullah sofrasına talibiz.” “Efendimiz aleyhisselamı yaşamak, onu hayatımıza geçirmek herkes için vazgeçilmezdir” diye söylüyor, “hatta imanı olmayanlar için bile.” Çünkü onların da, bütün insanlık ailesinin içinden -yani O’nun ümmetinden- olduğunu ifade ediyor: “Davete icabet eden vardır, etmeyen vardır; hepsi ümmettendir.”
Tercümelerde dikkatsizlikler
Mustafa Özdamar, bundan sonra sözü Necmettin Şahinler’e devretti ve masanın ötesindeki takımı önüne çekip bir şeyleri kurcalamaya başladı. Diğer yandan Necmettin Hoca konuşuyor, Mustafa Hoca ise önünde bir şeylerle ilgileniyordu. Biraz sonra gemici piposuna benzer münhani bir pipoyu parçalarına ayırıp itinayla temizlemeye başladı. Tütününü yerleştirdi, seyreltti ve ateşledi. Muhitteki melisa ve kitap kokusunu dağıtan bir tütün havası vardı artık.
-Allah rahmet etsin- Ahmet Bey (herhâlde Ahmet Yüksel Özemre), kendisine bir Kur’an meali getirildiği zaman bazı ayetlere hususî olarak bakar, onlara verilen manaları görüp meal hakkında hüküm verirmiş. Hicr Suresi’nin 99. ayeti de bunlardanmış: “Size yakîn gelinceye kadar Rabb’inize ibadet edin.” Buradaki ‘yakîn’i ‘ölüm’ olarak tercüme eden mealleri almazmış. Sebebi şu: Allah -hâşâ- ‘mevt’ demeyi bilmiyor muydu ki yakîn’i mevt manasına alıyormuşlar? Buradaki yakîn’i mevt olarak telakki etmenin ayeti anlamayı mümkünleştirmeyeceğini düşünüyor Necmettin Bey.
Kelimelerde nüanslar üzerinden gidip Kur’an-ı Kerim’de Havva annemizin isminin geçmediğini gördüğünü ve onun nasıl zikredildiğini merak ettiğini söylüyor. Bakınca görmüş ki, ‘Âdem ve zevci’ şeklinde. “Hâlbuki” diyor, “Firavun’un hanımından bahsederken ‘imreatih’ kelimesi var.” Eş-karı ayrımı: “Ama enteresandır; Hz. Zekeriya’nın hanımından, çocuğu olmadığı zaman ‘imreah’ diye, Yahya aleyhisselamın müjdelendiği ayetten hemen sonra ise ‘zevce’ olarak geçiyor.” O sebepten, bu iki kelime arasında büyük uçurum olduğunu söylüyor Necmettin Bey. Allah’ın, eşleriyle aralarında nikâh, çocuk, sadakat, muhabbet ve iman birliği olmayanları zevce kategorisine sokmadığını beyan ediyor.
Kolaylık dini
Ne tamamen şeriatı savsaklamak, ne de hakikati göz ardı etmek; orta yol bir üslubun tutturulmasının gerektiğini düşünüyor Şahinler. Bir formül dahi geliştirmiş bunun ifadesi için: “Şeriat, hakikatin zahiridir; şeriatın batınına hakikat, bu şeriattan bizi hakikate idrak edecek yola tarikat, şeriatla hakikati cem edebilme yeteneğine marifet” diyor.
Sonra sözü fıkıh kavramı etrafına getiriyor. ‘Teşeddüd’ olarak hülasa edebileceğimiz birtakım meselelerden yakınıyor, fıkhın kolaylık olarak telakki edilmesinin gereğinden bahsediyor.
Mustafa Özdamar ve Necmettin Şahinler’le daldan dala konan muhabbet nihayete erdiğinde dışarıda hararetli bir bahar havası hâkimdi. Ara sıra esen rüzgâr yüzünden sıcaklıklarını bir nebze kaybetmiş simitlerden alıp Valide-i Cedid’in avlusuna geçtim. Martılar ve kediler, tuhaf bir seremoniyle muhitteki ahengi tamamlıyorlardı.
Sadullah Yıldız, zevkle dinledi