Kitabın ismi bir bilim, disiplin ya da bir felsefeyi, daha doğrusu bir düşünüş biçimini akla getiriyor. Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan Şemsiyoloji: Hayatta ve Edebiyatta Şemsiyenin Tarihi, adından da belli olacağı üzere tanıdık ama yine de değişik bir konuyla karşımıza çıkıyor: Şemsiye. Marion Rankine, Avustralyalı bir yazar ve Londra’da yaşıyor. Yazarın tanıtıldığı bölümde içinde şemsiye geçen kitaplardan hoşlandığı yazılı. Bu kitap da böyle bir ilgi alanının sonucu olsa gerek.
Tek temalı kitaplarda normaldir ki tarihçe irdelenir, okuyucu bu tarihçeyle sıkılır ve genel olarak pek de merak etmediği bilgilerle muhatap olur. Bu eserde yazar, bunları tüm kitaba yaymış. Araştırma inceleme kitaplarının tümünde köken, tarih ve değişim süreci yer alır. Şemsiyoloji de böyle. Kıyaslamayı siz yapıyorsunuz. Fakat sorun şu ki şemsiyenin günümüzdeki işlevi ile geçmişteki işlevi arasında çok büyük farklar var. Yani bizler kıyaslamada bulunurken günümüzün sabit işleviyle geçmişin değişken işlevlerini kıyaslıyoruz. Şöyle de diyebiliriz: Şemsiye, geçmişte ne kadar işe yarıyorsa şimdi o kadar işe yaramıyor.
Tahmin edilebileceği gibi şemsiyenin asalet, soyluluk kattığı ve sadece belirli bir zümrenin kullanımına açık olduğu zamanlardan da bahsedilmiş. Bu zamanlar çok eski zamanlar ve henüz soylu olanlarla olmayanlar arasında bir çatışmanın yaşanmadığı yıllar. Bu da demek oluyor ki en azından şemsiye kullanımı açısından bir çatışma yaşanmamış. Çağın insanının yöneticilere bakış açısını da hesaba kattığımızda zaten böyle bir hareket de beklenemez. Hiçbir zaman yöneten pozisyonuna gelemeyecek yönetim bakımından ‘niteliksiz’ insanların tek yapabilecekleri şey bir halk hareketidir ki onun da örnekleri tarihte kısıtlı orandadır. Ayrıca “Şemsiye kullanamıyoruz” diye bir isyan başlatmak da pek makul bir hareket sayılmaz.
Aksi durumlar da söz konusu olmuştur. Mesela bir dönem, yani on dokuzuncu yüzyılın bir döneminde Fransa'da şemsiyenin daha çok eski alımını yitirmiş kişilerce kullanıldığı fikri öne çıkmıştır. Fransa kısa süreli modalara da ev sahipliği yapmış merkez sayılabilecek bir yer. Bunun için orada olup bitenler çeşitlilik gösterebiliyor. Yani bir devirde moda olan bir şey, kısa süre sonra moda olmaktan çıkabiliyor.
Ayrıca aynı dönemde şemsiyelere “köylü işi, kocakarı eşyası” gözüyle de bakılmıştır. Bunu tüm Avrupa için söyleyemeyiz ancak moda olmaktan kalkınca bir nesnenin kullanılmaya devam ettirilmesi dışarıdan bakan gözleri nedense hep rahatsız eder. 1970’lerden kalma bir pantolon giydiğinizde aynı gözler sizlere de aynı şekilde bakacaktır. Şimdinin hızla değişen dünyasında bu daha belirgin hâle gelmiştir.
Başka bir dönemde de şemsiye kullanmadıkları için küçümsenen, hor görülen insanlar olmuştur. Yağmurdan korunmak istemeyi bir inançsızlık olarak ve kadere karşı gelme olarak değerlendiren gruplar da olmuştur. Batı dünyası batıl inanç konusunda uzmandır. Ciltlerce kitaplar kaleme alsanız yine de yazacak bir şeyler daha bulursunuz. Bir de onların çok az olan inançlarının penceresi öyle büyüktür ki neredeyse tüm dünyayı oradan izleyebileceklerini düşünürler. Kibrin ve sürekli en güçlü hâllerini hatırlamanın verdiği yalancı özgüvenle herkesin yaşayışını sorgulamayı kendilerine hak görürler. Bu eserde de yazar istemeden de olsa bizlere bunları tekrar tekrar birkaç yerde hatırlatıyor. Aynı şekilde sağlıklarına dikkat eden örümcek kafalı ihtiyarlar da şemsiye kullandıkları için hor görülmüşlerdir. Yeni bir elbise almak zorunda kalmamak için elbiselerine dikkat eden cimriler de bu horlanmadan paylarını almışlardır.
Sektörel olarak bir değerlendirme yapıldığında özellikle İngiltere’de arabacıların şemsiye kullanan kitlelerden pek hoşlanmadıklarını görürüz. Çünkü şemsiye kullananlar gidecekleri yere arabayla değil yürüyerek gideceklerdir. Bu da arabacıların para kazanmasına engeldir. Eldeki şemsiye, bir sektörü çökertecek güçtedir onlara göre. Elbette aynı şeyi şimdilerin metropollerinde görmek mümkün değildir. Artık gidilecek yerler şehirlerin büyümesinden dolayı uzaklaşmış, yürüyerek gidilemez hâle gelmiş ve şemsiyenin de işinize pek yaramayacağı bir ortam oluşmuştur.
