Kamil Yeşil’i Kardelen dergimize gönderdiği ilk hikâyelerinden anımsıyorum. Müştehir Karakaya’ya mektup da yazardı. Sanıyorum şair Mehmet Solak’ı Kamil Yeşil yönlendirmişti Kardelen dergisine. Derken bu günlere gelindi. Daha başlarda iken ismini bildiğim ve artık hikâye kitapları olan velud bir yazarla yazı serüvenini konuşmak elbet mutluluk veriyor bana. Bana göre işin güzel tarafı burasıdır. Sevindirici tarafı burasıdır elbet. Yazma eyleminde daha çok eser vermesini bekliyorum doğrusu. Kalemin, yolun ve bahtın açık olsun Kamil Yeşil… 

Yazmaya nasıl ve nerede başladınız? 

Benim yazı serüvenim çeşitlilik gösterir. Adımı ve metnimi yayımlayan ilk yayın organı Milli Gazete’dir. Yanlış hatırlamıyorsam, 1979 veya 80’de idi. Gazetenin “Sizden Gelenler” veya buna benzer bir sayfası vardı. Gönderilen metinleri fotoğrafla birlikte yayımlıyorlardı. Yazılı basında yayımlanan ilk metnim ve fotoğrafım şu an elimde yok ama dediğim gibi, yayın organı Milli Gazete’dir. Düşünce yazısı olarak ilk makalem 83 yılında lise son sınıfta iken, Konya’da yayımlanan Ribat’ta; ilk hikâyem de 87’de Aylık Dergi’de yayımlandı. 

Görüldüğü  gibi “Nasıl başladın?” sorusunun cevabı birden fazla. Milli Gazete’deki metin bir şiirimsi idi ve bir hevesten ibaretti. Okulda edebiyat dersine benden daha ilgilisi ve bu derste benden daha üstünü olmadığı için, adım zaten “edebiyatçı”ya çıkmıştı. Doğrusu ben de ortaokul ikinci sınıfta iken edebiyat öğretmeni ve yazar olmaya karar vermiştim. Beni bu konuda duygusal olarak Ömer Seyfettin ve Booker Washington’un metinleri motive etmiştir. İkinci motivistim Türkçe öğretmenimdir. İmtihanda yazdığım bir kompozisyon –iyi hatırlıyorum, bu metin bir hikâye idi- Türkçe öğretmenimizi heyecanlandırmış olmalı ki yazılı sonuçlarını açıkladığı gün o sihirli cümleyi söyledi: “Sen yazar olabilirsin.” Bu benim için bir diploma gibiydi. “Ne yapmam lazım?” dedim, “Çok okumalısın.” cevabını aldım. Ömer Seyfettin’den başladım ve üniversite senelerine kadar hikâye anlattım, hikâyeden hareketle denemeler, makaleler yazdım. İçimde taşıma gücüm kalmadığı ve diğer türlerin yetersiz kaldığı zaman da hikâyeyi yazmaya başladım. Hikâye yazmaya başlamam hikâye yayımlamaya başlamamdan çok öncedir. Hikâye en son yayımladığım metindir. Sanatçının ası programın sonunda gelirmiş ya, bizimki de öyle oldu. Hikâye yayımlamadan önce, birçok yayın organında deneme, makale ve eleştiri türünde yayımlanmış metinlerim vardır. 83’te yazdığım hikâyeleri Aylık Dergi’ye gönderdim. Yaşar Kaplan o zaman Demokrasi Risalesi’nden dolayı hapiste idi. Bir gün hapishaneden mektup geldi. “Hikâyenizi önümüzdeki sayıya koyuyoruz.” diye. Ondan sonrası kendiliğinden geldi.

 

Kamil YeşilKaç  yaşında olduğunuzu anımsıyor musunuz?

Böylece yaşımızın ve yaşlılığımızın ortaya çıkmasına vesile olacaksınız ama olsun. Yazım ve fotoğrafım Milli Gazete’de yayımlandığı zaman sanırım 15 yaşında vardım. Ribat’taki yazım 18–19 yaşlarında iken yayımlandı. 

 

Sizi yazmaya veya okumaya teşvik edenler oldu mu?

