Baharın gelmesiyle İstanbul sanki apayrı bir yer oluveriyor, acayip.

Kış boyunca soğuk havalarda kimselerin uğramadığı bir İstanbul işimize daha çok geliyor, burası doğru ama yine de baharın güzelliği başka. Hem şunu biliyor muydunuz; baharda da tenha yerleri var İstanbul’un.

Evet. Doğru duydunuz, baharda bile tenha ve sanki hep öyle kalacak yerler. Mesela Cihangir bunlardan biridir.

İstanbul’da her yer birbirine bazı bakımlardan az çok benzer; ama Sokullu Mehmet Paşa Camii-İstiklal Caddesi-Tophane üçgeninin içinde kalan bölgeyi ve dolayısıyla Cihangir’i çok az yere benzetebiliriz. En üstün örneğini Viyana’da gördüğüm rüya gibi minimalizmin biçimlendirdiği bir üst el, Cihangir’de de çarpık kentleşmenin izin verdiği kadarıyla dolaşıvermiş ve semti bir ölçüde Avrupaîleştirerek şehrin diğer muhitlerinden farklılaştırmıştır.

Başka hiçbir yerde olmayan manzaralar… Sözgelimi, geçenlerde Firuz Ağa Camii altlarında bir sokaktan çıkmış, şehrin en güzel yerlerinden birine kurulmuş mabetlerden Cihangir Camii’ne doğru ilerliyorken öyle bir şey gördüm ki Woody Allen’in “Midnight in Paris”ini yaşıyorum sandım: Sadece tarihî filmlerde görebileceğiniz türden vizon bir kürk giymiş, topuklara dek saçaklı eteği olan ve dönem başlıklarından birini de takmış, bizde de 1900’lerin başlarına tarihlenen aristokratik çevreye ait fotoğraflarda görülebilecek kostümlü yaşlı bir kadın, ellerini önüne kavuşturmuş hâlde yokuşu çıkıyordu. Kadın o kadar doğal ve sıradan bir edayla yürüyordu ki hiç kimse böyle bir an karşısında acaba ben mi yanlış yoldayım diye düşünmeden edemez.

Böylesi anlara rastlayabilmeniz Cihangir’i özel yapan yanlardan biridir.

Önce Cihangir’e niye geldiğimizi açıklayalım: Çeşmeler getirdi bizi. Bakalım başka semtlerde de yaptığımız gibi ecdadımızın sokaklara serpiştirdiği tarihî çeşmelerden ne kadarını bulabileceğiz burada. (Diğer yazılar şurada.)

1.
2.
3.
4.

Âşıktı insan yüzü güldürmeye

Fındıklı’dan başlayalım. Yukarı uzanan Mebusan Yokuşu’nda çocuk seslerine yaklaştıkça bir şeye daha yaklaşırız aynı zamanda; Namık Kemal İlköğretim Okulu’nun dış duvarında, Selime Hatun Camii Sokağı’nın girişindeki köşe çeşmesine (1). Kendisi hakkında hiçbir izi faş etmeyen bu ufaklık, yanı başındaki duvarlar boyanırken onlarla aynı kıymet ve pahada olduğu düşünülüp boyanmış, böylece izlerini saklamaya mecbur edilmiş, bu yüzden büründüğü sessizlikle kalakalmıştır.

Bu yolu tırmanmaya devam edersek İstanbul’un sevimli huylarından birine şahit oluruz. Şehrimiz bir bedbahtlığın ardından güzellik getirir onu gezenler için. Böylece sevenlerinin gönlünü yapmadan bırakmaz onları. Yolun üçe bölündüğü küçük meydanda, Ağa Çırağı Sokak istikametinde kalan bu çeşme (2), aynı zamanda yeni bir sürprizdir bizim için: Hayrı ve hasenatı tükenmeyen Hacı Beşir Ağa, evet, şehrin bu yakasına da uzanmış ve buraya böyle kocaman bir sevap kapısını bırakıp mezara öyle girmiştir.

Hacı Beşir Ağa, İstanbul’da kendisinden sonra işleyecek devasa bir sevap fabrikası bırakacak denli âşıktı insan yüzü güldürmeye. Yalnızca günümüze ulaşan dokuz çeşmesi var bu mübarek adamın, ulaşamayan da birkaç tane olduğu söylenir. “Gel iç bu çeşme-i ranâdan âb-ı zemzemdir” diye biten kitabesinin bir an evvel tamir görmesi, bu arada saçaklardaki çürümenin de tedavi edilmesi lazım. Dehşet verici bir güzelliği olan ve şaşırtıcı derecede az hasarla duran kurna ise çok bakılması durumunda insanı hoş hayallere sürükleyebilir.(3)

Yokuştan sola, Başkurt Sokak’a teveccüh ile Kazancı Ali Ağa Camii önünde göreceğimiz çeşme, nefasetine zarar veren badana izleriyle malül ancak nişindeki süsleri, rozetlerini ve kitabesini koruyabilmiş (4). Yerinde teneke bir kapak duran ayna taşının da bir zamanlar süslü olduğunu söyleyebiliriz tahminle. Kitabesi bir hayli okunaklı yazılmış bu eseri, “mâder-i Sultân Mahmûd duhter-i hayrinnisâ” Hatice Sultan ve Ahmet Paşa birlikte yaptırmış: “Hem ricâl-i devlete bir çeşme ihsân eyleyüp/ Eyledi Ahmed Paşa’yı da bu hayra muzâf/ Öyle Ahmed Paşa kim hânedân-ı devletin/ Bendesidir ol vezir ibni vezir ehl-i masaf.