Yazarın şemsiyeye kendince sınırları aşan anlamlar yüklediği de olmuştur. Mesela şemsiyenin endüstri ile beraber yaygınlaşan bir üretim sonucu artık her yerde bulunabilecek bir şey hâline geldiğini söylüyor. Bunun da “şemsiye kullanmanın demokratikleşmesi” diyor. Fena bir tanım değil ancak devamı kusurlu. Özellikle Aydınlanma döneminden sonra insanların ilahi hükümlere olan bağlılığının azaldığını ve dini kurallara elde şemsiyeyle bir başkaldırının yapıldığını belirtiyor. Çok uzak bir bağlantı kurarak insanların artık kendilerini tepelerinden aşağı inebilecek tanrısal felaketlere karşı ya da cezalara karşı koruyabileceklerine inandıklarını ifade ediyor. Yani “Şemsiye bireyselleşmenin de bir parçasıdır” deniliyor. Aslında Batı'nın başından beri tarif ettiği yaşama şekli ve ideal düzen bu. Bu gizli ajanda hep var yani.
Bu sırada şemsiyelerin yaygınlaşması ile ve ona ulaşmanın kolaylığı ilgili olarak "...öyle ki bugün en yakın bir milyoncuda biraz bozuk parayla bir şemsiye sahibi olunabilir" sözü yazarın bu kitabı çevirmenle beraber yazdığına örnek teşkil edebilir. Daha nerede, ne var bilemiyorum. Bu örnek bize çevirmenin son derece özgür davrandığını gösteriyor. Belli ki Şemsiyoloji, bir Marion Rankine kitabı olduğu kadar bir Ebru Kılıç kitabı da.
Yağmura ve rüzgâra karşı gelemeyen ve artık görevini yapamaz hâle gelen şemsiyelerin atıldığından bahsederken yazarın ne kadar hüzünlendiğini anlıyoruz. Bu kısımda Charlie Conelly’nin Bring Me Sunshine kitabında şemsiyelere genişçe bir yer ayırdığından bahseder. Conelly’nin de Rankine’den pek farkı yoktur. O da şemsiyeleri kutsarken hırpalanmış, çöp kurusuna gelişigüzel atılmış olanları görünce hüzünleniyor. Yazar, yol kenarında, menfez başında, çöp kutusunun içinde ya da unutulmuş bir köşede pek çok şemsiyenin sahiplerinden çok çok uzaklarda olduğunu hüzünlü bir biçimde anlatıyor. Bununla ilgili Londra’dan çekilmiş fotoğraflar da kitapta yer alıyor.
Şemsiye, yazarın İngiltere’de yaşaması dolayısıyla sürekli bulutların hâkim olduğu bir yerde genel olarak yağmurdan korunma işleviyle hatırlatılmış. Belki aynı kitabı Afrika’da yağmur yüzü görmeyen bir başka yazar yazmış olsaydı bizdeki anlamını tam karşılayan bir nesne ile muhatap olacaktık. O zaman belki şemsiyenin “şems”ten yani “güneş”ten geldiği de defalarca hatırlatılacaktı. Bu yönüyle yazar şemsiyeyi yağmur belasından kurtulma nesnesinin yanında zaman zaman bir üstünlük göstergesi olarak da tanımlamıştır.
Yazar, hayattan ve edebiyattan birçok örnek verirken İngiltere’den Japonya’ya, oradan Afrika’ya geçerken tüm Avrupa’yı dolaşıp her yeri gözden geçirirken Türkiye’yi unutmuş gibidir. Oysa bizde de şemsiye son derece etkili bir biçimde kullanılmıştır. Hanımefendilerin Üsküdar’a gider iken ellerinde bazen çift elle tuttukları ve arada döndürdükleri renkli nesne şemsiye değil midir? Yeşilçam’ın klasiklerinden “Delisin” filminde Yunus Efendi’nin bıraktığı mirasın belgeleri nereye gizlenmiştir? Ferit’in filmin başından sonuna kadar taşımaktan vazgeçmediği şemsiyenin bir yerlerine bakın derim. Edebiyatta da şemsiyeli örnekler boldur. Ahmet Rasim, şemsiyeyi bir şekilde Şehir Mektupları’nda yine heyecanlı heyecanlı anlattığı vapur sahnelerine sıkıştırıverir. Araba Sevdası’nda, Şıpsevdi’de, Mai ve Siyah’ta da sürekli birilerinin elinde şemsiye vardır. Şemsiyenin Türkiye tarihi de vardır ayrıca. Kitapta zerresinden bahsedilmediği için bu konulara derinlemesine girmek çok doğru değil. Belki bununla ilgili daha ön plana çıkmış bir yazı ya da kitap da yerli yazarlar tarafından kaleme alınır. Ayrıca Şemseddin Sami, Kamûs-ı Türki’de şemsiyeyi, “Güneşten muhafaza için olup yağmur için dahi kullanılan el çadırı” diye tarif eder. Türk Dil Kurumu da şemsiyeyi hem yağmurdan hem de güneşten korunmak için kullanılan eşya olarak tanımlar.
Bütün bu açılardan ele alındığında Şemsiyoloji, eğlenceli ve mizahi üslubuyla eksik yanları olsa da okuması zevkli bir kitap olarak değerlendirilebilir.