Okuma denilince benim çevremde anlaşılan ilk şey, okulda tahsil görmekti ve bu anlamda babamdan çok destek gördüm. “Ceketimi satacağım yine okutacağım.” derdi, “Yeter ki oku.” Ama gazete, dergi almaya başlayınca “Sen gazeteci mi olacaksın? Ne bu, her gün gazete, dergi!” diye sitem etmeye başladı. Ama engel olmadı. İlkokuldan sonra iki yıl ara verdiğim için bazı şeylerin farkında idim ve paramla kitap almanın ve onları okumanın zevkini aldım. Kendi yolumu kendim çizdim diyebilirim okuma yolunda. Beni okumaya iten esas sebeplerden biri de içinde yaşadığımız siyasi hava oldu. Tartışmayı seviyorduk. Tartışmak için okumak, bilmek lazımdı. Bunu çevremdeki kişilerden anlamıştım. Tartışmada bir şeyler söyleyebilmek için başladığım okuma macerası beni edebiyatla buluşturdu.

 

İlk okuduğunuz kitap, şiir, hikâye veya yazı, dergi, gazete?

İlk okuduğum kitap şu anda yazarını hatırlayamadığım Dini Hikâyeler adlı bir eserdir. Bunu bana kim vermişti bilmiyorum. Tarlada inek otlatırken okuduğumu hatırlıyorum. Ortaokula, dediğim gibi, sınıf arkadaşlarımdan biraz geç başlamıştım ve sınıfın büyüklerinden idim. Okuduklarım beni farklı etkiliyordu. Sanırım Türkçe kitabımızın ilk okuma metni Kaşağı idi. Öğretmenimiz, “Kaşağı hikâyesinin kahramanı, yazarın kendisidir.” deyince çok üzüldüm. Acaba başka neler yapmış merakı ve üslubu ile yazar beni eserlerine çekti. O hafta gittim, altı tane Ömer Seyfettin kitabı aldım. Okuduğum ilk şiir kitabı da Necip Fazıl’ın Çile’sidir. Yine ortaokul üçüncü sınıfta olmalıyım. Köyümüzün muhtarı, merhum Mehmet Cengiz’in marangozhanesinde idik… Bana “Al bunu oku.” dedi. Götürdüm, okudum. Kitabın sonunda vasiyeti de vardı üstadın. Vasiyeti gereği Kelime-i Tevhid çekmeye ve ruhuna bağışlamaya başladım. Merhum Hafız Mehmet Cengiz Ağabey, “Üstad daha yaşıyor, şimdi gerek yok.” dedi. Bıraktım. İlk gazetem de Milli Gazete’dir. Köy imamımız tavsiye etmişti onu da.

 

Kamil Yeşil, Kurban Çiftliğiİlk yazdığınız yazı-öykü-şiir yayınlandığında ne hissettiniz?

Milli Gazete’deki şiirimsi metin ile fotoğrafım yayımlandığında hemen sınıf arkadaşlarıma gösterdim. Sevincime sınır olmamıştır herhalde. Nasıl becerdiğimi sordular. Ben de anlattım. Bizim resmimizi de yayımlar mı dediler ve bana fotoğraflı metin getirdiler. Onları gönderdik gazeteye. Gönderdiklerimiz de yayımlandı. Ribat’taki metnim yayımlandığında sevinçten ziyade sorumluluk duygusunun altında kaldım diyebilirim. Öğüt verme durumunda değildim ve öğüt de vermiyordum ama yazdığım metin yine de öncelikle bana sorumluluk yüklüyordu. İlk hikâyem yayımlandığında sevinç, mutluluk veya gurur gibi duygular benden uzaklaşmıştı artık. Belki içten içe mutluluk vermiştir ama yazdıklarım bu güne kadar bana hiç gurur vermedi. Hiçbir yazımla gururlandığımı hatırlamıyorum. 

 

Yazma tutkunuzu başından başlayarak anlatır mısınız?

Buraya kadar anlattıklarım sanırım bir fikir veriyor bu konuda. Yazmak benim için “tutku” değildir ve hiçbir zaman olmadı. Yazmaya ihtiyaç duyduğum için başladım diyebilirim. Bu ihtiyaç önce konuşmak ve anlatmak şeklinde tezahür etmiştir. Lisede ve üniversitede iken yazmaktan ziyade hep konuştum ve anlattım. Bu aynı zamanda görev bildiğim bir şeydi. Ama insan her şeyi konuşamıyor, konuşmaya güç yetiremiyor. Zaten her konuştuğunuz dinlenmiyor da. O zaman yazmaya kaçıyorsunuz. Benim durumum da biraz böyle oldu. Yazılacak birçok hikâye ve konu var. Bazılarını kısa notlar halinde yazıp bir kenara koyuyorum, bazılarını bir oturuşta yazıp bitiriyorum. An gelir kalemi elime alma isteği duymam. An gelir otobüste, derste, uyumaya çalışırken bir şey dürtükler beni, hemen kâğıda kaleme sarılırım. Böyle…

 

Kamil YeşilDaha çok ve özellikle çocukluk döneminizi anlatır mısınız?