5.
6.
7.
8.
9.

Çeşme yaşamadıysa bari hatırası yaşamalı

Pürtelaş Sokak’taki Silahdar-ı Şehriyarî Fındıklılı Mehmed Ağa hayratı eser (5), aslında semtteki tarihî mirası dolaşan birinin ikna için nerdeyse hazır olacağı bir durumu tekit ediyor: Fındıklı sakinleri bundan yüzyıllar önce de diğer semtlerin sakinlerinden daha narin ve süs sever kimselermiş. Bu tespiti, bıraktıkları eserlerin yalnızca son döneme ait olmalarıyla değil, bir de onların ‘son dönem’ denen fenomeni oluşturan kimseler olmasına bağlayabiliriz sanıyorum. Mehmed Ağa’nın, ortasında bir ‘mâşâallah’ ve hemen her yerinden kabartmalar fışkıran bu göz alıcı hayrı, bilhassa nişinin bakımsızlığı ve yol seviyesinin altında kalması sebepleriyle tehlikede.

Susam Sokak’taki örnek de yol altında ise de henüz gömülmediği için çok da ciddi bir tehlike yok ancak saçağının bir tamire, vücudunun geri kalanının da incelemeye ihtiyacı olabilir. Garibimin kitabesinin yerinde zaten yeller esiyor.(6)

Tomtom Kaptan istikametinde yürüdüğümüzde ardımızda bıraktığımız şeylerden biri de çıka çıka bitmeyen merdivenlerdir. Bu tarafta artık merdivenden ziyade yokuş var. Bu yokuşlardan uzun ve caddesine de adını vermişinde (Defterdar Yokuşu) iki çeşme buluruz.

Mermeri, özellikle kitabesi ve ayna taşı bakımsız durumda olan ilkinin (7) akıbetini biraz daha aşağıda duran kısmen paylaşmıştır. Ayna taşı yerinden sökülen bu ikincinin (8) kitabesi de yer yer silinmeye yüz tutmuş ve küçük motiflerden ibaret süsleri görünürlüklerini kısmen kaybetmiş. Çeşmenin tamamı üzerinde uygulanacak ve kitabeye de odaklanacak bir parlatma ve temizlik işlemi, yalnızca kitabesiyle bile yeterli albenisi olan bu eseri daha göz önünde kılacaktır –asfaltın yediği testi setine rağmen.

Geriye ne kitabesi ne de sade mermerinden başka tek parçası kalmamış bu Türkgücü Caddesi üzerindeki örnek, ne yazık ki olanca sadeliğine biraz renk katmayı mecbur gördüğümüz çeşmelerimizden olmuş (9). Büyük ihtimalle zaten bir kitabesi vardı ve ayrı düşürüldü ondan. Hiç olmazsa çeşmenin kimin eseri olduğuna ve hikâyesine dair ufak bir künye çok görülmemeli yanı başına. Çeşme yaşamadıysa bari hatırası yaşamalı.

Ziynetleri saya saya bitmeyecekmiş hissi veren pek harika bir şey

10.

Kadiriler Yokuşu’ndan inerken göreceğiniz bir çeşme daha var. Son çeşmemiz olsun bu ama sanıyorum altın vuruş yapacağız böylece. Bu civara herhangi bir işimiz için uğradığımızda sırf görmüş olmak için ziyaret etmemize değecek bir çeşme. Tek başına bir kraliçe, tek başına tüm semte yetecek güzelliği taşıyan bir lezzet abidesi, sanki bir meyve pazarı. Keşke inceliği nispetinde üzerine titreyen bir bakım ve restorasyondan geçirilse.(10)

Topçubaşı İsmail Ağa yaptırmışsa da üzerinde bir sultanın, bir de valide sultanın, hatta kitabesinde Hocazade’nin de alın terini taşıyan bu göz yaşartıcı güzellik, baktıkça tebessüm ettiren ve tebessüm ettirdikçe baktıran, ziynetleri saya saya bitmeyecekmiş hissi veren pek harika bir şey.

Yakında üç yüzüncü yaşını kutlayacak bu sevimli çeşmenin suyu aksaydı şayet, bilmem ki izlemekten  suyunu içmeye sıra gelir miydi: Zira kâseler içinde armutlar, kayısılar, kiviler ve incirler; vazolarda türlü çiçekler ve yapraklar, ayna taşında iki servi ağacı, hatta hızını alamayıp yalağın içine kadar inen süslemeler…

 

Sadullah Yıldız, rahmet dileyerek yazdı