Yazma ile çocukluk dönemi arasında bire bir ilişki kurmaya çalıştığınız  anlaşılıyor. Çünkü bazı yazarlar çocukken içe kapanıktır ve onlar genel olarak kitaplara ve kâğıtlara kaçar. Özelikle Batı’daki yazarların mutsuz çocukluk dönemleri vardır. Benim çocukluk dönemim bunun aksine, fazla sorunlu değildir. Çocukluğum köyde geçti. İlkokulu köyde okudum. Kafası çalışan bir öğrenci olduğumu 4. sınıfta anladım. Çünkü 5.sınıflarla aynı sınıfta ve tek öğretmenden okuyorduk, öğretmenimiz sınıfın başkanı olarak beni seçti. Yaklaşık kırk kişinin numarası ezberimde idi. Bayramlarda bayrak direğinin dibinde şiirleri bana okuttu. Beni Öğretmen Okulu sınavına hazırladı. Tarlada, zeytinlikte, traktör üstünde, sığır peşinde geçen bir çocukluk... Yazları Çine Çayı’ndan çıkmayan, güneşten saçlarının rengi değişmiş, erken yaşta cami ile tanışmış bir çocuk. Caminin lüks lambasıyla aydınlatıldığı, ezanın merdivenlerden çıkılarak ezanlıkta doğal sesle okunduğu bir çocukluğum var. Ben de bu ezanlığa çıkmış ve ezan okumuşumdur. Kur’an kursuna gidişi saymalıyım burada. İlkokul üçüncü veya dördüncü sınıfta namaz dualarını ezberlemek için gittiğim camide büyüklerle aynı safta olmanın ve büyüklerin aferinine muhatap olmanın verdiği mutluluğun bir uzantısıdır Kur’an kursuna gidişim. Beş veya altı ay sürdü. Bu kursta ses ve makam eğitiminin önemini anladım. Kulağım iyidir ve sesten, makamdan biraz anlarım. Bu, yazdıklarıma da olumlu şekilde yansımıştır. Hem elektrik öncesini, idare lambası dönemini hem elektriğe geçişi yaşadım çocuklukta. Bu büyük bir şeydi bizim için. Siyah-beyaz televizyon seyretmek için saatlerce kahvenin pencere camının önünde bekler, her defasında eve geç gelir ve zılgıtı yerdik. Aklımda bir sürü olay var çocukluğuma dair. Okula gitmek istemeyince karnı ağrıyan, kavgacı olmasa da kavgaya girdiğinde dayak yemekten ziyade döven veya dövmeye çalışan, büyüklerle sohbet etmeyi seven biriydim. İkinci veya üçüncü sınıfta iken, öğretmenimizin hanımının bir yazılıda bana yardım ettiğini, bunu gören öğretmenimizin, hanımını terlikle kovaladığını, hanımının, “Sana bir daha yemek yapmayacağım!” diye parmaklarını öğretmenimize doğru salladığını hatırlıyorum. Çocukluktan beri bende süreklilik arz eden huylarımdan biri, içinden hep bir şeyler geçiren, kendisiyle konuşan bir kişi oluşumdur. Galiba hikâyeyi seçişimle bu durum arasında bir ilişki var.

 

Kamil Yeşil, Özet YaşamaklarArtık yazar olmuştum dediğiniz zamana kadar olan bir çabanız oldu mu, ne gibi çabalarınız oldu? 

Belki inanmayacaksınız ama bu duygu bende bütünüyle hiç oluşmadı. Türkçe öğretmenimizin “Sen yazar olabilirsin” dediği günden beri olma sürecinde yürüdüm hep ama artık oldum duygusu hiç oluşmadı bende. Yazdıklarımızın yayımlanıyor oluşu ile yazar olmak arasında neden-sonuç ilişkisi vardır belki; ama bu yeterli olmadı benim için. Bu duygu oluşmuşsa birinde, onun ya ilk kitabı yayımlanmıştır ya yazarlığını kabul ettirdiği bir ödül almıştır yazdıklarıyla. İlk kitabımın yayımlanması biraz gecikti. Bir hikâye kitabımın olmasını istediğim için bazı teşebbüslerde bulundum ama yana yakıla da peşine düşmedim, belki bundandır çok büyük zorluklar çektim diyemem bunun için. Zorluk olmayınca başarı duygusu da zayıf kalıyor demek ki. Balın Tuzu Eksik’e TYB ödülü verildiğini duyduğumda ise bir şaşkınlıktı yaşadığım. Kitabım bu ödülü hak etmedi diye düşündüğüm için değil, beklemediğim için şaşırdım. Hülasası şu: Olduğumda ölmüş olurum herhalde.

 

Nurettin Durman sordu